Tolga Alişoğlu, kendi emekçilerini parlatıyor

“Maaş ödeyemeyen bir kanaldan, son 12 ayda iki kez maaş zammı yapan bir kanala nasıl gelindiğinde”

ADNAN BERK OKAN / SÖYLEŞİ

 Yıllar yıllar önce geçiyor öykü...
Sultan, kendi adını vereceği mermerden bir çeşme yapılmasını emrediyor Vezir-i Âzam'a...
Bir süre sonra da tebdil-i kıyafet çeşme yapılan alanı teftişe gidiyor...
Ağustos sıcaklarının rekor kıran günlerinden biri yaşanıyor...
Sultan yanında Hazinedarı da olduğu halde çalışanlara doğru yaklaşıyor.
İki genç adam önlerindeki mermeri yontarken bir yandan alınlarında sürekli biriken terleri siliyorlar, diğer yandan da;
"Sultanını da.... Çeşmesini de... Mermerini de..." diyerek sinkaflı küfürler savuruyorlar...
Sultan bu ikisinin derhal kellelerinin vurulmasını emrediyor...
Biraz daha yürüdüğünde iki orta yaşlı işçi görüyor.
Bunlardan biri isteksizce mermeri yontarken diğeri de ona bakıp, o nasıl vurursa elindeki keskiyi o da aynen öyle vuruyor...
Hazinedar’ına, "şu taklitçiye bir altın, ustaya da iki altın ver" diyor...
Biraz daha ilerlediklerinde elinde çekiç ve keski ile önündeki mermerin etrafında fır dönen bir adama rastlıyorlar...
Adam mermere birkaç vuruş yaptıktan sonra geri çekiliyor, mermere az uzaktan sevgiyle bakıp; "hey beee!" diyor, "dünyanın en büyük sultanının çeşmesinin yapımında benim de emeğim var"...
Sonra yeniden keskiyi vuruyor mermere, yeniden dönüyor etrafında az önceki sevgi dolu bakışların eşliğinde; yine sultanı ve yaptığı işi övüyor...
Sultan Hazinedarı'na diyor ki;
"Şuna bir kese altın verilsin!".
Hazinedar
'ın şaşkın bakışlarını görünce açıklama yapmak ihtiyacını duyuyor...
"İlk gördüklerimiz yaptıkları işten zevk almadıkları gibi, yaptıkları işi mundar da ediyorlardı, onun için kellelerinin vurulmasını emrettim. Az önceki taklitçi ve ustasıysa sadece işlerini yapıyorlardı... Böyleleri fayda vermez ama zararları da olmaz... Buna gelince... Aslında pek bir şey yaptığı yok ama işini seviyor, severek yapıyor; yaptığı işi de angarya olarak görmüyor... Bugün pek bir şey yapmasa da ileride çok başarılı işler çıkaracağı kesin... Onun için kendisini bir kese altınla ödüllendirdim"...

                                   *   *   *

Efendim;
SkyTürk 360 TV kanalının Genel Müdürü Tolga Alişoğlu ile telefon sohbeti yaptık…
Sesinin coşkusu, heyecanı ve hep ileriye, geleceğe ilişkin konuşmak istemesi; çalıştığı kurumun adını anarken ses tonunun bir başka güzelleşmesi, kurumundan hep övgüyle söz etmesi; itibarlı, güvenilir olduğuna vurgu yapması bana çok severek anlattığım bu öyküyü hatırlattı...
SkyTürk'ün ( o zamanlar logosunda henüz 360 yoktu) geçtiğimiz yıllarda maaşları bile zor ödediğini hatırlattığımda üstünde bile durmadı...
"Benden önce ekonomik sıkıntılar yaşanıp yaşanmadığıyla ilgili değilim ama" deyip devam etti, "göreve geldiğimden beri maaşlar bir gün bile aksamadı. Hatta aksamak bir yana son 12 ayda çalışanların maaşlarına iki defa zam yaptık"...
Ben biraz hayret çokça da "takdir" ifade eden bir takım sesler çıkardıktan sonra sordum:
"Yani gömü mü buldunuz?.. SkyTürk'ün kaynakları belli, sizden önceki durumu belli... Ne yaptınız, nasıl yaptınız da maaş ödeyemeyen bir kanalı maaşlarını gününde öder hale getirdiniz?"
Öncelikle ve incelikle bir yanlışımı düzeltti:
"Logomuzun SkyTürk360 olduğunu hatırlatırım"...
"Haklısınız, lâf cimriliği yapayım dedim herhalde; evet SkyTürk 360 ne oldu da birden maaşları gününde ödemeye başladı, nasıl oldu da son 12 ayda 2 kere maaş zammı yaptı?"

                                   *   *   *

Bu arada unutmadan bir noktanın altını çizeyim:
Tolga Alişoğlu son derecede nazik ve ses tonu yumuşacık...
Bilinir ki insanoğlu uyarıldığında karşı taraf ne söylerse söylesin biraz incinir...
Bu, insanın fıtratında vardır..
Alişoğlu bunu çok iyi bilenlerden olmalı ki "uyaran" bir ses tonundan ziyade bildiğiniz ama unuttuğunuz bir şeyi hatırlatırmış gibi söylüyor...
Yani yanlışınızdan utanmıyorsunuz...
Benim “SkyTürk 360” yerine kısaca eski ismiyle hitap ediş yanlışlığımı da işte öylesine incitmeden düzeltti...
Nerede kalmıştık?..
“Maaş ödeyemeyen bir kanaldan, son 12 ayda iki kez maaş zammı yapan bir kanala nasıl gelindiğinde”…
Onu da şöyle açıkladı:

                                   *   *   *

"Kanalın bağlı olduğu ana kurumdan hiçbir katkı almadım; tek yaptığım şey; gurubun içindeki kendi kaynaklarını doğru kullanmak oldu".

Ve o artık alıştığım heyecanlı ses tonuyla anlatmaya başladı:

"Biz daha önceleri Akşam'la aynı kampüsteydik, 360 projesiyle birlikte Show TV ile aynı mekâna geçtik. Aynı imkânları kullanmaya başladık. Biliyorsunuz ölçek ekonomisinde kurum büyüdükçe birim masraflarınız azalır. Bizde de aynen öyle oldu. Ben göreve başladığımda 2 muhabir vardı bugün 20 muhabir 13 kameramanla çalışıyoruz. Bizim bordromuzda yer almayan ama telifle çalışan çok kaliteli muhabirlerimiz var. Bu arkadaşlarımız kanaat önderlerinin itibar ettiği, prestijli isimler".
Bu arada ekonomi yorumcuları Murat Sabuncu ve Uğur Gürses'in isimlerini de verdi...
Ben de her iki ismi birden (zaman zaman farklı düşünsek) de takdirle izlediğimi belirttim...
Ve…
Geleceğe yönelik hedeflerinin ne olduğunu merak ettiğimi belirttim…
Bilhassa geceleri popüler kanallara çok az bakan, genelde haber kanalı izleyen; işyerlerinde de her dakika bir haber kanalı açık bulunan izleyici kitlesinden “kocaman bir pay” alıp alamayacaklarını sordum.

“Bizim iki müşterimiz var” diye girdi cevaba…
Bana ilginç geldi çünkü sorduğum sorunun cevabının girişi bana göre böyle olmamalıydı ancak…

“Müşterilerimiz; izleyici ve reklâmveren; ikisi aynı havuzda birleşince aldığımız pay büyük olmasa bile değerli olur” deyince nereye varmak istediğini anladım…
Hani var ya, “Kalite mi?.. Kantite mi?” diye bir tartışma; Alişoğlu önceliği “kaliteye vermekten taraf” idi…
Ona demedim ama Rahmetli Sakıp Sabancı’yı hatırladım…
Baş başa yediğimiz bir yemekte bana “çok şaapmakla çok çocuk olmuyo ağam” demişti o sevimli şivesiyle, “bir kere vuracan ama temiz vuracan; çocuk da temiz doğacak”…

                                   *   *   *


Araştırma kuruluşlarının 12 coğrafi bölgede yaptıkları bir araştırmadan elde ettikleri sonucu mihmandar edindiğini fark ettim.
NUTS 2 (istatistiki bölgesel birimler sınıflandırması) kırılımında insanların nasıl bir TV kanalı istediklerini araştırmışlar.
“Hangi kanal iyi?” ya da “hangi kanal kötü” diye bir soru yok…
Soru; “insanlar bir haber kanalından ne beklerler?”
Ve tabii ki 12 bölgeden çok farklı cevaplar, çok farklı talepler gelmiş…
Ancak verilen cevaplardan anlaşılan, haber kanalı izleyicileri izledikleri kanal konusunda fanatik ya da tutucu değiller…
Öncelikle izleyiciler spekülasyon istemiyorlar…

Görsel kalabalık olmayan, kolay izlenebilecek, doğru ve tarafsız; temiz ekran istiyorlar...
Ve izleyicinin ortak bir diğer isteği ise; hem kanalla, hem sunucu ile ve hem de konukla ilişki kurabilmek…
Hızlı bir program akışı ile birlikte haberin farklı açılardan bakarak inceleyen programlar…
Araya girip sordum:
“Az önce iki müşterinizden; reklâmveren ve izleyiciden söz ettiniz… İzleyicinin talebi belli; ya reklâmveren?”

“Çok önemli ve değerli tabii” diye başladı cevabına ve devam etti; “biz haliyle halk ve reklâmveren nasıl bir kanal istiyorsa öyle bir kanal kuracağız.”
“Bunu açar mısınız?”

“Ben size marka ismi vereyim ama siz bunu okurlarınıza aktarırken marka ismi vermeyin lütfen çünkü yanlış anlaşılabilirim”.
Benden “kabul” onayını aldıktan sonra marka ismi vererek anlatmaya başladı…
Ben adını vermediğimiz markalar için “X”, “Y” ve “Z” diyeceğim…

                                   *   *   *

Evet efendim şimdi hep birlikte Tolga Alişoglu’nun anlattıklarına bakalım…
“Prestijli bir marka olmak istiyoruz… Meselâ X konfeksiyon markası… Dünya çapında ve fakat çok pahalı bir marka… herkes o markayı giymek istese de mağazadan içeri giren müşteri sayısı azdır zira çok pahalıdır… Bir diğer marka ise Z markasıdır ve o da dünya markasıdır ama harcıâlemdir… Herke ulaşabilir, kalitesi düşük, fiyatları ucuzdur… Ve bir de Y markası vardır… Yerlidir, çok üzt düzey kaliteye sahiptir ancak ürünleri içinde kesesine göre orta kesimden herkesin satın alabileceği ürünler vardır. İsteyen kravat alır kendisine, isteyen bir mendil isteyen bir ceket ya da gömlek… Biz işte o çok kaliteli ama herkesin değilse de oldukça geniş bir kitlenin ulaşabileceği kaliteli, prestijli marka gibi olmak istiyoruz”…

                                   *   *   *


Verdiği marka isimlerinden ben ne demek istediğini çok iyi anladım ve fakat kendime burada marka adı vermeden sanırım SkyTürk 360 ekranlarında yakalanmak istenilen kaliteyi anlatabilmişimdir…
Hedefi beğendiğimi söyledikten sonra sordum:
“Bunu nasıl, hangi kaynaklarla yapacaksınız?”
“Evet kaynaklar…” dedi ve sonra da şunları söyledi, “kaynak dediğimiz şey sadece para, banknot değil ki… Kaynak dediğiniz şey muhabir, kameraman ve hatta cep telefonu, tabletler, facebook, twitter gibi iletişim imkânlarının hepsi… Ve tabii bir tarafta bu kaynaklar diğer tarafta ise izleyici ve reklâmverenin talepleri var… Ben orkestra yöneticisiyim. Benim görevim bütün bu enstrümanların yanlış nota basmamalarını sağlamak, onları doğru plânlayabilmek.”
Benim bu söylediklerinden anladığım; “uyumu sağlamak, bir gözleriyle nota defterine diğer gözleriyle de elindeki bagete bakan sanatçıların dikkatini dağıtmamak”…
Ve benim anladığımın doğru olduğunu teyit ettikten sonra ben sözü logoya eklenen “360”a getirdim…
Logoya yapılan bu eklemeyle ney amaçladıklarını sordum…
“Bunun anlamı haberi olduğu gibi ve tüm açılardan görmek var” dedi Alişoğlu ve konuşmamızın başından beri hiç eksilmeyen heyecanıyla konuşmasını sürdürdü:

“Merkezde durursanız haberi her yanıyla görebilirsiniz. Dediğim gibi ben her konuda orkestra yöneticisi gibi olmak zorundayım ve yaptığım işin gereği de işin merkezine muhabiri koyuyorum. İşin merkezine muhabiri koyunca ve tarafsız olunca, herkese eşit, her tarafa aynı uzaklık ve yakınlıkta olunca haberi 360 derecelik bir açıyla görüyor, her tarafını izleyiciye de gösterebiliyorsunuz…”

                                   *   *   *

Eveeett…
“Nasıl bir kanal” hedeflendiğini sanırım anlatabildim…
Ben ikna olduğum gibi yeni dönemde en sadık izleyicilerinden biri olacağıma söz bile verdim…
Ve “biraz da kanala geldiğiniz ilk günlerden söz edelim” dedim…
İlk söylediği şu oldu:
“İşe ilk başladığım gün çalışanlara şunu söyledim: ‘kimseye tutamayacağım söz vermeyeceğim’ Yani birinize ‘sana on bin lira vereceğim’ deyip hiç vermemektense ‘sana bin lira vereceğim’ deyip paranızı gününde vereceğim”.
Sonra “çalışanlar nasıl çocuklar?” diye bir soru sormadığım halde, "buradaki çocuklar pırlanta gibi çocuklar" dedi…
“Ne alâka?” diye sordum gayri ihtiyari…
“Şu alâka ki; 36 yaşımdayım, böyle büyük bir yapıyı yönetmek ve insanlara güven vermek zor… Ben kendi ekranımızda kendi emekçilerimi parlatıyorum…”
“İyi ama sizin ekranda parlattığınız bir başka ekran tarafından hemen kapılırsa ne yapacaksınız?”
“Ben, bizim imkânlarımızdan fazla veren varsa gidecek olan elemanımla da gurur duyarım…”
“Gitmemesi için imkân zorlaması yapar mısınız?..”
“Hayır yapmam; kurum içi maaş dengelerini bozmam”…

                                   *   *   *

Ve sonra kanalda görev alan bazı isimleri saydı…
Murat Sabuncu, Uğur Gürses; Rauf Ateş, Talat Yeşiloğlu, Serpil Yılmaz. Melih Gümüşbıçak, Aybars Hünalp, Aslı Aydıntaşbaş ve not alamadığım birçok deneyimli ve prestijli televizyoncu…
Stüdyoların dizaynını sordum…

“Müthiş bir grafik tasarımcımız var” dedi. “İçimizden yetişen stajyerlerden oluşan ekran dekorlarını yapan departmanımız ve Eksen teknik şirketi”…
“Eksen” adını duyunca tabii ki “vaaauuuvvv!” çekmemek imkânsız…
Acun Ilıcalı’ya da servis veren görsel medyanın belki de en iyisi…
Artık daha başka bir şey sormayacaktım ama çok önemli bir soruyu tevdi etmediğimi hatırladım ve hemen sordum:
“Yayın politikanızı nasıl olacak?..”…

“Bizim hedefimiz bütün halkımızı ortak mutabakatlarla yaşatmak; işimiz gereği kendimizi buna mecbur hissediyoruz. Ekrana çıkarttığımız konukların birbirleriyle tartışmaları hatta seslerini yükseltmeleri de kabul edilebilir ama karşılıklı hakaretlere de ekranda olmayan birileri aleyhinde konuşulmasına da izin vermeyeceğiz… Ekranımıza çıkan her konuk konusunun uzmanı olacak… Mesela Tebernüş Kireççi; emlak konusunda Türkiye’nin en iyisi ve bizim ekranlarımızda…”
Anladığım kadarıyla konusunun uzmanı olmayana ekran yok…
Doğrusu da bu değil mi?..
Bazı ekranlara bakıyorum ara sıra; konu Suriye veya terör ya da küresel ekonomi; konuklar ise konuyu başka uzmanların yazdıklarından takip edip yorum yapan köşe yazarları…
Tabii ki zaplayıp geçiyorum…
Ama belli ki SkyTürk360 da uzaktan kumandayı unutacağız…
Son sorum yeni yayın dönemini ne zaman başlatacakları oldu…

“Okulların başladığı hafta” cevabını aldım…
Karşılıklı teşekkürlerle telefonu kapattık…
Şimdiii…
Söyleşiyi bağlayacağım…
Belki Alişoğlu’na iltifat etmiş gibi olacağım ama altmışı aşkın yaşımda telefonda veya yüz yüze çok kişiyle konuştum…
Kimisinden elektrik aldım ama etkilenmedim…
Kimisi boş teneke gibiydi…
Sesi çok çıkıyordu ama katırtırnağı gibiydi…
Çiçek çok yemiş yok…

Tolga Alişoğlu (hadi itiraf edeyim) beni çok etkiledi…
Eskilerin deyimiyle konuşmaları da ses tonu da muknî (ikna edici) idi…
Beni ikna ettiği gibi heveslendirdi de…

                                   *   *   *

Kolay gelsin kardeşim…
Tabii şans faktörünü ve “medya” denilen tarlada ayrık otlarının bolca yetiştiğini de unutma…
Öyle ayrık otları ki; seni sever gibi sarılırlar ama asıl amaçları tökezletmektir…
O ayrık otlarının ökselerine çok defa yakalanmış biri olarak uyarayım dedim…