Rektör Hanımefendi neden şaşırdı?..
“Türkiye’nin en güzel akademisyenidir Deniz Ülke Arıboğan”… Peki… Sadece “en Güzel akademisyen” mi?..
GAZETECİLER.COM
“Türkiye’nin en güzel
akademisyenidir Deniz Ülke Arıboğan”…
Peki…
Sadece “en Güzel akademisyen”
mi?..
“En Güzel
rektörü, en güzel köşe yazarıdır” da aynı
zamanda…
“Ne ilgisi var
şimdi?” değil mi?..
Haklısınız dikkat çekmek için
böyle başladık haberimize…
Çünkü…
İnsanlarımızın geneli “fikir –
bilgi” değil “önce güzellik” istiyorlar…
Deniz Ülke
Arıboğan galiba bunu yeni
anlamış…
Genelimizin sanatla ilgilendiği
yok…
Çok güzel yorum yapan aradığı
falan da yok…
Genelimiz “güzel ve cinsel
dürtülerimizi tatmin edecek kadın eti” istiyor…
Genelimizin, “güzel ve sanat
değeri olan şarkı dinlemek” talebi yok…
Onlar, parayı kapmış, düzeysiz
jüri üyelerinin aralarında yapacakları kavgaları dinlemek
istiyorlar…
Bakın nasıl
şaşırmış Deniz
Hanım…
Popstar alaturka ve
jürilik
Popstar Alaturka serisi bir TV
şovu olarak başladığında, televizyonlarda Türk Sanat Müziği
dinlemeye hasret kalmışlardan birisi olarak oldukça mutlu olmuştum.
Hem müzik dinleyebilecek hem de aynı insanları görmekten bıkmış
usanmış durumda olduğum için, yeni yetenekler keşfetme sürecine
kendimce dahil olabilecektim.
Star adaylarının bazıları
gerçekten de oldukça başarılı performanslar sergilediler ve birçok
unutulmuş şarkıyı yeniden bizlere dinlettirdiler. Ben jüri üyeleri
konuşmayı bıraksa da, bir an önce şarkı başlasa diye bekleyenlerden
olduğum için, jüri bünyesindeki garip atışmalardan, skeçlerden ve
suni kavga görüntülerinden hiç hoşlanmayanlardandım. Lakin bir gün
bir arkadaş grubunda yapılan sohbetten, tüm o şovun, şarkıyla falan
bir ilgisinin olmadığını, birçok kişinin şarkıcı yerine jüri
üyelerini izlemek için ekran başına geçtiklerini
anladım.
Kimse şarkı ya da şarkıcı ile
ilgilenmiyor, hatta elenen kişiyi ertesi gün hatırlamıyor, ama
herkes jüri üyelerinin kıyafetlerini, birbirleriyle itişmelerini,
yarışmacı hakkında söyleyeceklerini merak ediyordu. Bu nedenle bu
tür programlarda bir jüri üyeliği kapmak en prestijli sanatçılar
açısından bile bulunmaz bir nimetti.
Kimse kaset ya da CD yapmak
peşinde değildi. Herkesin derdi TV’de bir yarışma programına jüri
olarak kapağı atmak; olabilecek en pespaye tavırlarla yıldızlaşmak;
mümkünse sağlam bir iki mahalle kavgası içerisine girmek; açılıp
saçılmak; dekoltesine tüller, kafasına tüyler takmak haline
gelmişti. Erkek sanatçıların halleri ise ayrı bir fenomendi. Her
gün yeni bir tuvalet giyememenin stresini gösterir biçimde
yakalarda kırmızı güller, pembe, mor kravatlar olmazsa olmaz
nitelikteydi. Oynanacak rol ise belliydi; ağır başlı profiller,
herkese 10 puanlar ve mümkünse hep iyi ve şefkatli erkek
görüntüleri. Tabii, arkada da fon niteliğinde müzikler, şarkılar ve
jüride müzikten çok iyi anlarmış halleri...
Açılım oturumunun açık
yapılacağını öğrendiğimden bu yana tıpkı yeni bir popstar alaturka
beklermişçesine(!) heyecan içerisindeydim. Yeni yetenekleri görmek,
en sağlam performansa 10 puan vermek, beğenmediğime “otur sıfır”
demek çok hoş olacaktı. Konuyla epeydir uğraşan bir akademisyen
olarak sağduyum böyle bir oturumun açık yapılmaması gerektiğini
söylese de (bunun sakıncalarını yine bu köşede yazmıştım),
“büyüyünce jüri üyesi olmak istiyorum” duygusu diğerleri gibi beni
de sarmıştı. Nitekim açılım oturumları süresince milletvekilleri
kadar ben de izlerken yoruldum.
Bu konuda uzun derin yazılabilir,
yazacağım da, ama esasen bu yazıyı milletvekillerinden çok jüri
üyelerini, yani biz akademisyenleri, yazarları, habercileri, kısaca
her gün TV’de, gazetelerde ahkam kesenleri analiz etmek maksadıyla
yazdım. Bir an kendimize dönüp bir bakalım ve değerlendirelim. Her
gün yeni bir olay karşısında kendimizi sürekli başkalarını
eleştirirken bulmuyor muyuz? Sürekli olarak iyiye kötüye puan
vermiyor muyuz? Öyle değil, böyle konuşsaydı; şurada değil, burada
açılsaydı; o zamanda değil, bu zamanda olsaydı vs. demiyor muyuz?
Tıpkı yarı tanrısal jüri üyeleri gibi her şeyin en doğrusunu biz
bilmiyor muyuz?
Hepimiz aynı jüri koltuğunda
oturuyor, izleyicilere aslında kendi şovumuzu yapıyoruz. Gerçeği,
yani olayın özünü bir kenara bırakıp, mümkünse kendimizi
özneleştirdiğimiz, kendi gerçekliğimizi üretiyoruz. En dikkat
çekici olanımız, en absürd fikirleri söyleyenimiz, en kafasına
tüyleri takanımız haline geliyor.
Bu nedenle fikirleri tartışmıyor,
kişilerle uğraşıyoruz. Artık düşünceler değil, isimler var. Zira
izleyici bunu istiyor. Müzikle ilgilenen olmadığı gibi, fikirlerle
ilgilenen de yok artık. Millet kavga dövüş, avamlık peşinde.
Seyrettirebilmenin yolu ise jürileşmekten geçiyor. Şarkıyı
söyleyenin değil, jürinin star olduğu bir dünyada herkes kendi
rolünü oynamaya çalışıyor.
Bu yüzden magazin haberleri artık
medya çalışanlarını, akademisyenleri, anchormanleri de kapsıyor;
onların hayatları da tıpkı film yıldızlarını hayatları gibi mercek
altına alınıyor. Dedikodular üretiliyor, suni kavgalar çıkarılıyor
ve bir yandan da ekmek parası kazanılıyor. İşin kuralı da maalesef
bu, “şov devam etmeli”...