Yasağın olduğu yerde şeytan da vardır?..
“Yahu Şaban Efendi. Dinden çıktığının farkında değilsen bizi bari günaha sokma” demişti
ADNAN BERK OKAN
Bugün sizlerle çocukluğumda yaşadığım ve hayatıma yön veren, “din/ibadet” ikilisindeki zihniyetimi yerleştiren, henüz yirmili yaşlara gelmediğim yıllarda yaşıtlarım Sosyalist – Komünist – Ülkücü olurken beni Liberal yapan; “nerede yasak varsa orada şeytan da vardır” felsefesini inandıran bir anımı aktaracağım…
Yıl 1961… aylardan Ağustos…
O güzelim yaz gecesinde de yine hemen her gece olduğu gibi “gece çeliği” oynamıştık.
Birkaç kere de ben ebe olmuştum...
Yorulmuş ve terlemiştim de...
Hava da öyle sıcaktı ki...
Din ve ibadet üzerine bir tartışma…
Biz oynarken, dedeciğim (babamın babası) ve diğer cami cemaati namazdan dönüyorlardı. Aralarında yüksek sesle tartıştıkları belliydi; çünkü sesler bizim oyun oynadığımız arsaya kadar geliyordu.
Yasak ve şeytan!.. Allah, Âdem ve Havva’ya meyve ağaçlarından birine (Kuran’da hangi meyve olduğu bildirilmez ancak Tevrat’ta bunun “Elma” olduğu belirtilir) yaklaşmalarını “Yasak” kılmasaydı, Şeytan o meyveyi yemesi için Havva’yı tahrik eder miydi?.. Hayır, etmezdi... Havva yasağın şehveti ve çekiciliğiyle yasak meyveyi yeyince Adem'le birlikte kovuldu cennetten... “İyi ki kovulmuşlar” mı diyorsunuz?.. O halde, yasakları delmenin insanoğlu için kaçınılmaz ve en büyük “ödül zevk” olduğunu da kabul etmeniz gerekecektir... Demek istemem o ki; “Yasak Meyve” örneği ilk insandan itibaren onları takip edecek bütün insanlığa, yasakların nasıl da özendirici olduğunu anlatmak içindir... Yani; bir yerde “yasak” varsa orada mutlaka Şeytan da vardır... M.B. |
Lâz Ali (Rize’den bir kan davasından kaçmak için bizim şehrimize göç ettikleri anlatılırdı), dedeciğime mahallenin tüm ihtiyarlarının (dedem o zaman benim bugünkü yaşımdan çok daha gençti ama biz çocuklar için o gün 50 yaş "ihtiyar" demekti) ve hatta birlikte gece çeliği oynadığım diğer çocukların da duyabilecekleri kadar yüksek bir sesle çıkıştığında ben de onlara doğru yürümeye başlamıştım çünkü dedeciğim benim için babacığımdan bile daha büyük adamdı. Çünkü o benim dedem değil arkadaşımdı da…
Lâz Ali’nin dedeciğime o seferki kızış sebebinin de yine her zaman olduğu gibi din ve ibadet konusunda olduğunu hemen anladım.
Nereden mi?..
Anlatayım…
Rakılı ağızla namaza durmak!..
Dedeciğim çok uzun yıllar sigara içtikten sonra Yahudi asıllı doktoru Yuda Magriso’nun tavsiyesiyle bırakmak zorunda kalmıştı. Magriso’nun evimize geldiği ve dedemi muayene ettikten sonra; steteskopunu katlayıp çantasına koyarken “Şaban Efendi” diye başlayıp, “her akşam bir çay bardağı bilemedin en çok iki çay bardağı bol sulu rakı iç çok iyi gelir. Kanını sulandırır, ama elbette sigara içmek hiç yok” deyişi hiç gitmez gözümün önünden.
Dedeciğimin, “ben akıllı ve bildiğine inandığım adamın sözünü dinlerim” deyişi de halen kulaklarımda.
İşine gelince mi dinlerdi, yoksa her zaman mı dinlerdi orasını sadece kendi biliyordu ama dedeciğim bana göre büyük adamdı ve kitaplar dolduracak kadar çok ve güzel sözler söylerdi...
Akıllı ve bildiğine inandığı adamların sözünü dinleyen dedeciğim, yatsı namazını kılmak için camiye gittiğinde haliyle birkaç çay bardağı rakı içmiş olurdu.
İçmiş olurdu ama camiye gitmeden önce mutlaka dişlerini misvakla ovalar ve onunla da yetinmez dilinin altına birkaç parça karanfil kurusu atardı.
Lâz Ali, dedeciğimin ilâç niyetine akşamları birkaç çay bardağı rakı içip sonra da camiye gittiğini biliyordu. İşte onun için arkadaşına çok kızıyordu. En sonunda dedemi uyarmak ihtiyacını duymuş olmalı ki, toplu halde yürürlerken durmuş, yüzünü dedeme çevirip:
“Yahu Şaban Efendi. Dinden çıktığının farkında değilsen bizi bari günaha sokma” demişti koyu ve duyduğumuzda bilhassa biz çocukları, bir elimizle ağzımızı kapayıp da çok güldüren Karadeniz şivesiyle...
Dedeciğim de durmuş ve bu arada Lâz Ali’yi sol elinin bileğinden tutmuştu.
Gözlerini, Lâz Ali’nin gözlerinin içine dikip sorduğu soru şu anda kulaklarımda çınlıyor:
“Hayrola Ali efendi?.. Neden dinden çıkıyormuşum?.. Neden sizi de günaha sokuyormuşum?..”
Ali Efendi “Lâhavle velâ kuvvet” çekip; “Hacı efendi, Allah’ın mübarek evine sarhoş geliyorsun” diye sesini biraz daha yükselterek söylenmişti...
Dedeciğim merhum kolay öfkelenmeyen sakin tipte insanlardandı…
Öfkeli insanı, mağrur ama sakin bekleyen aslanın karşısında dişlerini göstererek sinirli sinirli toprağı eşelemeye çalışan ve hırlama adı altında incecik miyavlar çıkaran bir garip kediye benzetirdi:
“Allah’tan en büyük dileğim düşmanlarımı sinirli ve öfkeli yapmasıdır” derdi.
Dedeme göre bir insanın kendi zekâsını sadece iki şey alt edebilirdi: kendi öfkesi ve kendi siniri...
Kim ki öfkeleniyor, sinirleniyordu; o adamı yenmekten daha kolay hiçbir şey olamazdı...
Kendisi hiç mi sinirlenmez, hiç mi öfkelenmezdi?..
Aksine, sinirlendiğinde yanında hiç kimseler duramazdı ama o zaman da gülerek şöyle söylerdi:
“Ne zaman, kime ve nerede kızacağını bileceksin.”
İşte yine hiç sinirlenmemişti. Durması ve Lâz Ali’yi de bileğinden tutup durdurması:
“Bak arkadaş. Bundan sonra ben konuşacağım. Beni iyi dinle” demekti.
Sonra, sağ eli Ali Efendi’nin sol bileğinde olduğu halde yürümeye başladı...
Lâz Ali’nin yüzüne bile bakmadan (birisine kızmışsa katiyen yüzüne bakmazdı. Eğer dostu veya değer verdiği birisi ile konuşuyorsa da gözlerini muhatabının gözlerinin içine diker ve öyle konuşurdu.Dedemin bu huyundan çok etkilenmiş olmalıyım ki muhatabımın gözlerinin içine içine bakarım konuşurken. Dedemi çok seviyordum çünkü ondan öğrendiklerim hep iyi şeylerdi)...
Dedem sormuştu:
“Allah Allah! Nereden çıkardın şimdi bu sarhoşluğu da Ali efendi?..”
Bu sırada Ali Efendi de dedeciğim ile birlikte sürüklenircesine yürüyordu:
“Senin camiye rakı içip de geldiğini bilmeyen mi var?”
Dedeciğim yine yürümeye devam etti:
“Doğru... Camiye gelmeden önce birkaç çay bardağı rakı içtiğim doğru ama sarhoşluk nereden çıktı?”
Ali Efendi hem sürüklenircesine yürüyor hem de cevap yetiştiriyordu. Sol bileğinin acıdığını hissetmiş olmalı ki çekmek istedi ama çekemedi. Zaten çekmek istese de, dedemin bırakmayacağını biliyordu:
“Hacı efendi!.. İçki içip de sarhoş olmamak ne mümkün?.. Hem günah olan sarhoşluk değil, içki içmek” dedi.
Dedem durdu... Bu kez, kendilerinden birkaç adım geride kalmış cemaate yüzünü dönüp içlerinden birini ararmış gibi yaptı... Başını hafif sağa eğip, Ali Efendi’nin tam arkalarında bir yerlerde Baki Efendi’ye dikti gözlerini ve sordu:
“Yahu Baki Efendi. Allah kabul etsin namazı benim yanımda kıldın... Dirseklerine değen dirseklerimin titrediğini hissettin mi?.. Secdeye varınca ağzımdan rakı kokusu yayıldı mı?.. Ya da nefesim seni rahatsız etti mi?..”
Baki amca, “Yok Şaban efendi yok” dedi. “Ne dirseklerimi sarstın ne de nefesin koktu.”
Dedem tekrar önüne dönüp yürümeye başladı... Bileği halen elinde olan Lâz Ali de onunla birlikte yürüyordu. Ali Efendi’nin yüzüne bile bakmadan konuşmasını sürdürdü:
“Ali Efendi, diğer yanımda da sen vardın. Sen duydun mu nefesimin rakı koktuğunu”?”
“Yooo duymadım ama rakı içtiğini inkâr etme Hacı Efendi” diye cevap verdi Lâz Ali amca…
“Yahu ben ‘rakı içmedim’ dedim mi?.. Yoooo… ‘Nefesim koktu mu?’ diye sordum; bak sen de ‘kokmadı’ diyorsun”...
Bir süre susan dedeciğim az sonra söyleyeceklerinin etkisini arttırmak istermiş gibi devam etti:
“Ama ben her secdeye vardığımda burnumun direği kırılıyor zannettim Ali Efendi... Çünkü diğer yanımda sen vardın ve camiye sarımsak yiyip gelmiştin. Hadi sor bakalım cemaate. Benim kokmayan ağzım, titremeyen dirseğim ve dilimin altında emdiğim karanfilli ağzımla içtiğim iki çay bardağı rakı mı günah?.. Dinen yenilmesi yasak olmayan ama yanında namaz kılanları nefessiz bırakan, burnunun direğini yıkan sarımsaklı bir ağızla camiye gelip secdeye varmak mı?..”
Cemaat kendi arasında kimin haklı olduğunu tartışırken; ben de dedeciğimin koltuğunun altına giriverdim. Dedem, Ali Efendi’nin bileğini bırakıp başımı okşamaya başladı.
Lâz Ali Efendi’yi o günden sonra, ne bizim evde gördüm ne de dedemin yanında...
Hâsılı;
Benim büyüdüğüm ailede içki de içilirdi namaz da kılınırdı…
Evet efendim;
İçki de içiyorum, (ilk defa söyleyeceğim çünkü kendimi mecbur hissediyorum) namazlarımı da kılıyorum…
Kadehi ağzıma her götürüşümde alkollü içkilerin dinimizce günah olarak tanımlandığını bildiğimi ve fakat günahlarımın affını diliyor öyle içiyorum…
Ancak…
İçki yasaklarının toplumu gereceğini, daha anlayışsız, daha çok içki içmek isteyen bir yeni nesil yaratacağından da hiç şüphe etmiyorum…
Çünkü bizzat yaşayarak öğrendim ki özgürlük, bütün kötülükleri yok edebilecek en büyük “yasaktır”…
Ve...
Yine biliyorum ki nerede yasak varsa orada mutlaka şeytan
da vardır...
adnanberkokan@gmail.com