Say’ı saymak giderek imkânsızlaşıyor…
Madem ekonomik doktrinlere benzettim müzikleri, Fazıl Say’ı da Karl Marx’a benzetebilirim…
ADNAN BERK OKAN
Yıllarca sahnede profesyonel olarak
şarkı söyledim…
Halen de fırsat buldukça söylüyorum…
Ama…
Oldum olası da müzik türleriyle ilgili tartışmaya girmeyi
sevmedim…
Müzik de benim için ekonomik
doktrinler gibiydi…
Nasıl ki dünyada her ekonomik doktrinin uygun koşullar oluştuğunda
“doğru” olabileceği bir ortam bulunursa; her
insanın da kendi yaşına, kendi yerel kültürüne, hatta maddî
kaynaklarına göre sevdiği, bağlandığı özel bir müzik türü
olabilir…
Adı üstünde, müzik bu…
Pisagor’un “sesin üretimiyle”
ilgili matematiksel keşiflerinden çok çok önce,
Yunan mitolojisine göre Muse
denen perilerin verdiği “ilhama
dayanan” bir sanat…
Hem de sesli…
Ama…
İllaki de sözlü olmayan bir “ifade sanatı”
müzik…
Nitekim Pisagor’dan bu yana o “ses
üretme” veya “sesli kompozisyon”
teknikleri ne kadar üstün, ne kadar karmaşık, ne kadar dâhiyane
hale gelirse gelsin, dünyanın çok büyük bir kısmı için halen
sadece bir dert anlatma aracı değil mi
müzik?..
Hem de belki de en güzel, en güçlü, en içten
dert anlatma aracı…
Yanılmadınız, lafı Fazıl Say’a getireceğim…
Önceki gün Twitter’da "Orhan Gencebay,
üçüncü sınıf müzisyen. Müslüm Gürses, müzisyenin kılcal damarı bile
olamaz. Sezen Aksu, kompozisyon öğrencisi bilgisine sahip
değil" gibi mesajlar yazan piyano
virtüözümüze…
Madem ekonomik doktrinlere benzettim müzikleri, Fazıl Say’ı
da Karl Marx’a benzetebilirim…
Teknik açıdan harikulade şeyler yapıyor Fazıl
Say…
Ben de azılı bir müziksever olarak -yaptığı her şey hoşuma gitmese
de- emeğine, tutkusuna ve işine verdiği
öneme sonsuz saygı duyuyorum…
Ama…
Onu “gerçek” bu-la-mı-yo-rum…
Çalışmalarını
ilk duyduğum günden bu yana daha ziyade bir tür “tuş
mühendisi” gibi gördüm ben hep Fazıl
Say’ı…
Kafayı yaptığı işin tekniğiyle ciddi ölçüde bozmuş bir
“enstrümantalist” olduğunu söylemek de mümkün
elbette...
Hani “hovarda değil de jinekolog” diyeceğim ama
yanlış anlaşılmaktan korkuyorum!
Şaka bir yana…
Her ne sıfatla olursa olsun; kimin iyi / kimin kötü
müzisyen olduğunu (hem de çok kırıcı sözlerle) belirleme
cüretini gösterecek kadar iddialı bir
"müzisyen"in, müziği salt ses
(frekanslar) ve sesin teknik üretiminden ibaret
sayması yenilir yutulur şey değil aslında…
Hiçbir müziksever için değil...
Daha da can sıkıcı olan; Say bu gibi açıklamalarla kendine
en az saldırdığı isimlerinki kadar yozlaşmaya açık bir
kitle…
Ve…
En az eleştirdikleri kadar lümpenlik pontasiyeli olan bir
popüler kimlik yaratıyor...
Peki ama…
Fazıl Say'ın kendisine iyi bir
“enstrümantalist” olarak saygı duyan, onu
dinleyen, ama onun aşağıladığı sanatçıların kimi eserlerini
sevmekten de gocunmayan makul dinleyicilerine bunu yapmaya ne hakkı
var?..
Dahası…
Neden Orhan Gencebay'ın duyguyla olduğu kadar
teknik ustalıklarla da dolu olan bağlama soloları, Fazıl
Say'ın -mesela- Kara Toprak'ta eliyle
piyano tellerine dokunarak yaptığı saz efektinden
daha az saygıdeğer olsun?
Müslüm Gürses'in -misal- “Tanrı
İstemezse”deki ciddi gırtlak mukavemeti
gerektiren iniş-çıkışları kimilerine kendini
jiletletecek kadar güçlü bir duygu verebiliyorsa, bu
“müzik” dediğimiz şeyin özü için yeterli değil
midir?
İnsanları böylesine harekete geçiren bir ifade ne kadar
“kılcal” olabilir?
Hele ki Sezen Aksu için söylediği söz…
Kompozisyon bilgisine sahip olsun veya olmasın…
Kabul edilir ki; bu ülkede en az iki kadın neslinin
kimliğini, kişiliğini kökten değiştirmiş, kimseyi devirmeden
kitlesel bir zihniyet evrimine liderlik etmiştir Sezen
Aksu, şarkılarıyla, yazdığı sözlerle…
Türk kadını için Arthur C. Clarke’ın 2001
Uzay Macerası’ndaki “Tycho Taşı” gibidir
Sezen Aksu…
Sevelim veya sevmeyelim; Sezen Aksu’dan sonra
başka, bambaşka bir Türk kadını vardır artık karşımızda…
Ve…
Bunu sağlayan Sezen Aksu’nun kompozisyon bilgisi
(veya bilgisizliği) değil; hissetme, düşünme ve bunu
sese/söze dökme şeklidir…
Bence bir müzisyen, yukarıdaki isimleri
“teknik” açıdan ne kadar yetersiz bulursa bulsun,
salt insaniyet adına bu sanatçıların sesli ifade kabiliyetleri ve
kitleleri harekete geçirme güçleri karşısında saygıyla
eğilmelidir…
Yaptıkları müzik türünü sevsin veya sevmesin eğilmelidir hem
de…
Antipopülizmin de kendi popülizmi
var…
Bugün aslında Fazıl Say’dan bahsetmeyecektim…
Ama…
Gündeme öyle bir bomba gibi düştü ki yazmadan edemedim…
Biraz da bencilliğimden sanırım, kendi
durumumla kıyasladım onun gündem üzerindeki gücünü
(!)…
Öyle ya…
Sanıyorum benden de bugünlerde bir şeyler söylemem isteniyor ve
bekleniyordu…
Televizyon, televizyon koşturup duruyordum çok meraklıymışım
gibi…
Ama…
Söylediklerim ve yazdıklarım kimilerini ciddi ölçüde ürkütüyor olsa
gerektir ki, tam can alıcı mevzulara girerken bir anda yolum
kesildi…
Sesim kısıldı…
Sonra bir de baktım Fazıl Say üç kısa ve öz cümlede popüler
Türk müzik tarihinin yarısını itin kıçına sokup çıkararak
milyonlarca kişinin gündemi olmuş…
Ha, kıskanıyorsam namerdim!
Hatta
itiraf etmek gerekirse; şu klavyenin başına otururken kendi kendime
“bugün öyle bir şey yazayım ki gündem olsun” desem
büyük ihtimalle onu da beceremezdim…
Öyle ya; benim buradaki aslî işim de Fazıl Say’ın
sanatı gibi bir bakıma…
Onun kadar teknik bir virtüözlük içermese de, ben de insanlara
okumayı umdukları sıradan ve basit şeyleri değil, -aynı
“piyanist” Fazıl Say gibi- bugüne kadarki
tüm bilgi ve deneyimlerimin üstün nitelikli ve tutkulu ürünlerini
sunmaya çalışıyorum…
Ama bir de bakıyorum; Fazıl Say “gündem
oluşturmak” konusunda, o çok eleştirdiği
popülizmin kendi cephesindeki bataklıklarına
dalarak internet gazetelerinin manşetlerini fethederken…
Benim uğruna şu lanet şehirde fazladan bir hafta geçirmeme
sebep olan TV söyleşileri son anda iptal
ediliveriyor…
Hâsılı ey güzel insanlar;
Hadi siz ve diğer 30-40 bin kişi beni her gün
okuyorsunuz…
Şanslısınız(!) da…
Ve zannederim…
Şimdi, neden “bilgi bilmemiz istenen şeydir”
dediğimi daha iyi anlıyorsunuz…
adnanberkokan@gmail.com