Şeriat istediğim için az daha hapse giriyordum...
Masanın arkasında oturan savcı kükredi: "Şarkı söylerken ‘şeriat isterim’ dedin? Hem de cumhuriyet balosunda..."
Yıl
1968… Lise üçüncü sınıf talebesiydim…
Okul idaresinin de izniyle şehrin tek dans orkestrasında (gizli
profesyonel olarak) şarkı söylüyordum…
Bugünkü gibi, şarkıları her türlü kanaldan defalarca dinleyip
ezberleme imkânı yoktu...
Radyodan ne dinleyebilirsem onunla kalıyordum…
Ama müzisyen bir aileden geldiğim için genetik olarak kulaklarım
“iyi – güzel”(miş)…
Dar bir çevrede yaşadığım için de “beyin” denilen
kaydetme cihazım tertemiz…
Bir şarkıyı bir, bilemediniz iki kez dinleyince notalar silinmemek
üzere kaydediliyordu o küçük gri hücrenin sağ lobuna…
Buna rağmen sözlerde sorun yaşamıyor değildim…
Çünkü radyodan dinleyebildiğim telaffuzlarıyla ve bazen biraz da
uydurarak söylüyordum…
Barış Manço (merhum)’nun bir şarkısında defalarca
“ulan kapçık ağızlı” diye söylediğim nakaratın
(biraz da puştluğuna) aslında “come on don’t you go
way” olduğunu çok uzun zaman sonra ve o da şehrin
bıçkınlarının “ulan kapçık ağızlı” diyerek
kendilerine hakaret ettiğim iddiasıyla sahneyi basıp beni dövmeye
kalkışmaları üzerine merak edip de öğrendim (kesin provokasyon
vardı)…
Meğer "şeriat vakti geldi" demişim...
İşte o yılın Cumhuriyet Balosu şehrin
orduevinde düzenlendi, bizim orkestra çaldı…
Ben de solisttim…
Batı müziği ve günün sevilen aranjman parçalarının
yanı sıra, Türk müziğinden de kimi şarkıları batı
ritminde söylüyordum...
Bunlardan birini aynı gece çaldı orkestra,
ben de söyledim…
Konuklar arasında kimler yoktu ki…
Vali (Nail Memik), 33. Tümen
Komutanı (Orhan Gürler), Belediye Başkanı
(Muzaffer Ender), 65. Tugay Komutanı (Necdet
Öztorun) sonradan kayınpederim olan 209.
Alay Komutanı, savcılar, hâkimler, şehrin önde
gelenleri(!) (arkada gelenler ne zaman oldular ki?),
bizim Lisenin müdürü ve yerel
sosyeteye(!) dâhil diğer memurlar vd…
Bayram, haftanın ilk üç gününden birinde olmalı ki ertesi gün
tatildi...
Sonraki gün (31 Ekim) okula gittiğimi ve başıma gelenleri çok net
hatırlıyorum…
Ne mi geldi başıma?..
Anlatacağım…
Ders yaparken kapı çalındı…
Tarih öğretmeni “Gel” dedi…
Kapı açıldı, hademelerden biri sınıfa girdi. Müdür
Bey’in beni çağırdığını söyledi…
Adımı duyduğum anda ağlamaklı oldum (amma da korkakmışım ha!)…
Müdür Bey de eşiyle birlikte o gece balodaydı ve
bol bol dans etmişti...
Belli ki beni azarlayacak ve belki de sahne iznimi iptal
edecekti…
“Git” dedi tarih öğretmenimiz…
Sıramdan kalktım, kapıya doğru yürüdüm…
Bazı arkadaşlarım yanaklarını sıraya yapıştırıp anacığımın doğarken
göremediğim orasını şimdi göreceğimi söylüyorlardı...
Az sonra saygıyla girdim Müdür Bey’in
odasına.
"Buyurun efendim"...
Yüzüme küçümser bir ifadeyle baktı:
"Sen şeriat mı istedin?.."
Şaşırdım, öylece
kaldım...
Lâfı uzatmadı, polise döndü:
"Alın götürün, derdini karakolda anlatsın"...
Belli etmemeye çalışsam da titriyordum…
İyi ki
başsavcı müzik kültürü yüksek biriydi...
Polisle birlikte önce karakola gittik...
Suçumu yüzüme karşı okudular (bugün ise suç, şüphelinin yüzüne
karşı okunmuyor; savcılar kendilerine yakın yazarlara
veriyor, o arkadaşlar da köşelerinde yazınca şüpheli ve
avukatları oradan öğreniyorlar)...
Cumhuriyet balosunda şarkı söylerken
"şeriat" istemişim...
Tabii itiraz ettim...
Neredeyse ağlamaklı bir sesle itirazımı yaparken daktilo sesi
kulaklarımı tırmalıyordu...
Kısa sürdü ifadem...
Tutanak imzalattılar...
Aynı polis beni yanına aldı bu defa da yürüyerek Hükümet
Konağı’na gittik...
Ve kapının hemen yanı başında "Cumhuriyet Savcısı"
yazan bir odanın önünde dikilip bir süre bekledik.
Az sonra içeri alındım...
İki savcı karşılıklı çay içiyorlardı...
Biri masanın arkasındaki makam koltuğundaydı...
Diğeriyse başsavcıydı, masanın önündeki koltukta oturuyordu.
Ve...
Ortaokulda okuduğum matematik öğretmenimizin kocasıydı...
Masanın arkasında oturan savcı kükredi:
"Şarkı söylerken ‘şeriat isterim’ dedin? Hem de cumhuriyet
balosunda..."
Hemen itiraz ettim:
"Ben öyle bir şey demedim"...
"İtiraz ediyor bir de...” Savcı bunu söylerken bana
bakmadı bile… Belli ki bakarsa yüz göz olacağından korkuyordu…
“Oğlum ben kulaklarıma mı inanayım yoksa sana mı?".
"Kulaklarıma mı inanayım" diye soruşunun sebebi
"Baloda ben de vardım, kulaklarımla duydum" demek
isteyişiydi...
Yani bizzat kendisi şikâyetçi olmuştu benden…
Direndim:
"Hayır efendim... Hiçbir şarkıda şeriat
istemedim...”
Ama ağlamak üzere olduğumu belli etmemek için de kendimi bayağı
sıkıyordum...
Başsavcı gözlerini gözlerimin içine dikti…
Gözlük camları öylesine kalın olmasına rağmen sanki o camları
delmiş geçmişti bakışları...
"Bir daha söyle bakayım o şarkıyı…"
"Hangi şarkıda söylemişim bilmiyorum ki efendim…"
Beni
sorgulayan savcıya döndü...
"Şarkıyı hatırlatsanız..."
Savcı yüzünü ekşitti…
"Şeriat vakti geldi lâleler açtı falan gibi bir şeydi... Yani
lâleler açınca şeriat gelecek... Alenen cumhuriyet düşmanlığı bu!..
Laiklik düşmanlığı"
Ağlamak üzere olduğum o anda gülmemek için kendimi zor
tuttum...
Ben "Şerahat vakti geldi" demiştim bir
şarkıda...
Hem "Şeriat vakti
geldi" diyecek kadar da "salak" değildim
yani...
Hemen atıldım...
"Şeriat değil efendim; şerahat vakti geldi lâle
zamanı"...
Başsavcı güldü...
"Melodisiyle söyle bakayım".
Rahatlamıştım. Şarkıyı söylemeye başladım:
"Şerahat vakti geldi lâle zamanı; açıldı nâz ile gonca
dehanı..."
Başsavcı bu defa kahkaha attı...
Ben de iyice rahatladım...
“Sen iki şarkıyı birbirine karıştırmışsın oğlum" dedi.
"Senin az önce söylediğin şarkı Nihavent... Bestekârı Arif Sami
Toker, güftekârı Şair Nedim... Şerahat diye de bir kelime
yok, ya da ben duymadım. Çerağan diyecektin herhalde... Ondan
sonrası da senin dediğin gibi değil; 'vakti geldi lalezârın dîdesi
rûşen' olacak…”
Meğer ben; Nedim'in sözlerine, Münir
Nurettin Selçuk'un rast makamında, Vecdi
Bingöl'ün güftesinden yaptığı besteden ekleme yapmışım
(bunu da başsavcıdan öğrendim)...
Ama onu da
yanlış yapmışım...
Ya da kolayıma geldiği gibi söylemişim...
Sonra beni sorgulayan savcıya döndü:
“Çok güzel bir Nihavent eserdir. Delikanlı
çerağan demek isterken, şerahat demiş belli ki, siz de şeriat
anlamışsınız...”
Tekrar bana dikti gözlerini.
“İnşallah samba, rumba falan değil de vals ritminde
çalmışsınızdır”…
“Vals çaldık efendim”…
"Sen hangi bölümde
okuyorsun?.. Fen mi edebiyat mı?"
"Edebiyet efendim"...
"O halde söyle bakalım
'çerağan' ne demek?"
"Bilmiyorum efendim..."
“Yahu sen nasıl
edebiyetçısın ki daha çerağan'ın ne olduğunu
bilmiyorsun?"
"....."
Türkiye bürokrasisinde aklın almayacağı bir kültür çeşitliliği
vardır... Örneğin ikisi de savcı olan iki bürokrattan biri Türk müziğindeki çoğu eseri bestecisi, güftecisi ve makamı ile bilir... Diğerineyse "Arif Sami Toker kimdi?" diye sorarsanız, "İnönü'nün damadıydı" diye cevap verir, Metin Toker'i sorduğunuzu zannedip... Birinciler hukuka sıkı sıkıya bağlı iken, ikinciler ise ideolojilerine kul olmuşlardır… Bu fark az fark değildir… Ve ikincilerin, hukuku silip süpürmelerine yol açar… Beni birinciler kurtardı... Kimi meslektaşlarımızı ikinciler yakabilir... Herkes dikkatli olsun... |
"Osmanlıda donanma şenlikleri yapılırdı... İşte o zamana
'çerağan vakti' denir"..
"Teşekkür ederim efendim..."
"Peki oğlum sen şimdi
doğru mektebine git”…
İyi ki "Ergene'yi seviyorum" demiyorum...
Bir kere daha teşekkür edip çıktım…
Çağırmadığı halde önce Müdür Bey’in odasına
gittim…
Durumu anlattım…
“Ah be oğlum” dedi gülerek, “neden şu
sözlerin doğrusunu öğrenmiyorsun?.. Ha bire atıp duruyorsun yani
sen de... Baloda da amma attın ha!” dedi…
“Derslerimi çalışıyorum da öğretmenim…”
Ayağı ile masanın altındaki zile basıp hademeyi çağırdı…
“Al şunu sınıfına götür”…
Yaaaa…
İşte böyle…
Şeriat istediğim(!) için az daha hapse
girecektim…
Çünkü o günlerde (ve daha kısa zaman öncesine kadar)
şeriat kelimesiyle uyumlu bir kelime kullanmanız
bile başınıza iş açabiliyordu...
İki rahibe, izne çıktıklarında iki saldırgan tarafından
kaçırılırlar… Saldırganlar rahibelere tecavüz edeceklerini, direnirlerse öldüreceklerini söylerler… İki rahibe direnmez… Tecavüzden sonra Kiliseye dönerken; kendilerini kovalayan bir horozdan kaçan iki tavuğun, yoldan geçmekte olan bir kamyonun altında kalarak ezildiklerini görünce biri diğerine bakar: “Biz yine de iyi yapmışız direnmemekle...” |
Bugün kazara değil, bilerek, isteyerek, tasarlayarak
“şeriat vakti geldi” diye bile söylesem sakıncası
yok...
Hatta "övgü" bile alabilirim birçok kurumun
tepelerinden...
Ama…
Bugün "Ergene nehrini seviyorum" desem
yandım...
"Ergene"nin "Ergenekon" olarak
anlaşılmayacağının bir garantisi yok...
Değerli meslektaşlarım;
En iyisi mi hiç düşünmemek, hiç yazmamak…
Ne diyordu 12 Eylül generalleri?..
“Yahu akıllı uslu duran adama bir şey yapıyor
muyuz?..”
Bugünkü savcılar ve hâkimler de “akıllı, uslu duran adama,
kitap yazmayana hiçbir şey yapmıyorlar…”
Yani…
Bizler de akıllı uslu olalım(!) da tutuklanmayalım…
Direnmeyen kazanıyor sevgili meslektaşlarım…
Yargı şu mesajı veriyor:
"Tecavüz kaçınılmaz... O halde keyif almayı
deneyin"...