Tuncay Güney medyayı ters köşeye yatırdı

’Bir de basın özgürlüğünden bahsediyorsunuz, ne basın özgürlüğü. Muz Cumhuriyeti özgürlüğü bu, muz...’’

Doğrusu büyük bir merak içinde değildim dün akşamki 32.Gün’ü beklerken. Programın sonunda ortaya çıkan sonuç beni yanıltmadı tam tersi onayladı.

Mehmet Ali Birand ve Rıdvan Akar için ise üzüldüm. Hem kendilerinin hem de izleyicilerin zamanını ziyan ettiler; üstüne üstlük bir de kafa karıştırma operasyonuna alet oldular. Tuncay Güney ismi, yılların deneyimine sahip bu iki başarılı gazetecinin kariyerinde kara bir leke olarak kalacak herhalde.

Gelelim Tuncay Güney’li 32.Gün’ün açılımına:

Ekranda Toronto’dan bağlanan Tuncay Güney ve karşısında acemi savcı konumunda iki ‘’usta’’ gazeteci vardı.

Tuncay Güney, program boyunca laf salatasından başka bir şey yapmadı. Deyim yerindeyse keçi boynuzu yedik hepberaber.

Zamanın yarıya yakını işkence soruları ve adeta zevkle anlatılan işkence tarifleriyle geçti...

Gerçek ve ağır işkencelerden geçmiş insanları dinlemiş biri olarak bildiğim bir şey varsa o da işkencenin bu kadar rahat ve bir konuşma şehvetiyle anlatılmadığıdır. Gözlerdeki ifade bambaşkadır, dil söylemek ister ama gönül o kadar kırıktır ki dili bağlar. Bizimkinin dili ise maşallah döndükçe dönüyordu. Sorgucularımız da bu işe resmen ve alenen çanak tutuyordu.

İki üç cümleyle geçilecek bir işkence olayı ballandıra ballandıra anlattırılıyordu. Hatta o kadar ki, Güney’in lafı bitiyor, sorgucular ‘’ee, sonra, daha daha… nasıl yaptılar,’’ mealinden sakız gibi uzatıyorlardı konuyu.

İnsan o sahneleri izlerken ‘’Ah şimdi Reha Muhtar gelse de. ‘Acı var mıydı acı?’ diye sorsa’’ demeden edemiyordu.

(Ayrıca, basında bugün yer alan Ümit Oğuztan’ın işkence yapılan kişinin Tuncay Güney değil kendisi olduğunu iddia etmesiyle iyice komediye dönüştü bu işkence muhabbeti.)


Ne Birand, ne de Akar bu duruma bir dur demediğine, sorularıyla konuşmanın yönünü değiştirmediğine göre bu programdan amaçlananın ‘’Tuncay Güney’in ifadeleri işkence altında alınmıştır ve geçerliliği yoktur,’’ cümlesinden ibaret olduğu çıkıyordu ortaya.

Laf salatası dediğim asıl bölüm ise işkence faslından sonra geldi. Güney’in Muhsin Yazıcıoğlu ile görüşme hikayesini, Türkiye’ye dönünce ne iş yapacağı gibi geyik türü denebilecek ıvır zıvırlarını dinledik. (Hazret, dolandırıcılığı banka hortumlamayı çok iyi öğrenmiş, Türkiye’ye gelince bu işin uluslarası boyutta nasıl yapılacağını öğretecekmiş… Ne alakaysa…)

Muhsin Yazıcıoğlu’na telefonda ‘’Hakkını helal et, ben o lafları işkence ile söyledim,’’ dediği, Yazıcıoğlu’nun da ‘'Helal olsun canım kardeşim anlayabiliyorum,’’ dediği kısım da tam anlamıyla evlere şenlikti. Hiç kimse ‘’Yazıcıoğlu böyle bir durum olsaydı hemen paylaşmaz mıydı bunu kamuoyuyla,’’ diye sorgulamadı bile…

Tuncay Güney, doya doya konuşurken dikkati çeken en önemli nokta, iki gazetecinin de gereğinden fazla susarak onun içinde ne varsa dökmesini, kendini açığa çıkarmasını beklediğiydi.

Güney ise bu beklentiyle açıktan açığa alay etti ve şimdiye kadar katıldığı bütün programlarda kendisini dinleyenleri manipüle ettiğini, konuları kilitlediğini söyleyerek ‘’Siz benim şifrelerimi çözemezsiniz,’’ dedi…

Ardından hızını alamayarak,‘’Bir de basın özgürlüğünden bahsediyorsunuz, ne basın özgürlüğü. Muz Cumhuriyeti özgürlüğü bu,’’ sözleriyle tüm söylediklerinin üzerine tüy dikti.

Güney'in belki de en anlamlı ve ciddiye alınması gereken sözü, ''Siz beni bırakın, arkamdakilere bakın, arkamdakilere. Onları görmüyorsunuz bile,'' idi.

Ha, bu arada, gazetecilerden konuğa değil de konuktan gazetecilere gelen  ‘’Ben başından beri ‘işkenceyle alındı o ifadeler,’ diyorum neden o zaman bana inanmadınız,’’ sorusu programın tek dişe dokunur sorusuydu. (Mehmet Ali Birand’ın bu soruya verdiği cevap da çok hoştu doğrusu:  ‘tamam işte şimdi inandık’…)

Sonuçta, işkenceli veya işkencesiz malzeme ortada. Böyle olduğu da ta başından belliydi.  İnsanın, Tuncay Güney’i ekranlarda gördükçe, ‘’medya herhalde gıyabında deli raporu vermek için bu adamı bu kadar çok konuşturuyor,’’ diyesi geliyor.

Fakat bütün bu çırpınmalar boşuna...

Çünkü: Deli olsun veya olmasın Ergenekon davası bir Tuncay Güney davası değil…

O, sadece kafa karıştırıcı, dikkat dağıtıcı bir piyon. Ortada binlerce sayfalık iddianame var. Güney’in sadece ekrandan bize ulaşan lafları değil, evinden çıkan çuval çuval belgeleri de var…

Hal böyle olunca, sadece Tuncay Güney’den dolayı Ergenekon davasının sulanacağı beklentisi fazla safça, fazla çocukça.

Ok yaydan çıktı bir kere…

Hedef şaşırtmanın ise hiç alemi yok. Sonuna kadar, en ince ayrıntısana kadar peşine düşülmeli ve gerçek neyse çıkartılmalı ortaya
.


Dün akşam tanık olduğumuz 32.Gün ise Mehmet Ali Birant ve Rıdvan Akar gibi iki tecrübeli gazeteciye adeta silah zoruyla yaptırılmış bir program  izlenimi veriyordu. 

Nasıl böyle bir işe imza attılar anlaşılır gibi değil. Kendilerinin de anlamadığı programın sonundaki şaşkın ifadelerinden belliydi. Söylediklerine inanmayan bir ses tonuyla, Tuncay Güney’in çok çarpıcı açıklamalar yaptığını ifade ettikten sonra, izleyiciyi internet sayfasından Güney’in inandırıcı olup olmadığını oylamaya davet  ettiler.

32.Gün izleyicisi Tuncay Güney’i inandırıcı bulsa ne olur, bulmasa ne olur?
Güney inandırıcı değil diye vaz mı geçilecek Ergenekon davasından?
Yok mu sayılacak hergün bir yenisi ortaya çıkan garabet ilişkiler, tuhaf alışverişler?

Dilek Yaraş