Salih Tuna'dan ibretlik bir yazı

Savcı Bey "Mitoz Bölünme" konusunda benim biyoloji bilgime bile sahip değil herhalde ki "nem" kapmış...

ADNAN BERK OKAN

Salih Tuna'nın vicdanını çok seviyorum...

Yazarken tabii ki ideolojisini terk etmiyor...
Ama...
Konu "Hukuk" oldu mu, işin içine "Adalet Duygusu" girdi mi; işte o zaman "ideoloji" denilen tek renk, tek parça gömleğini çıkarıp, "vicdan, adalet" isimli çok renkli, çok parçalı gömleği giyiyor...
O zaman da haliyle yazılarının tadına doyum olmuyor...


Lütfen vicdanla merhameti karıştırmayın...
Deniz Feneri tutuklularına merhamet de duyuyor olabilir Salih...
Çünkü hemen hepsi dostu veya fikirdaşı...
Ama...
Adalet (vicdan) duygusu, merhamet duygusundan daha ağır bastı...

Keza Balyoz ve Ergenekon şüphelileriyle hiçbir fikri yakınlığı olmadığı için onlara merhamet de duymayabilir...
Belki de üzüntüsü yargılanmalarına da değildir...
Ama vicdanı...
Ama adalet duygusunun yüceliği onu, yıllardır tutuklu olarak yargılanmayı bekleyen insanlara destek vermeye yönlendirdi...


Salih kendi mahalle sakinleri alkışlarken, "oh olsun!" diye bayram ederken; Balyoz ve Ergenekon tutuklularıyla; gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tutukluluk yöntemlerine de sürelerine de itiraz etti...
Ama...
İtirazı hiçbir zaman "yargılanmalarına" değildi...
"Yargılansınlar ama tutuksuz yargılansınlar ve suçları sabit görülürse, en ağır cezlara çarptırılsınlar" dedi Salih...

Salih'in Deniz Feneri dosyasına da tutumu değişmedi...

Yani, "yahu bunlar bizim mahallenin delikanlıları, şunlara kıyak geçeyim; yargılanmalarına bile gerek olmadığını, hepsinin pırıl pırıl insanlar olduklarını yazayım" diye düşünmedi...
Onlar için de diğer dosya tutukluları için ne yazıp söylediyse aynı şeyleri yazdı söyledi...
İşte bunun adı "vicdandır"...
Bunun adı "adalet duygusunun erdemidir"...


Kurumlar dejenere oldu...

Salih Tuna'nın Yeni Şafak'ta (16.09.2011) başlığı altında yayımlanan "ibretlik" makalesi, az önce okuduklarınızı yazmama sebep oldu...
Çünkü Salih'in makalesi Yargımızın çok net çekilmiş bir fotoğrafı gibiydi..

Salih, "tutuklu" yargılanan Deniz Feneri şüphelilerinden Mustafa Çelik'in bir telefon konuşmasının dosyaya "delil" olarak konulan bölümünü yayımlıyor adı geçen makalesinde...
Savcı Bey "Mitoz Bölünme" konusunda benim biyoloji bilgime bile sahip değil herhalde ki "nem" kapmış...
Cep telefonundan ev telefonuna geçişi "Kaçmak" olarak kabul etmiş...
Ya da "suç işleme girişimi"...

Ak Parti Hükümeti 12 Eylül 1980'den sonra dejenere olan; Yargı, TSK ve Emniyeti düzeltebilmek için uğraşıyor...
Ama çok zor...
Eğrilmiş bir çiviyi doğrultmaktan bile daha zor...
Ne kadar vurursanız o çivi düzelmez...
Bunu, Salih'in makalesini okuduktan sonra bir kez daha anladım...

Oysa akşam saat yediden, sabah saat yediye kadar TELEKOM'dan yapılan bütün görüşmeler bedava olduğu için hemen herkesin tercih ettiği bir yöntem bu...
"Kapat ben seni evden arayacağım, çünkü bedava..."
Vay anasını...
Demek ki "kapat ben seni evden arayacağım" demek, "suçluluk karinesi"...
Ya da, "senin ev telefonun kaçtı yaaa?" diye sormak; suça teşebbüs...
Tam bir kara mizah!..

Şuraya bakar mısınız?..

Bir dostu (Kırıkkale belediye Başkanı olduğu söyleniyor) Mustafa Çelik'i cep telefonundan arayıp, evde olduğunu öğrenince "senin kaçtı telefon?" diye sorup "0216.... " diye başlıyor ya; yandı Çelik...
Yani...
TELEKOM'un "müşteri tavlama" stratejisi Mustafa Çelik'in başına belâ olmuş belli ki...

adnanberkokan@gmail.com