Yavuz Semerci'den gerçek bir Dersim öyküsü!
Yavuz Semerci yoruma kapalı bir yazıyla Dersim tartışmasına en çok ihtiyaç duyulan şeyi katmış. Gerçekliği yani. İşte Semerci'nin ailesinin Dersim öyküsü:
GAZETECİLER.COM
Dersim katliamı üzerine gecikmiş bir tartışma yaşıyoruz. Herkes kendi tavrını, kendi yorumunu ortaya koyarken Habertürk yazar Yavuz Semerci yoruma kapalı bir yazıyla tartışmaya en çok ihtiyaç duyulan şeyi katmış. Gerçekliği yani. Semerci kendi ailesinin Dersim katliamında yaşadıklarını yazmış. Özellikle 'katliam yoktur, isyan ve haklı bastırma vardır' diyenlerin okumasını öneriyoruz...
Size bir Dersim hikâyesi anlatayım
YIL malum yıl.
Herkesin unutmaya çalıştığı yıl.
Ağlayacak anaların da öldürüldüğü yıl.
Yani ağlayacak ana kalmadığından ağlama derdinin olmadığı ve
kimsenin üzülmediği yıl...
Hikâyemiz, o günlerde Dersim diye bilinen Tunceli’nin Hozat
kazasının bir
köyünün 1 kilometre ötesinde, biri ağanın konağı diğeri evi ve bir
de taş ahırın
olduğu mezrada geçer.
Hava kurşun gibi ağırdır.
Haberler iyi değildir. Ama bir umut var bu bölgede yaşayanlar için.
Çünkü dağa
çıkılmamış, askere karşı silah kuşanılmamış. Yani, devlet en fazla
buralardan sürer bizi, demektedirler.
Allah’ın bir günü.
Sabahın köründe ve o lanet ayazında dağ taş asker dolar. Erkekler
ile kadın ve
çocuklar ayrılır.
Çavuş, kadınlara karşı gayet kibardır.
Hatta kendilerine çay yapılmasına izin verirler. Çay içilirken
komutana bir emir
gelir ve bir süre, “Bu emirden emin misiniz” sorusunun yanıtı
beklenir. Emir
doğrudur ve kesindir, tekrarlanır ve bir daha tekrarlatılmaması
için uyarılır
komutan.
Askerler çaylarını bırakır, çatılmış tüfekler alınır, tüm kadın ve
çocukların konağa girmesi istenir. İstenmez, emredilir.
Az önce çay veren kadının yediği dipçik, yeteri kadar açıktır.
Erkekler zaten yoktur. Ve kendilerinden birkaç saattir haber
alınmamaktadır.
Konağın şömineli odası 30, bilemediniz 40 kişi alır. Çoluk çocuk
100’e yakın insan eve zorla sokulur. Artık çocuklar ağlamaktadır.
Odanın içinde herkes bağırmakta, kendilerini içeri iten askere
lanetler yağdırmaktadır. Yaşlı ve bilge kadınlar, Hakk’a yürüme
zamanının geldiğinin farkındadır.
Hikâyemizin kahramanı, ağanın oğlu, o sırada anasının kucağında
şöminenin
dibinde muhtemelen ağlıyordu.
Muhtemelen, çünkü hikâyenin bu kısmını sadece rüyalarında, o da hep
değişik ve anlaşılmaz bir şekilde hatırlamaktadır.
Daha sonra, yıllar geçtikten sonra anlar ki o rüyada ağlayan kadın
kendi
anasıdır ve ondan özür dilemektedir.
Niye özür dilediğini önce anlamaz. Sonra “Ben seni koruyamadım, sen
çocuklarını koru” dediğini anlar bir rüyasında...
O gün, o lanet gün o odadakiler bilmez ki, kasabanın dibine kadar
yürütülen erkekler dere kenarında kurşunlanmıştır. Ve elbette
bilmezler ki, o gün binlerce insan sadece ve sadece Kürt-Alevi
olduğu için öldürülecektir. Ve
bilmezler ki, birkaç dakika içinde onların da sonu bellidir.
Önce, tek odalı konağın ön yüze bakan 3 penceresi dipçiklerle
kırıldı. Ve
sustular. Sonra sadece mermi sesi vardı.
Ve hemen ardından odaya birer ikişer atılan bombalar patladı.
Birkaç dakika
sonra içeri giren kimi asker, süngüleriyle yaşayan yoklaması yaptı.
Muhtemelen emri uygulayan ama tek kurşun bile sıkmamış çavuşun
bağıran sesi duyuldu:
“Herkes odadan çıksın...” Kahramanımıza, anasını delip geçen
üç kurşun isabet etti. Ama öldürücü
değildi.
4-5 saat önce, askerler henüz çay içerken, yaşlı bir kadının
uyarmasıyla dağa
kaçan 3-5 genç çocuk askerlerin gidişiyle konağa geri gelir. Birisi
de hikâyemizin kahramanının kardeşidir. Katliamdan sadece üç kişi
kurtulmuştur. Ağır yaralı kadına bir parça ekmek ve biraz da su
bırakılır. Ve ardından dağa çıkılır. Katliamdan kurtulmayı
başaranlarla birlikte dağlarda, mağaralarda hayvanlar gibi
saklanarak birkaç hafta geçirilir.
Kahramanımız yaralı ve çoğunlukla ağlamaktadır. “Dereye atalım”
diyenler
çıkar... Çünkü ağlayan çocuk nedeniyle askerler yerlerini tespit
edebilir diye
korkarlar. Bir keresinde ağabeyi, yıllar sonra ona, “Mağaranın
yakınına askerler geldi. Sesin çıkmasın diye ağzını kapattım ve az
daha seni kendi ellerimle boğuyordum” der. Ağa çocuğu olması ve
ağabeyinin koruyuculuğu sayesinde öldürülmekten ikinci kez
kurtulmuştur. Henüz 6 yaşındadır ve devletin af ilan etmesinin
ardından sürgüne gönderildiği yerde hayatı değişecek ve Kürt
olduğunu yıllar sonra öğrenecektir.
Ama tercihini yapmıştır artık...
[page_end]
AF ilan edilmiştir. Dağlarda dolaşanlar, artık askere
yakalandıkları an kurşuna dizilmeyeceklerini anlamıştır. Ve teslim
olurlar. Kan kokan Dersim’den,
Anadolu’ya zorunlu göç başlamıştır. Kayıtlar, resmi ve gayri resmi
rakamlar ne der, önemi de yoktur. Afyon’a giden kafilenin içinde
anaları konakta
öldürülmüş, babaları ve dedeleri ise bir dere kenarında (aynı gün)
kurşuna dizilmiş ağabey-kardeş de vardır: Koç Mustafa Ağa’nın oğlu
Hıdır’dan olma, Geyik’ten doğma Hayri (12) ve Ahmet (kayıtlarda 6,
gerçekte 3 yaşında).
Uzun süre sonra ilk banyo, Afyon Çocuk Esirgeme Kurumu’nda alınır.
Sıcak yemek, kıyafetler... Afyon onlara kucak açmıştır. Ve her
çocuk gibi onların da bir aile tarafından evlat alınması
amaçlanmıştır. Ağabey büyük olduğundan şansı
yoktur ama onun vardır. Çünkü çocuksuz aileler, geçmişi
hatırlamayacak kadar küçük olanları tercih etmektedir.
Deli Çavuş... Adı hep öyle kalmış. Çanakkale Savaşı’nda gösterdiği
cesaretten bu lakap verilmiş ve hep böyle anılmış. Karı-koca en
büyük dertleri çocuk sahibi olamamak. Ve derler ki sonra: “Seni ilk
gördüğümüzde sevdik. Kocaman gözlerin, kıvırcık simsiyah
saçlarınla, yaralı yüzünle paçamıza yapıştığında kararımızı
vermiştik. Sen bizim oğlumuz olacaktın...“
Fakir bir Anadolu kentinde, sevgi dolu bir ailede geçen 15 yıl.
Okutulan, el üstünde tutulan, gözbebekleri gibi bakılan bir genç.
Okul çıkışlarında önce babanın semer dükkânına gidiyor. Bir yandan
baba işi öğreniliyor, bir yandan sanat okulunda meslek sahibi
oluyor. Babanın askerlik anılarıyla büyüyor. Asker olmak en büyük
arzusu. Deli Çavuş’un oğlu olmak, en büyük gurur kaynağı...
Bir gün okul çıkışında, yolunu, zayıf, çelimsiz, Türkçesi bozuk
birisi keser.
Hikâyesini anlatır ve onu gerçek evine götürmeye geldiğini söyler.
Karşısındaki genç, yıllar önce Afyon Çocuk Yurdu’ndan kaçan ve
memleketine dönen ağabeyidir. Üç gün inanmaz. Gördüğü kâbuslar ile
kendisine anlatılanlar arasında paralellik kurar. Hayatta en değer
verdiği anne ve babasının üvey olma fikrini üç gün sonra taşıyamaz
hale gelir. Ve o okul çıkışı, eve varır ve anasına, “Ben üvey
miyim?” diye sorar...
“Annem ağlamaya başlayınca gerçeği anladım. Tek kelime etmedi ve
sadece ağladı. Ve hemen evden kaçtım. Beni bekleyen ağabeyimin
yanına gittim ve
ilk trenle Elazığ’a geçtik. Oradan da köye...”
Ancak Türk örf ve âdetlerine göre büyüyen, Sünni olan gencin kafası
karışıktır. Her şey kendisine yabancıdır. Alışmaya çalışır. 6 ay
sonra haber gelir. Üvey annesi, hastaneye kaldırılmıştır. Ve bir
gün Deli Çavuş’u karşısında görür. Üvey babasını. “O gün
anlamıştım, beni sevgiyle büyüten bir anam ve babam var. Ve her
ikisi de sağ...”
Ve her şeyi geride bırakır... Ağabeyine tüm mallardaki hakkından
vazgeçtiğini söyler. Tüm akrabalarıyla vedalaşır ve Afyon’a bu kez
gönüllü döner.
Yıllar sonra o günü oğullarına şöyle anlatır: “Afyon garında üvey
annem ve benden çok önce geri dönen babam vardı. Anam tek kelime
etmedi. Sarıldı, eve gidene kadar bırakmadı. Ağladı. Ne yaptığımı o
gece anlattım. Sonra bir daha bu konuyu hiç konuşmadık. Ne o sordu
ne de ben anlattım..”
Elbette anlamışsınızdır. Bu hikâyedeki kişi benim babamdı.
Hikâyesini en azından ben gençlik dönemine girdiğimde ve siyasete
ilgi gösterdiğimde
öğrenmiştim.
Her muhafazakâr Türk’te rastlayabileceğiniz Kızılbaş alerjisi
annemde de vardı. Ömrünün son zamanlarında takılırdım, “Kızılbaş
biriyle neden
evlendin?” diye...
“Ah be oğlum, ne bileyim bunun kökü Kürt. Öğrendiğim gün evi terk
ettim. Ama Afyon’dan anası geldi. ‘O benim oğlum. Öz ve öz Türk’
dedi... Bizi tekrar bir araya getirdi. Baban hep Sünni’ydi. İyi ki
ondan ayrılmamışım...”
Aslına bakarsanız, rahmetli annem de Rus baskısından kaçan Çerkez
göçmeniydi. Bunu da annem öldükten sonra araştırmıştım.
Rusya’dan
Lübnan’a, Trabzon’a gelen, ardından Bayburt ve Erzurum’da kök salan
bir aile...
İşte böyle... Biri Türk, diğeri Kürt olan iki kardeş ancak bu
coğrafyadan çıkar. Biri Sünni, diğeri Alevi... Çerkez gelip
Türkleşenler de bu coğrafyada bulunur.
Çerkez’in Türk’leşeni ile Kürt’ün Türk’leşeninin evlenip bu vatana
hizmet eden çocuklar da bu coğrafyadan çıkar. Zorunlu veya gönüllü
asimilasyonun ağası da bu topraklarda yaşanır.
Ve kendimi bu ülkeye, bu topraklara ait hissetmekten hiç
vazgeçmedim. Tüm acılara, geçmiş hatalara rağmen kendi
kimliklerimizi gururla ifade edeceğimiz, etmekten korkmayacağımız
tek rejimin demokrasi olduğunu en iyi bilen kuşağız. En azından ben
öyleyim...