Umur Talu neden kaybetti?..
Umur Talu, aynı binicilerin benzerlerini Gazete HT’de görmeye de hazır olsun…
GAZETECİLER.COM
- Umur Talu bugün
Milliyet’i, değişimi ve kendi genel yayın yönetmenliği dönemini
anlatmış…
Aydın Doğan,
Hürriyet’i Erol Simavi’den satın aldığında
Ertuğrul Özkök’ü kovmak istemiş ama Umur Talu buna karşı
çıkmış…
Sonrası malum…
Umur Talu
kovuldu, Özkök o günden bu yana (15 yıldır)
hala Hürriyet’in genel yayın yönetmeni ve Aydın Doğan’ın, Ahmet
Hakan ve Mehmet Yakup Yılmaz’la birlikte en yakın
dostu…
Umur
Talu’ya ve siz değerli okurlarımıza
tarihten bir örnek verelim.
Bukephalus,
İskender'in atının
adıydı…
Ve İskender henüz “Büyük” unvanını
da almamıştı çünkü sadece 17 yaşındaydı…
İskender’e gelinceye kadar hiç kimse
Bukephalus’un sırtında duramamıştı…
Kim binmeye çalışsa, daha ayağını
üzengiye koyamadan kendisini sırt üstü yerde
buluyordu…
İskender,
sıkı bir gözlem sonucu atın huysuzluğundaki sırrı
buldu…
Bukaphalus, kendi gölgesinden
korkuyordu…
İskender
öncelikle atın yüzünü güneşe doğru
çevirdi…
Sonra yelelerini ve başını
okşadı
Ve öyle bindi
Bukephalus’a…
Umur, Aydın
Bey’i hep gölgeye doğru
yöneltti…
Acı da olsa doğruları
söyledi…
Oysa Özkök, Yılmaz, Hakan ve diğer
biniciler Aydın Bey’in başını güneşe çevirip öyle biniyorlar
sırtına…
Umur Talu, aynı binicilerin
benzerlerini Gazete HT’de görmeye de hazır olsun…
Ve yazısının tamamı
aşağıda…
Milliyet dersleri SANIRIM, üstüne
çok şey yazmaya en çok hakkım olan gazete hâlâ
Milliyet.
En azından, hâlâ meslek hayatımın
yarısından fazlası olduğu için...
En azından, ekonomi şefliği, yazı
işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, genel yayın
koordinatörlüğü gibi görevlerin hepsini orada üstlendiğim
için...
En azından, Dipsiz Kuyu orada
açıldığı için...
En azından, çok eski okuru
olduğum, okurken saygı duyduğum, bir gün kovulurken dahi gazeteye
içim titrediği için.
En azından, öyle ya da böyle,
tarihindeki en büyük virajlarından birinde, yüksek tiraj, yüksek
gelir, yüksek kâr ve Hürriyet'in satın alınması sırasında başında
olduğum için...
En azından, o dönem sadece bu
nicelik büyüklükleri olduğundan değil; habercilikte, kimini
kaybettiğimiz arkadaşlarımıza ödüllerle de taçlanan, "Çillerler'in
ABD'deki serveti... Temiz Toplum" gibi çok sayıda gazetecilik
damgası vurulduğu için...
En azından, oradaki çok kişiyi
sevdiğim, saydığım, birçoğuyla yakın çalıştığım, birçoğundan çok
şey öğrendiğim, birçoğuna belki başka bir yol da gösterdiğim
için.
En azından, çok emeğim geçtiği
için ve emeğime çok şey kattığı için.
• Sanırım, şu anda içimi en çok
acıtan gazete de Milliyet.
Yine yeniden genel yayın yönetmeni
değişti.
Galiba ("ara dönem" denen I urhan
Aytul, kısacık M. Ali Birand, Tarhan Erdem devrelerini, emanet
devirlerini saymazsak), Abdi İpekçi'den sonraki (Çetin Emeç, Doğan
Heper) üçüncü genel yayın yönetmeniydim...
Ben bırakalı 14 yıl
oldu...
Altıncı (hatta yedinci) genel
yayın yönetmeni tayin edildi.
Tayfun Devecioğlu da sonuçta "eski
Milliyetçi"; çok yabancısı sayılmaz. En azından Sevgili Sedat ya da
kimileri gibi, Milliyet'in hiçbir kademesinde çalışmadan gelmiş
değil.
Ama bir sakatlık var.
En köklü kurumlardan biri, markası
bir dönem kesinlikle, hatta satın almayanlarca bile "en çok
güvenilir" diye onurlandırılmış bir gazete, bir sömürgeye
dönüştü.
Şöyle: 1994'te Milliyet,
Hürriyet'i satın aldığında...
Kısa süre sonra manzara şuraya
doğru gidiyordu.
İlk günler, Hürriyet'in şaşaası
Aydın Doğan'a çok itici gelmişti; ilk günler Ertuğrul Ozkök'ün
kovulması hep gündemdeydi ve tuhaf olacağı Umur TALU gerekçesiyle,
ben de dahil, buna karşı çıkanlar vardı.
Ama ilk günler çabuk geçti ve
"Hürriyet'i satın alabilen Milliyet, Hürriyet'in zihnen, tarz
olarak ve kökleri sökerek işgal etmekte olduğu bir gazete"ye
dönüşmeye başladı.
Tam o sıra istifa ettikten bir
süre sonra, gazetenin sahibine de söylediğim bir şey: "Osmanlı,
çürümüş Bizans'ı fethedip büyüyor ama Osmanlı İmparatoru Konstantin
oluyor!" Kısaca, kabaca buydu! O "Bizans" Milliyet'in de ruhunu
kararttı, köklerini kopardı, vicdanını eritti, içini kuruttu! Süreç
sadece Hürriyet'in Milliyet'i "benzetmesi" değil, grubun da,
Milliyet'i yutmaya, yok etmeye, vurmaya uğraşmış o dönemki Sabah
ile Hürriyet'in kirine, pasına benzetilmekte
olmasıydı.
Şimdi bence İkinci Bizans dönemi!
Ya da çöküşteki Osmanlı ordusunun başına Alman generallerin fiİan
geçmesi gibi! Bu kez Milliyet artık fethetmekte olan bile değil;
köşesinde, gardı düşmüş, içindeki tüm gazetecilik birikimine, bence
hâlâ çok iyi haber kadrosuna, yazarlarına rağmen, ensesine vurulup
son tarihi surları da yıkılan bir eski anıt şehir.
Bu kez sadece "Özköktenci Hürriyet
ideolojisi" değil, önyargılı değilim, belki hayat verir, belki
canlandırır ama, o dönem Milliyet'in topyekûn (sadece promosyon,
tiraj ve kâr değil), açıkça gazetecilik tarzı adına da mücadele
ettiği "devrin Sabah'ı" da "sömürge"ye el attı! Bu sadece bir
gazetenin, benim gözümle elbet, son dönem hikâyesi
değil...
Aynı zamanda, bir grup büyürken,
onun motoru olmuş, onun itibar (ve hatta büyüme) kaynağı, vicdanı
olabilmiş bir gazetenin, içindeki onca onurlu ve iyi gazeteciyle
birlikte, makinesiz, haber merkezsiz, yönsüz, "küçücük, fıçıcık"
hale gelmesinin ibret öyküsü.
Bir grubun maddi gücü, boyutu ve
medya iktidarı Mersin'e giderken, gazetecilik itibarının, elindeki
en güvenilir markanın tersine kaçabileceğinin
hikâyesi.
Bu hikâyede çok şey öğrendim;
öğrenmeye devam ediyorum. Umarım herkesin kendince aldığı bir ders
de vardır!