Türkiye yeni okumaya başlayan bir ülke...
Domuz Kasabı'nın yazarı Mehmet Mollaosmanoğlu, birgün dünyanın en çok okunan kurgu yazarlarından biri olacağı iddiasında...
Sayım Çınar, geçtiğimiz günlerde yeni romanı Domuz Kasabı yayınlanan Mehmet Mollaosmanoğlu ile konuştu...
Ortaya edebiyata, edebiyat ortamına dair ses getirecek bir söyleşi çıktı.
Yazar şöyle diyor, “bir gün dünyanın en çok okunan kurgu yazarlarından olacağımı biliyorum.”
Domuz Kasabı her ne kadar gerilim kurgusu olsa da, konunun Alanya’da geçmesinden yola çıkarak soruyorum; sizin hayatınızdan hangi izleri taşıyor? Anlatır mısınız?
Kişiselleştirmezsek şayet etrafımda cereyan eden olaylardan faydalandığım doğrudur bunun kapsamı da sadece roman kahramanımın karakteri ve işiyle ilgili olmaktan öte gitmez. Yoksa bir domuz kasabıyla hiç tanışmadım, domuz eti hiç yemedim ve en önemlisi kaynanam asla ve kat’a romandaki gibi bir kadın değil… Yine roman kahramanım İlimdar Can Çekirdek gibi bir karakterin bakış açısıyla hareket ettiğim de söylenemez. Bununla beraber ben kendimi bildim bilelidoğduğum ve yaşadığım Alanya’da herzaman bir domuz kasabı olagelmiştir, ilham veren de budur zaten. Malum, Alanya Türkiye’de en fazla yabancının yerleşik yaşadığı Akdeniz şehri…
“Müslüman Mahallesinde salyangoz satmak,” diye bir deyim var, Domuz Kasabı’nı okumaya başlayınca çıkış noktasının bu olduğu anlaşılıyor fakat devamında ortaya konan felsefe daha farklı. Benim en çok dikkatimi çeken şu oldu; kitabın özellikle sonlarında ilkel yahut gelişmiş fark etmiyor, insanların bir güce sığınma ihtiyacından kaynaklanan soyut kavramların esiri haline gelmeleri üzerinde durulmuş. Üstelik bu sığınma duygusunun, korku unsuruyla harmanlandığı ve korkununnasıl hayranlık doğurabildiği türünden çelişkiler sorgulanmış daha çok. İnsan acizliği kendi doğa üstü dogmalarını üretiyor gibi de bir sonuç çıkmış ortaya.Doğru mu anlamışım?
Acizliğin yanına bir de ihtirası koyarsak doğru… İlimdar, açgözlü ve kurnaz bir esnaf, düştüğü tuzağın bu durumuyla ilgili olabileceğini baştan anlayamıyor. Dar bir vadide ilkel hayat yaşayan bir grup insanın arasına düşünce kendini, mesleğini ve diğer insanları sorgulamaya başlıyor. Bu küçücük kolonideki bir düzine insanİpar’ın Ruhu adını verdikleri, ortaya çıktığında fırtınalar ve şimşeklerle vadinin üzerine bir kabus gibi çöken, üstelik her sene vadiden birisini ‘kefaret’ olarak alıp giden ve yerine dış dünyadan birisini getiren soyut bir kavramın etkisi altındalar. İlimdar dış dünyadaki inanç ve kabullerle buradakinin arasında çok fark olmadığını anladığında bilmeceyi çözüyor. Demek istediğim şu; çoğu zaman gerçeğe ulaşmak için kabullerden sıyrılmak gerekir, işte bu cesareti bulanlar için yaşam daha anlamlıdır. Bakın kolay yahut zor demiyorum, anlamlı diyorum… Bu nüansı yakalamak çok önemlidir.
Frankfurt Kitap Fuarı’nda ilk defa bir Türk yazarın yani sizin yeni romanınızınlansmanı yapıldı. Neler yaşandı, gözlemleriniz nasıldı?
Frankfurt yerel basınının ‘Türkiye Domuz Kasabıyla fuarda’ türünden ironik ve eğlenceli manşetlerini bir tarafa bırakacak olursak benim için çok ilginç bir deneyim oldu. Uluslararası fuar ortamlarının yazara kariyeri açısından katkılar sunduğuna inanırım. Hem olaya kariyerim açısından bakınca, yeni tanıştığım okurlar, edebiyat isimleri, yabancı yayınevleri vs. büyüdüğümü, geliştiğimi hissederim. Yazar olarak biraz daha piştiğimi düşünürüm. Frankfurt’ta da Yayıncım Münir Üstün’ün çabasıyla böyle bir etkinlik düzenlendi ve Sayım Çınar-Münir Üstün-Mehmet Mollaosmanoğlu üçlüsü olarak gösterişli bir lansmana imza atmış olduk.
"YENİ ROMAN YOLDA..."
Domuz Kasabı artık raflarda… Boş durmuyorsunuz herhalde, sırada ne var?
Türkiye ve Peru Amazonu odaklı yeni bir gerilim-kurgu romana devam ediyorum. Bununla beraber bir ara kitap çıkarma fikri oluştu. Daha evvel hiç hikâye kitabım olmamıştı, sevdiğim dünya kentlerinin adını taşıyan ve konusu bu kentlerde geçen ‘tutkulu kentler’ adını vermeyi düşündüğüm birkaç uzun hikâyedenoluşacak yeni bir eser üzerinde daha çalışmaya başladım. İlk hikâye Şili’nin başkenti Santiago’da geçen genel tarzımın dışında romantik bir aşk, İkincisi Bangladeş’in başkenti Dhaka’da geçen bir gerilim; bu ikisi tamam... Böyle toplam dört veya beş kentte geçen hikâyetasarladım. Sırasıyla, Thimphu-Butan, LaPaz-Bolivya ve Berlin-Almanya düşünüyorum. Zannederim yeni yılın ilk aylarında bir ara kitap olarak raflarda yerini alacak.
“İLHAM MELEKLERİMİN MUZDARİP OYDUĞU YÖNÜNDE KUŞKULARIM VAR"
Eserlerinizde bolca siyasi ve sosyal sorgulamalar var fakat bunu yaparkenhararetli bir konu içindeki macera-korku-gerilim gibi unsurlarla birlikte kurgulama yoluna gidiyorsunuz. Zannediyorum Türk yazarların çok fazla kullandığı bir yöntem değil bu.Yanılıyor muyum?
Bir yazarın tarzını belirleyen faktör nedir gibi bir soruyu çok fazla düşünmüşümdür. İlham kaynaklarıyla ilgili olabilir mi yahut yaşadıklarıyla belki ilgi alanlarıyla…Benim bu tarzımın sebebi de muğlak bu yüzden. Mutlaka her yazar ilgi alanları doğrultusunda bir şeyler yazar fakat konu tarz olunca bu etken kendi başına yeterli olmuyor. Yalnız ilham meleklerimin muzip olduğu yönünde kuşkularım var. Sineği bile incitmekten korkan ben çok ustaca katil, psikopat karakterler yaratabiliyor, kan, işkence ve cinayet kavramlarını bir nebze bile rahatsızlık duymadan kolayca işleyebiliyorum.
Tarzıma döneceksek eğer, romandan daha çok araştırma, tarih ve felsefe kitapları okuduğum için Türk roman yazarları içerisinde benim gibi yazanbirileri var mı onu da bilemiyorum. Dünyadan ise Dan Brown, Koontz, Gaiman gibi yazarlarla kıyaslanmam da gerçekçi değil. Umarım bir gün, kendi tarzını yaratmış bir yazar olarak yer alırım literatürlerde.
Yeniden Domuz Kasabı’na gelecek olursak, konuyu seçerken veya işlerken nelerden beslendiniz?
Bütün eserlerimi okumuş olan bir arkadaşım samimi bir eleştiride bulundu; bugüne kadar yazdığım romanlar içinde en fazla yerel özellikler taşıyanın bu olduğunu söyleyerek kendisine çok ilginç gelmediğini ekledi. Ben de Alanya’da yaşadığı ve kanıksadığı için bir domuz kasabının ve bir Müslüman ülkenin şehrinde yerleşik yaşayan yabancıların/gayrimüslimlerin kendisi için ilginç gelmeyeceğini söyledim karşı tez olarak. Domuz Kasabı, Alanya’da ‘İlimdar’ın leziz ve sıhhi domuz etleri’ tabelalı bir kasap dükkânı ve buradan alışveriş yapan Asia Kova adındaki bir Rus kadının etrafında dönen olayları işliyor. Elbette konu domuz eti, Rus kadın filan olunca Alanya’da yaşayanlar için sıradanlaşıyor. İyi de ben bu romanı Alanyalılar için yazmadım ki! Alanya gibi Müslüman bir ülkenin turistik kasabasına yerleşmiş ecnebilerin küçük bir kasabanın sosyal hayatından pencere açtım, bu pencereden bakacak olanlar da Alanyalı olmayanlar…
Türkiye’de edebiyat ortamını nasıl buluyorsunuz? En iyi roman listeleri yapılıyor, sayısız kitap eki çıkıyor. Sizce bu yayınlar ne kadar etkili?
Türkiye, yeni okumaya başlayan bir ülke bence… Bakın kitap fuarlarına, genç nüfus ne kadar fazla. Elbette bunun handikaplarına katlanmamız gerekiyor. Kitap kurdu olmamış bir okurun seçme kabiliyeti olmayacağından önce popüler olmayı başarmış eserleri tercih etmesi çok doğal. Malum, bir eserin popüler olması iyi olduğu anlamına gelmiyor. Popülerliği sağlayan okurun tercihleri elbette; yeni okumaya başlamış bir genç önce kolay anlayabileceği, teması sade, muhtemelen dini-sosyal kabuller çerçevesinde aykırı durmayacak eserlere yönelecek, bu da diğer okurları tetikleyecek. Şahane bir örnek vereceğim bu konuda. Sosyal medyadan arkadaşım bir yazar var. İlk üç romanı satmadı, bu yüzden yayınevi bulmakta zorlandı. Bir gün bana çok satmanın formülünü bulduğunu ve sadece birkaç ay beklememi söyledi. Şaka yaptığını düşünüp üzerinde durmadım. İslam kadınlarından birisinin hayatını romanlaştırdığını fark ettiğimde kitap çok satanlar listesindeydi. Şimdi sadece bir kitapla benim on kitabımın toplamından daha çok satış yapmayı başardı. Türkiye’de nasıl çok satan yazar olunurun formüllerinden birisi bu, başka yollar da bunun tali olanları, anlayın işte.
Kitap eklerine gelince, kültüre çok fazla hizmet ettiklerini düşünmüyorum. Bol bol ilan toplayıp, kendilerine ilan verenlerin tanıtımlarını yaptıkları ticari mecralar… Yoksa bu ülkede üretilmiş gerçekten iyi edebiyat eserleri kıyıda köşede kalmazdı.
ŞİMDİLİK ÇOK SATMA POPÜLER OLMA ÇABASINDA DEĞİLİM Bir yazar olarak siz kendinizi nerede görüyorsunuz?
Ben kendi adıma şimdilik çok satma, popüler olma çabasında değilim. Hatta bir adım daha ileri gideyim, hedefim Türkiye değil. Bir gün Türkiye’de çok satacağımı da düşünmüyorum. Matematiksel bakıyorum ve ortalama Türk okuyucusunun okuma potansiyeli ile ilgi alanlarını kolayca hizalayabiliyorum. İşin aslı, biraz da ağır kurgular yapıyorum, akıl oyunlarıyla dolu kurgular… Kolay olmuyor tabii, bunun için çok fazla seyahat ediyorum, örneğin herkes Avrupa’ya Amerika’ya giderken ben Peru’ya gidiyorum, Butan’a, Bangladeş’e…Yakında Patagonya var… Kendime soruyorum; Paris’te, Londra’da ya da işte Berlin’de acaba İstanbul’dan daha farklı ne görüp, yaşayabilirim ki? Size soruyorum; Butan’ı bilir misiniz? Peru’da And Dağlarında yaşayan Keçhualardan haberiniz var mı, Bolivya’daki Tiwanaku’yu duydunuz mu? Atacama Çölü’nün boydan boya kat edebildiniz mi? Evet, bunlar benim seyahat tercihlerim işte. Zihnimin ve şuurumun bir balon gibi şişmesi bu yüzden, kurgular böyle çıkıyor, hafızamda yeni dünyalar böyle kuruluyor… Yoksa oturur herkes gibi edebiyat yaparım ben de. Öyle değil mi? Ama bu çabalarım karşılıksız kalmayacak, bir gün dünyanın en çok okunan kurgu yazarlarından olacağımı biliyorum. İnanmayan yazsın bir köşeye.