Tamer Levent: 'Daha güzel bir dünya için 'Sanata Evet' diyelim'
Sayım Çınar, oyuncu, yönetmen, sanat yönetmeni ve yazar Tamer Levent ile Frankfurt Tiyatro festivalini, tiyatroyu konuştu. Ortaya zengin bir söyleşi çıktı.
GAZETECİLER.COM - FRANKFURT/ALMANYA
SAYIM ÇINAR
Gazeteciler.com'daki röportajlarıyla kültür sanat gündemine damga vuran Sayım Çınar, oyuncu, yönetmen, sanat yönetmeni ve yazar Tamer Levent ile Frankfurt Tiyatro festivalini, tiyatroyu konuştu. Ortaya zengin bir söyleşi çıktı. İşte o söyleşi:
Sizi Türkiye’de bulamadık ama Almanya’da bulduk. Hoş geldiniz. Bugün bir atölye çalışmanız var oyuncularla birlikte. Frankfurt’tasınız, neler hissediyorsunuz?
Öncelikle çok mutluyum çünkü ben de üç-beş yıldır, Frankfurt’ta bu festivalin oluşmasını öneriyordum. Zaman zaman bu konuda konuşmalarımız, görüşmelerimiz oluştu. O zamanki başkonsolosluk da destek oldu, şimdiki başkonsolosluk da çok destek oluyor. O çok önemli. Bugün yöneteceğim atölye çalışması da Frankfurt’taki Türk tiyatrosunun oyuncularıyla olacak. Çünkü onlar beş yılı aşkın bir süredir son derece iyi, kaliteli oyunlar oynuyorlar ve Almanya’da da tanıtmaya başladılar kendilerini. Buradaki üçüncü kuşaktan sonra artık Türkçe farklı bir Türkçeye dönüşmeye başladı. O anlamda da bu festivalin çok önemi var.
Almanların gelip Türkçe oyun izleyip, oyunun üst yazısının Almanca olması bir hayli ilginç, değil mi? Türkiye için bir devrim.
Çok önemli çünkü genellikle spor müsabakaları ülkelerin tanıtılmasında etkin gibi görülür. Halbuki sanatsal buluşmaların ülkelerin yaşama bakışları, kaliteleri, insan düşüncesinin özlemleri gibi konularda da fikir vermesi o ülkeye prestij kazandırır ve ülkeyi tanıtır. Bence bu festivalin düzenleniyor olması Almanlar için de çok iyi çünkü Almanya’da yaşayan büyük bir Türk toplumu var. Türk toplumunun kendisini bu festivalle ilişkilendirmesi hayata bakışlarının, vizyonlarının gelişmesi açısından çok önemli.
Türkçe konuşulan bir tiyatro ama Almanca altyazı var biliyorsunuz, o da gerekli zaten. Almanya’da böyle birçok tiyatro festivali var. Avigno’da, Edinburgh’da, Almanya’nın içinde, Fransa’da düzenlenen başka festivaller biliyorum ama bu da hiç yabana atılacak bir festival değil. Onlar çok geleneksel, çok uzun yıllardan beri yaşayan festivaller ama bu yeni festivaller toplumların birbirlerini tanımaları, hayata dair problemleri savaşla ya da insana zarar vererek değil, diyalogla çözebilmeleri açısından çok önemli.
"ROBOTLAŞAN İNSANLARIN, İNSANİ TARAFINI HAREKETE GEÇİRMEK LAZIM"
Sanatın çok ortak bir tarafı var. Nereye giderseniz gidin, sanat belli bir kitle için değil. Kültürlerin buluşması.
Tabii. Artık çağımız teknoloji çağı diyoruz, yeni milenyumda yaşıyoruz, herkesin elinde cep telefonu var. Hele İstanbul’da, Beyoğlu’nda insanlar neredeyse çarpışan arabalar gibi yürüyorlar, değil mi? Çünkü ellerindeki telefona bakarken kime çarptığını bilmiyorlar, robotlaşma gibi bir şey oluyor. Oysa bu teknolojiyle yaşayan insanın robotlaşmak yerine insani tarafını da yeniden harekete geçirecek kültürel etkinliklere ihtiyaç var. İşte bu festivaller bence çağımızın ihtiyaçlarına ışık tutuyorlar. Çağımızda bu tür festivalleri bugünkü haliyle doğru değerlendirip büyütmek, yaygınlaştırmak lazım.
HILLARY CLINTON DA "SAVAŞ YERİNE SANAT" DEMİŞTİ
Tabii, futbol dışında da sanat var. Sanatla da başka bir iletişim kurabiliriz. Burada Merkel’in Türklerle de arası çok iyi ve hatta eyalet meclisine bir Türk kadın başkan bile oldu. “Don Quijote Merkel” diye manşetler yapıldı. Merkel’in Türklerle özel bir ilişkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Özel ilişkisi var mı, yok mu bilmiyorum ama Merkel son yılların çok önemli bir politik figürü ve de bu anlamda çok şaşırtıcı ve ilginç şeyler yapıyor. Mesela mülteciler konusunda gösterdiği hassasiyet Avrupa’da değişik bir ses yarattı. Size bir şey söyleyeyim, çok şaşıracaksınız belki ama, şimdi Amerika cumhurbaşkanı adaylarından biri olan Hillary Clinton Türkiye ziyaretinde bulunmuştu. Bu ziyaret sırasında Hillary Clinton’ın bir gazetede röportajı çıktı ve orada dünyada savaş yerine sanatsal kavramların önemini vurguladı çünkü sanatsal yaratıcılık demek buluş demek, problem çözmek demek, iyi kalite demek, estetik demek, adalet demek, barış demek. Biz sanatı çok soyut ve tek kelimeden ibaret zannediyoruz. Halbuki sanat felsefesinin içinde bu saydıklarımın hepsi var. Dolayısıyla sanatı yaratıcılık yönüyle ele alırsanız, sizi problem çözmeye yöneltir.
Ben “sanata evet” diye bir kavram sürdürüyorum yıllardır ve bu kavramla bunu anlatmak istiyorum. “Sanata evet”in dünyada bir slogan olmasını ve insanların bu sloganın içeriğinde bulunan değerlerden yararlanarak problemlere farklı gözlerle bakmasını istiyorum. Çünkü insanın insanı öldürmesi artık son derece arkaik, eski bir anlayış. İçinde bulunduğumuz çağ yeni bir milenyum ve yeni bir teknolojinin yaşandığı çağsa insanın artık arkaik, ilkel çözümler yerine çağın gereklerine uygun çözümler üretmesi gerektiğini düşünüyorum.
“SANAT KİŞİSEL ÇIKAR UĞRUNA YAPILLMAZ”
Siz çok yoğun tempoda olan bir sanatçısınız. Bir taraftan bir tiyatro oyunundasınız. Küheylan’da oynuyorsunuz. Çok da güzel bir oyun. Misafir filmi vizyona girdi, bir de burada Frankfurt’ta festivaldeyiz. Bu röportajdan sonra Türkiye’ye gideceksiniz. Peki, son dönem yaptığınız işleri nereye oturtuyorsunuz? Herhalde Misafir özeldir, Küheylan özeldir.
Daha önceden Tepenin Ardı filmiyle Berlin’de ödül almıştık. Kış Uykusu Cannes’da Altın Palmiye ödülünü kazandı. Ben, “sanata evet”le ifade etmek istediğim misyonun yeniden dünyanın ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Belki bütün bu gücü “Bu ihtiyaca yönelik bir örnek oluşturabilir miyim?” romantizmi içinde buluyorum kendimde. O romantizm beni bütün bunları yapmaya yöneltiyor. Bunlardan herhangi bir kişisel çıkarım yok artık, kişisel çıkar uğruna yapılmıyor bunlar.
Küheylan çok zor bir oyun. Hasta-terapi ilişkisi gibi. Her bölümünü terapiye giriyormuşçasına izliyoruz. Çok sarsıcı bir oyun. Yıllar önce o oyunu Mehmet Ali Erbil oynamış ve çok beğenilmiş o dönem. Ben tabii ki oyunu bu şekilde biliyorum.Küheylan gerçekten çok ilginç bir oyun. Birkaç defa daha izlemek isteyebilirim. O oyun sizde çok büyük bir iz bırakıyor, değil mi? Oyundan çıktıktan sonra ne hissediyorsunuz? Çok travmatik bir oyun. Normal hayata geçebiliyor musunuz?
Tabii, oyundan çıktıktan sonra çok bir şey hissetmiyorum. Bir oyuncu oynadığı rolün etkisinde kalmamalıdır ama ne kadar bunu söylersek söyleyelim -kırk beş yıldır oyunculuk yapıyorum- demek ki zaman zaman insan etkilenebiliyor. İnsana dair şeyler oynanıyor çünkü.
"İYİ OYNANAN BİR OYUN İZLEYİCİDE EMPATİ YARATIR"
Bir soruşturma olduğu için, orada kendinizi de sorguluyorsunuz.
İnsan kendini de sorguluyor, toplumu da sorguluyor, çocuğun o hale gelmesinin nedenlerini de sorguluyor.
İlla oyuncu olmak gerekmiyor. Bir izleyici de bunlardan çok etkilenebilir diye düşünüyorum. Zaten iyi oynanan bir oyun, izleyicide empati yaratır. Seyirci o empatiyi yarattıysa, bu sefer kendi hayatını da çözümlemeye başlar.
Bir de şöyle bir durum var: Ayşen İnci’nin oyununu çok beğendim. Orada, Devlet Tiyatrolarında ilk defa, oyun bitiyor ve James Blunt şarkısı çalıyor ve hepimizin çok sevdiği bir müzisyen. O güncel şarkıyı orada görünce insan mutlu oluyor. Devlet Tiyatroları daha yenilikçi bir anlayışa doğru gidiyor, değil mi?
Öyle olması da lazım. Ben, Türkiye’de daha açılım konusu yokken, çok değerli oyun yazarımız Orhan Asena’nın Ölümü Yaşamak diye bir oyununu koymuştum Diyarbakır’da. O oyunun içinde Diyarbakır’da kültür olan Dengbejlerden bir grup kullanmıştım. O zaman tepki aldı, pek anlaşılmadı. Zannettiler ki ben Devlet Tiyatrosu’nda bütünüyle Kürtçe bir oyun koydum. Halbuki Devlet Tiyatrosu demek, o ülkenin devletinin tiyatrosu demektir. Orada o ülkenin dili konuşulur. O zaman Shakespeare’i de İngilizce oynamak gerekir gibi bir durum çıkar. Ama bir Dengbej’in orada yer alması oyunun gereğiydi. O bile Türkiye’de insanlar tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Ama çok etkili oldu. Arkasından açılım dönemi başladı. Hatta birçok kişi benim bu oyunu insanları açılım dönemine yöneltmek için yaptığımı zannettiler ama açılım daha siyasi bir başlangıçtı. Bizimki tamamen sanatsal bir saflıkla yapılmıştı.
"HİÇBİR ULUS GERİ KALMIŞLIK İÇİNDE YAŞAMAYA MECBUR DEĞİL"
Zaten sanatın birleştirici bir tarafı da olduğu için böyle davrandınız.
Tabii; din, dil, renk ayrımı gözetmeksizin insan olma özelliği, birleştirmesi.
O zaman insan her zaman kahraman olmaz ama insan olabilir.
Hiçbir ulusun geri bıraktırılmışlık ya da geri kalmışlık içerisinde yaşamak zorunda olacağını düşünmüyorum. Bu bir kültür değildir. Diyelim Japonlar İkinci Dünya Savaşı’ndan çıktıktan sonra bir dünya devi oldular. Uzak Doğu’nun en uzağındaki ülke değil mi? Nasıl oldular? Demek ki Japonlar bunu yapmasalardı bugün kimonoyla, terlikle yaşayan, sokaklarda arabası olmayan, teknolojisi gelişmemiş bir ülke de olabilirdi. O zaman biz ona Japon kültürü mü diyecektik? Bu gelişmiş olana da Japon kültürü diyoruz ama. Yani biz gelişmemiş olanı geleneksel kültür zannediyoruz ama hayır. Gelişmemiş olan geleneksel kültür olamaz. Gelişmemiş olan gelişmemişliktir.
Şu an Almanya’dayız. Alman kültüründen neler sizi kalbinizden vurdu?
Ben Almanya’da burslu öğrenci olarak da bulundum. Goethe Institut’ta da biraz Almanca öğrendim. Almanya İkinci Dünya Savaşı’ndan suçlu çıktı biliyorsunuz. Ordusu oluşmadı. Birçok engeli, yasağı vardı. Fakat Almanya ne yaptı? Kendisini sanayi ve teknoloji olarak geliştirdi ve bu geliştirmeye yönelirken de ilk yaptığı iş tiyatro, konser salonlarını açmak ve eğitime büyük önem vermek oldu. Bunu birçok yıldır örnek verirken söyleriz. Almanlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ne yaptı? Tiyato kurdu, orkestra kurdu ve eğitim sistemini yeni kurulacak Almanya’ya göre düzenledi. Şu an Almanya’da herkesin üniversiteye gitmesi şart değil ama meslek okulları var. Almanya’da okula gitmemiş öğrenci yok çünkü meslek eğitimini de okulda alıyor, yüksek eğitimi de okulda alıyor ama kimin neye yeteneği varsa o eğitimi alıyor. Bu da son derece örgütlü bir toplum modeli yaratıyor.
Misafir Türkiye’de gösterime girdi, festivallerde de gösterildi. Sizin bu filmde de önemli bir rolünüz var. Misafir sizce nasıl bir film?
Misafir bence önemli bir film. Yönetmenimiz Mehmet Eryılmaz’ın kendi yaşamından esintiler de var içinde. Yoksulluk çizgisinde yaşanan bir yaşamda insanların yaşamak için ayakta durma mücadelesi vermesi bu. Bir tarafta bir insan ölürken öbür tarafta insanlar maç seyretme objektifliğine kadar gidebiliyor. Ona duyarsızlık da denebilir. Ama bu, yaşamın içinde kaçınılmaz bir direniş haline dönüşüyor.
Siz orada ataerkil bir babayı canlandırıyorsunuz.
Böyle bir babayı oynamak hoşuma gitti çünkü ben genellikle entelektüel adamı oynarım, Küheylan’da psikiyatrisi oynadığım gibi. Galileo oynadım. Venedik Taciri oynadım, Shylock. Bunlar son oynadığım oyunlar. Mutlu Yıllar diye bir oyunda oynamıştım. Mehmet Baydur’un Yalancının Resmi’nde oynadım. Aşağı yukarı yüz tane oyun var, bundaki rollerim genelde kahraman, lider ve entelektüel adam şeklinde. Ama son yıllarda böyle farklı roller oynamak hoşuma gidiyor. Dizide oynadığım Şevket Reis de farklı bir rol. Hatta beni eskiden tanıyanlar, eskiden oynadığım rolleri bilenler bu rolleri oynamama da şaşırıyorlar. Ama bir oyuncu her rolü oynayabilmelidir diye düşünüyorum. Oyunculuğu renkli kılan da o zaten.
“İNSANLARIN TÜRKİYE'DE ANLATACAK DERDİ ÇOK
AMA BUNU İFADE EDEMİYOR”
Türkiye’deki oyun yazarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin bizim Devlet Tiyatrolarına baktığımızda çeviri oyunlar daha fazla. Türkçede iyi oyunlar yazılmıyor mu?
Türkçede çok iyi oyunlar yazılıyor. Mesela Turgut Özakman, Orhan Asena, Mehmet Baydur, Oktay Arayıcı çok iyi oyun yazarlarıydılar. Bu çapta birkaç oyun yazarımız daha var. Oktay Arayıcı’yı zamanında tanımıştım. Genç bir yazardı ama devam etmedi. Çok da erken kaybettik üstelik. Şimdi Özen Yula çok verimli bir dönemini yaşıyor. benim ismini söylemeyi unuttuğum vardır mutlaka ama son zamanlarda Türkiye’de oyun yazarlığında çok önemli isimler gelişmedi gibi geliyor bana. Neden, sanki Türkiye’de konu mu yok? Türkiye coğrafyasında, Orta Doğu coğrafyasında, sosyolojisinde tiyatro oyunu yazacak konu o kadar çok ki… Ama neden bu konular tiyatro oyunu haline gelip yazılamıyor? Daha bugün internette bir şey gördüm. Dünya çapında ünlü Amerikalı bir senaryo yazarı birisine diyor ki: “Sırf öyle laf olsun diye, senaryo yazmak için senaryo yazmayın. Eğer anlatacak bir derdiniz varsa onun için yazın.” İnsanların Türkiye’de anlatacak derdi çok ama bunu ifade mi edemiyor acaba?
KORELİ YAZARLAR İZLENİYOR DA TÜRK YAZARLAR NEDEN İZLENMİYOR
Yazmak çok başka bir serüven. Ben bir ajans olarak baktığım zaman, Türkiye’de çok sayıda yazan insan olduğunu ama bunların çoğunun okunmadığını görüyorum. Kendini okutan yazar profilleri az.
Senaryolarda da aynı sorun. Dizi senaryolarına bak. Mesela bir senaryo dizi olarak oynandıktan sonra tutuluyor, arkasından bir bakıyorsun beş tane onun taklidi yapılıyor. Niçin yenisi yapılmıyor? Kore senaryoları format olarak kullanılıyor. Koreli yazarlar bunu yazıyor da Türkiyeli yazarlar bunu neden yazamıyor?
Siz aynı zamanda dizi oyunculuğu da yapıyorsunuz. Türkiye’deki dizilere baktığımız zaman gerçekten ciddi bir profil Türkiye’de dizi izliyor ve bu ciddi bir sektör oldu. Balkanlarda ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde de dizilerimiz yurtdışına satılıyor. Türk dizilerinin geleceği oldukça parlak. Çok üretiyoruz ama çok da pazarlaması var.
Pazarlama açısından parlak ama yeni konular bulma açısında insan bazen şaşkınlığa düşüyor, neden bulunamıyor diye.
130 DAKİKALIK DİZİ KORKUNÇ BİR ŞEY
Türkiye’de çok reyting almış diziler var: Muhteşem Yüzyıl, Kösem Sultan, sizin diziniz Aşk Yeniden… Birçok diziyi sayabiliriz. Reşat Nuri’nin edebiyat uyarlamaları Türkiye’de de, başka yerlerde de oldukça ilgi görüyor. Siz Türkiye’deki dizi ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle, 130 dakikalık dizi çekiliyor. Bu korkunç bir şey. Bunu bütün kanal sahipleri, şirket sahipleri de söylüyor. Fakat Türkiye’de dizi, reklam pastasıyla ayakta kalıyor; ürün yerleştirme var. Ama bir de şu var: Reklam pastası hemen hemen eşit dağılıyor bütün dizilere. Dolayısıyla reklam pastası bir gelişme de olmuyor. Bazı diziler reyting yapmıyor görünüyor fakat izleyicisi çok. Mesela bizimki geçtiğimiz yıllara göre düştü ama kemik bir izleyici kitlesi var ve reklam rekoru kırıyor. Bir yayın sırasında aşağı yukarı beş kuşak reklam alıyor. Dolayısıyla kanal bunu devam ettiriyor. Ama bunda da bir sistem olması lazım.
Dünyada sinema da, dizi de insanların hayatını yönlendirmiştir. Amerika’da CIA toplumu yeniden belli düşüncelere sevk etmek istediği zaman, Hollywood’a film yaptırmıştır. Türkiye’de de toplumun barıştan yana, insan sevgisinden yana, karamsarlıktan uzaklaşarak üretken, problem çözücü olmasını istiyoruz. Ama bu topluma verilen diziler genellikle karamsar, kaderci, süresi uzun olduğu için tekrarları bol olan diziler ve insanlar çaresizlikten ve başka meşale bulmakta zorlandıklarından bu dizileri izliyorlar.
Dizi izleyicisi kadar tiyatro izleyicisi yok mesela Türkiye’de. Devlet Tiyatrosu bir yıl boyunca on üç sahnede yüz elli değişik oyun oynuyor, zaman zaman Anadolu turnelerine gidiyor, nokta atışlar yapıyor, bütün bunlardan sonra Devlet Tiyatrosu’nun yıllık toplam izleyicisi iki milyona ulaşıyor. Yetmiş beş milyonluk bir ülkede iki milyon çok düşük. Ama diziye bakarsanız on üç-on dört milyon izleyicisi oluyor. Dizi izleyicisi çok fazla Türkiye’de. Oyuncu da çok yıpratılıyor. Antik Yunan’da oyuncu çok değerliydi. Savaşa gitmesin diye askere alınmazdı. Bizde oyuncu bozuk para gibi harcanıyor ve sen bir bölüm oynadığını zannediyorsun ama o bir bölüm üç bölüme tekabül ediyor. Bizim dizi elli dokuz bölüm oldu, altmış desen, yüz seksen bölüm oynamışız yani.
Türkiye’de dizi sektöründe bir sürü olay yaşanıyor. Dizi emekçileri de zarar görüyor. Ünlü oyuncular arasında çok garip tartışmalara yol açan olaylar da oluyor. İnsanların öfkesini kontrol edememesi veya bu kadar öç alma duygusuyla yapılan hareketleri, yılların oyuncusu olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ekip çok iyi bir birliktelik kuramamışsa setlerde gerginlik yaşanıyor çünkü programlar doğru dürüst belli olmuyor.
130 DAKİKALIK HAFTALIK DİZİ 4 GÜNDE ÇEKİLİYOR
SİNEMA FİLMİ 3 AYDA ÇEKİLİYOR
Sizin setlerde böyle bir durum oldu mu?
Bizde hiç olmadı, bizim ekibimiz muhteşem bir ekip. Ama bir Nuri Bilge Ceylan filmi -bizim oynadığımız Kış Uykusu üç saat on yedi dakikalık bir film- üç ayda çekiliyor. Ama yüz otuz dakikalık bir dizi dört-beş günde çekiliyor. Eğer o film üç ayda çekiliyor ve yüz otuz dakikalık dizi beş günde çekiliyorsa burada insan da zarar görür, ruh da zarar görür, kafa da zarar görür, her şey zarar görür.
Sinema çok ayrı bir şey. Dizi bize çok hızlı bir şekilde sunuluyor.
Beş günde bitmesi lazım çünkü. Post-production’ı var, masadan geçiyor, montajı yapılıyor, dublaj ve müziği ekleniyor, ondan sonra yayına giriyor. Yüz otuz dakikalık dizi beş günde çekiliyor! Bu bir mucize. Bayağı bir emek var. Arabalar vızır vızır çalışıyor, jeneratörler çalışıyor, teknik ekip uyumuyor, kimse uyumuyor!
"SANAT EĞİTİMİ HERKES İÇİN ÖNEMLİ"
Bu akşam Türkiye’ye geri dönüyorsunuz. Bu festivali nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu festivalin kuruluşuna küçücük de olsa katkımın olduğunu düşünüyorum. Bu festivali çok önemsiyorum. Dünyada eskiden kalma çok önemli festivaller var ve hâlâ devam ediyorlar ama eski kitle savaşlarında askerler ara verirmiş zaman zaman, siperlerde birbirlerine sigara ararlarmış, çikolata paketi ararlarmış, mızıka çalarlarmış. Yani “Savaşıyoruz ama biz insanız” demek için. Bugün, 21. yüzyılda adı kitle savaşı olmayan savaşlarda insanlar bunu artık yapmıyorlar. Sadece bir öldürme, insan katletme var. Korkunç bir dönem yaşıyor dünya. Sadece Orta Doğu değil, bu travma tüm dünyaya yansımış durumda. O zaman bu nereye kadar devam edecek? Demin “sanata evet” felsefesinden bahsettik. Sanatı sadece resim, tiyatro, müzik, mimarlık yapmak değil de hayatı özenle yaşamak, yaratıcı olmak olarak da ele almak gerek. Toplum; sanatın üç temel unsuru etik, estetik ve adaleti nasıl hayata geçirebilirim diye düşünerek sanata yönelik çalışmalarla kendi terapisini gerçekleştirebilir. Futbol eskiden sadece futbolcular tarafından oynanırdı, şimdi halı sahalarda da oynanıyor; yüzme sadece yüzücüler tarafından yapılıyordu, şimdi bir sürü yüzme havuzu açıldı. Bunun gibi, insanların sadece sanat eseri üretmek amacıyla değil, kendi yaşamlarının, mesleklerinin yanında da sanat eğitimi almaları lazım ki kendilerini rehabilite etsinler, kendi kendilerine psikoterapi yapsınlar. Yoksa insanların beyinleri hastalanmaya başlar. Detokslanmaları lazım. Mesela İngiltere’de suçlular sanat eğitiminden geçiriliyor. En büyük terapi bu. Dolayısıyla sanatı biz böyle de anlayalım. Tabii ki yüksek düzeyde performanslar, sanat eserleri üretilecek ama toplumun da hem o eserlere ihtiyaç duyabilmesi hem de kendini yeniden terapiye tabi tutabilmesi için sanat eğitimi alması lazım.
SESLİ KİTAP ÇOK FAYDALI BİR ŞEY
Daha önce sesli kitap okudunuz mu?
Herman Hesse’nin Narziss ve Goldmund’unu okumuştum.
Ben Türkiye’de sesli kitabın çok az yapıldığını düşünüyorum. Ses tonunuzla çok güzel sesli kitap dizisi yapabiliriz.
Çok sevinirim, çok faydalı bir şey o.
Geçenlerde Okan Bayülgen’den Stefan Zweig’ın Satranç adlı romanını dinledim (sesli kitap). Muhteşem okuyordu. Okan’ı bu yönüyle daha çok sevdim.
Almanya’da Goethe Institut’ta bulunmuştum dedim ya, burada Goethe Institut’ta bile sanat eğitimi yaptım öğrenciliğim sırasında. Polonyalı göçmenler gelmişti. Polonyalı göçmenlere Polonya dilinde Romen dilinde yazılmış oyunların Polonyaca çevirilerini okuttum. Kimse bir şey anlamadı ama o ses tonunu dinlemek insanların hoşuna gitti.