Ragıp Duran: Medya topluma şiddet uyguluyor!
Akşam Gazetesinden Gülay Altan Türk medyasının duayen isimlerinden ve Gazeteciler.com yazarı Ragıp Duran ile medya konulu çarpıcı bir röportaj yapmış.
Akşam Gazetesinden Gülay Altan Türk medyasının duayen
isimlerinden ve Gazeteciler.com yazarı Ragıp Duran ile medya konulu
çarpıcı bir röportaj yapmış. Ertuğrul Özkök'ten 'yandaş medya'ya,
medya patronlarından medya toplum ilişkisine kadar geniş tutulan
söyleşi çokça tartışılacak gibi gözüküyor...
İşte Ragıp Duran'ın Türk medyasına ilişkin önemli tespitleri.
- Özellikle 2008-2009 yıllarında bir yandaş medya
ayrışması yaşandı, ciddi bir yarılma oldu ama şimdi sular duruldu
gibi görünüyor, nasıl değerlendiriyorsunuz geldiğimiz
noktayı?
Aslında sadece Türkiye'de değil bütün dünyada medyada biçim, şekil,
içerik ve yaklaşımlar değişiyor. 1970'lerin Batı dünyasındaki okur
merkezli, belki de 'esnaf tipi' tabir edebileceğimiz gazetecilik
bugün iktidar merkezli hale dönüştü. Batı'da bu daha çok ekonomik
iktidar, dünyanın geri kalan bölümlerindeyse siyasi iktidar
merkezli.
- Peki, bu arada sadece medya mı değişti, toplumlardaki
hızlı değişimle alakalı değil mi bu durum?
Tabii ki medya tek başına değişmedi, çünkü medya siyasi, toplumsal,
kültürel, ideolojik bir araç. Kendi bağımsız gücü olduğuna
inanmıyorum, varsa da çok azdır. Bütün bu farklı unsurlara
dayanarak döneme uygun biçimde, medya da kendine belirli bir şekil
veriyor.
- Bu değişimi tetikleyen ne oldu peki, esnaf
gazeteciliğinden bugüne nasıl bu kadar hızlı geldik?
Değişimde tayin edici olan medya mülkiyetidir. Bu bir süreç ama
80'leri milat olarak alabiliriz. Medya mülkiyetinin değişimi de
kaçınılmaz olarak eski okur ve haber merkezli medyayı, büyük ölçüde
siyaset -siyasetin de iktidar ayağı- ve sermaye merkezli bir medya
haline getirmeye başladı.
MEDYA SADECE SİYASİ DEĞİL
TÜM İKTİDARLARA UZAK OLMALI
Şimdi biraz sular duruldu gibi ama örneğin yandaşlık
meselesinde yaşadığımız gerçekten yırtıcı tartışmanın altında da
aynı şey mi var?
'Türk egemen medyası' en başından beri siyasi iktidarın bire bir
denetiminde yayın yapmıştır. Mesela Türkiye'de ilk gazeteyi Saray
çıkarmıştır. 2002 öncesinde ve çok uzun zaman boyunca Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin de Türk medyası üzerinde özel bir konumu vardı.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelmesiyle buradaki
paradigma bozuldu. Bugün 'yandaş' olarak adlandırılan, siyasi
iktidar yanlısı olan medya, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni dolayısıyla
devleti de eleştiren ama siyasi iktidarı desteklemekten vazgeçmeyen
bir konumda. Aslında medyanın tüm iktidar odaklarına eşit uzaklıkta
durması lazım. Siyasi iktidarı destekleyip askeri iktidara karşı
çıkmanın vatandaş açısında çok yararlı bir yanı yok. Medya, kamunun
sözcüsü, sorunlarına çare bulmaya çalışan, bir takım mesajlar, özel
olarak da bilgi vermeye çalışan bir kurum olarak siyasi, askeri,
ekonomik, ideolojik, kültürel iktidarlara uzak durmalı. Yani
bağımsızlık, özgürlük bir tabu değil, gereklilik. Türkiye'de
ekonomik olarak da, siyasi ve ideoloji olarak da bağımsız ve özgür
bir egemen medyadan maalesef söz edemiyoruz.
- Peki, 'Gazetenin kendine ait bir gücü yok, buna
inanmıyorum, o bir araç olabilir ancak' dediniz fakat Türkiye'de
dikkat çekici biçimde gazetelere ve gazetecilere ciddi bir güç
vehmediliyor. Örnek vermek gerekirse, darbe yapmak ihtimali ve
kuşkusu doğan generaller gözaltına alınıp serbest bırakılırken
onları desteklemekle ya da onların amaçlarına ulaşmasını sağlayacak
yayınlar yapmakla suçlanan gazeteciler iki yıldır hapisteler.
Bugünlerde çok tartışıldığı için bu örneği veriyorum ama başka
örnek de verebiliriz. Örneğin Ertuğrul Özkök'ün gücü. Ya da
gazetelerin hükümet değiştirme, hükümetleri sallama gücü. Burada
bir tezat yok mu sizce? Bunu nasıl anlamak lazım?
Gözleminiz doğru. Medya kulislerine baktığımız zaman gazete
egemenleri 'Biz adamı rezil de ederiz vezir de, hükümetleri biz
kurarız, her şey bizim istediğimiz gibi olur' derler. Ama somut
gerçeğe baktığımızda; Türkiye'de son 10-15 yılı ele alalım; Türk
egemen medyasının kabul ettirmeye çalıştığı çok çeşitli siyasi,
ekonomik, toplumsal girişimlerin hiçbiri gerçekleşememiştir,
gerçekleşemez de. Bir üst yapı kurumu olarak medya, toplumdaki bazı
fikirleri bir süre ve belirli bir kesim üzerinde etkili kılabilir.
Ama bu ancak bir süre ve belirli bir kesimdir.
- Sokakla medyanın dili aynı değil yani...
Sokakla medya arasında bir uyum yok. Zaten bir medya organının
doğru dürüst bir medya olması için 'hakiki gerçek' dediğim
toplumsal-siyasal gerçekliğe mümkün olduğu kadar ihanet etmemesi,
saygı göstermesi gerekir. Dolayısıyla sanal dünyada güçlü gibi
gözüken bir kurum olarak, yine sanal dünyada kendisini güçlü
gösterebilir.
MALİ GÜCÜNÜZ YOKSA
SİYASİ GÜCÜNÜZ DE YOKTUR
- Bir de güç için para gerekir, öyle değil mi?
Türkiye'de bildiğim kadarıyla devasa reklam gelirlerine rağmen kar
eden gazete sayısı çok az. Mali olarak gücü olmayan bir kurumun,
siyasi olarak güçlü olması düşünülemez. Sırtınızı bir yere
yaslarsanız da onun sözcüsü olursunuz. Gerçi bu da işe yaramaz. Bu
konularla az çok ilgilenen insanların hatırlayabileceği Pravda ve
İzvestia, Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin son derece önemli
günlük gazeteleriydi. Ve çok güçlü gazetelerdi ancak Sovyetler
Birliği'nin çökmesini önleyemedi, önleyemezdi de. Gazeteyle,
radyoyla, televizyonla hakiki gerçeğe karşı mücadele edilmez.
Edilir, edersiniz, bir süre sonra bir seçimde, bir devrimde, bir
alt-üst oluşta, bir siyasi rejim değişikliğinde foyanız ortaya
çıkar.
Medya dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman, lokomotif olmamıştır.
Onlar kendilerini lokomotif hatta 'supersonic jet' diye takdim
edebilirler.
- Kişilerin gücüne ne diyorsunuz peki, yayın
yönetmenlerinin...
Ertuğrul Özkök örneği vermiştiniz oradan devam edelim... Özkök,
evet, gerçekten de büyük bir ihtimalle Türk egemen medyasında son
50-60 yılda iktidara gelen en önemli, farklı; aşağı yukarı hiçbir
görüşünü savunmadığım ama orijinalitesini de kabul etmekten
çekinmediğim bir şahsiyet. Ertuğrul Özkök'ün öngördüğü siyasete
ilişkin gelişmelerin hiçbirinin gerçekleşmediğini hatırlamakta
yarar var. Özellikle de gazeteci-köşe yazarlığından sadece köşe
yazarlığına geçtikten sonra! Bir de bir kitap çıkarmış 'Tuhaf'
diye; onu da okudum. Batı'da da örnekleri olan, 5 dakikada okunan
gariplik öyküleri... Kendine has bir kişi ama bu ilginçliğinin yanı
sıra 'gazetecilikte haber önemli değildir' gibi son derece
gülünecek tezler öne sürmüş bir isim. Mesleki açıdan bakıldığı
zaman bir rol model oluşturmuştur, ona benzemeye çalışan insanlar
çıkmıştır ama toplumsal ve siyasal açıdan bakıldığında medyadaki
herhangi bir yönetici, kendi deyimiyle tanrı-yazar, star-yazar
vs.nin öyle uzun süreli, kalıcı ve tüm toplum üzerinde etkili
olabilecek; hele hükümet değiştirecek bir gücü yoktur.
- Sizin sanal diye nitelediğiniz medyanın gücü meselesinde
siyasilerimizin de payı yok mu?
Siyasetçilerin de medyaya gereğinden fazla önem verip anlam
yüklediklerini, muhatap kabul edip çarpıştıklarını ya da arkalarına
almak istediklerini görüyoruz... Bu tespitiniz de doğru. Buna hemen
somut bir örnek vereyim: Önde gelen partilerimizden birinin Meclis
grup başkanvekili gazetecilerin düzenlediği bir toplantıya davet
ediliyor. O kişi meslektaşlarımızdan birine 'Çok rica etsem,
bizim genel başkana bir telefon edip benim için izin isteyebilir
misin? Biz genel başkanın izni olmadan herhangi bir toplantıya
katılamıyoruz.' diyor. Fıkra değil bu, gerçek. Bunu, genel iktidar
mekanizması içinde anlamlandırmak lazım. Biraz da 'sen, ben, bizim
oğlan' diye özetleyebileceğim bir ortamın yansıması. İktidar ya da
muhalefet, sağcı ya da solcu fark etmez milletvekili ve
bakanlarıyla siyasetçilerin, egemen medyanın üst-orta düzey
yöneticileri ve bir takım star tabir edilen muhabirleri arasında
adeta bir suç ortaklığı var.
KİMSE KENDİ
ALEYHİNE HABER SIZDIRMAZ
- Nasıl bir suç ortaklığından bahsediyorsunuz, biraz açar
mısınız?
Kendi aralarında gayet iyi anlaşıyorlar, o ona haber sızdırıyor.
Tabi sızdırdığı haber de mutlaka kendi lehine, rakibinin aleyhine
oluyor, gazeteci de onu manşetten veriyor filan; böyle bir suç
ortaklığı... Siyasilerle üst düzey medya yöneticileri aynı kap
üzerinde bir çalışma yapıyor... Bunun amacı kamuoyuna daha iyi
haber, bilgi vermek değil, aksine kendi aralarındaki karşılıklı
iktidarlarını güçlendirmek. Bu durum büyük ölçüde Özal döneminde
başladı. Uçağa alınmalar, cumhurbaşkanlığına robdöşambrla gidip
sabahları kahvaltı etmeler... Batı'da bu tür tutumlar gizli saklı
yapılır, ortaya çıktığı zaman da hoş karşılanmaz. Siyasi iktidarla
bu kadar içli-dışlı olmak bir gazeteci için iyi ve doğru bir şey
değildir. Ha çok meraklıysa iktidara, iktidarın Turizm ve Tanıtma
Bakanlığı var gitsin orada PR şirketinde çalışsın, hükümet lehinde
bir takım faaliyetler yapsın, o da saygıdeğer bir meslektir ama
gazetecilikten farklıdır. Gazeteci kimliği altında adeta başbakanın
danışmanı, sözcüsü gibi davranan çok sayıda meslektaşımız var.
YEDİĞİNİ İÇTİĞİNİ YAZAN GAZETECi OKURUNA ŞİDDET
UYGULUYOR
- Gazetecilerin kendilerinin de artık haber öznesi
olmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Örnek vermek gerekirse Helin
Avşar'ın mini şortu ve kelepçeleriyle Şamil Tayyar'ın masasına
oturup yaptığı röportajı nasıl buldunuz?
Ayrıntılı okumadım. Sadece bu röportajını değil, hiçbir röportajını
okumadım. Bir gazetecinin haber olması çok alışılmadık bir durum ve
olmaması gerekir. Her mesleğin bir tanımı, kuralları ve yapılış
şekli var. Gazeteci, okurların ulaşamadığı birtakım alanlardan
bilgi, görüş, fikir aktarır. Sıradan biri her gün Ankara'da
başbakanı takip edemez, Galatasaray'ın her deplasmanına gidemez,
vs... Sıradan yurttaşlar yani okurlar, gazetecilerden ülkesinde ve
dünyada olup biteni öğrenmek ister. Yani okurun gazeteciden,
gazeteden beklediği dün akşam nerede yemek yediği, karısıyla,
kocasıyla ne yaptığı değil. Bunlar ayrıca rahatsız edici şekilde
sembolik şiddet içeren şeyler.
- Şiddet... İddialı bir benzetme oldu.
Bir örnek vereyim: 4-5 yıl önce Hürriyet gazetesinde bir köşe
yazarı Los Angeles'ta t-bone steak yani neredeyse bir kiloluk iri
bir biftek yemiş, oturup bunu ballandıra ballandıra anlatıyor.
Böyle bir yazıyı bir gurme dergisinde okusam hiç rahatsız olmam.
Ancak bu gazeteyi ayda 200 gram et yiyemeyen insanlar da okuyor ve
bu şu demek: 'Bak ben yiyebiliyorum, sen yiyemiyorsun. Ben yiyorum,
bir de sana anlatıyorum. Çok da pahalı değil, 80 dolar...' Türkler
genel olarak hafta sonlarını Los Angeles'ta biftek yiyerek
geçirirler ve Hürriyet gazetesi de bu konuya hizmet etmek için
Türklerin büyük bir çoğunluğuna, özellikle gecekondu halkına, böyle
yazılar yayınlıyor. Bu sembolik şiddettir. Gelelim gazetecinin
haber yapacağına kendisini haber yapmasına. Bu 1980'den sonra
başlayan bir eğilim ve bir moda.
Neden böyle bir akım başladı sizce?
1980 darbesinden sonra gazeteciler baskı nedeniyle siyasi,
toplumsal, ideolojik hatta ekonomik konulara giremezlerdi, yasaktı.
E, ne kaldı geriye? 'En iyisi kendimden bahsedeyim, en iyi bildiğim
konu kendimdir' diyerek yazmaya başladılar! Bir neden de çeşitli
alanlardaki cehalet ve muhabirliğin ölmesi. Muhabirlik 2-3
telefonla, internet sitesine bakmakla olmaz. Kolay olanı seçip
kendilerini haber yapıyorlar. Ayrıca bu gazetecilerin büyük kısmı
çok benmerkezci, çok narsist insanlar. Bu tutumları sebebiyle
kendilerini rol model olarak gösterme çabasındalar.
- Ama okur da durumundan memnun gibi, bu tip
yazıların ve yazarların da alıcısı çok...
Vallahi ben bundan çok da emin değilim. Bu tür yazılar yazan
gazeteciler emekli oldukları zaman insanlar sokaklara dökülüp
'Nerede bizim yazarımız?' demezler. Dolayısıyla bunların çok da
gerekli olduğunu söylemek, magazin gazeteciliğinin sınırları içinde
bile değerlendirmek bana çok mantıklı gelmiyor. Magazin
gazeteciliği de başka bir şeydir çünkü. 'Ay herkes beni çok merak
ediyor, kendimi anlatayım. Bakireliğimi nasıl kaybettim, ilk defa
nasıl adet oldum!!!' Geniş kitlelerin bu tür konulara yakın ilgi
duyduğunu hiç sanmıyorum. Duyuyorsa da ilgi listelerinin birinci
sırasında değildir. Gazetenizin sayfalarında bunlara yer
verdiğinizde grev haberi, açlık haberi, çatışmalarda vurulan
askerlerin veya dağlarda ölen Kürt gençlerinin trajedilerini
veremezsiniz.
BİR KERE ALEYHTE YAZARSAN
BİR DAHA ÇAĞRILMIYORSUN
- Gazetecilerin davetli olarak katıldıkları seyahatleri
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gazetecilikle halkla ilişkiler, gazetecilikle reklamcılık çok
karıştı. Medyada editoryal bağımsızlık yani yazı işlerinin
bağımsızlığı diye bir kural vardır. Neyi haber yapıp
yapmayacağınıza siz karar vermek durumundasınız. Bir otel açılışına
davetli gitmek de Başbakan'ın uçağıyla seyahat etmek de haberciliğe
aykırı. Hem haberin konusunu siz tayin etmiyorsunuz hem de haberi
İngilizce deyimiyle 'embedded-iliştirilmiş' biçimde yapıyorsunuz.
Haberin kaynağının sözcüsü durumunda kalıyorsunuz. İşte,
Başbakan'ın dış gezilerindeki kriterler ortada, bir kere aleyhte
yazarsan seni bir daha çağırmıyorlar.
- Gazeteci, siyasetçiyle ilişkisini nasıl koruyup
kollayacak peki? O zaman haber alamayacak, haber
atlatacak...
Batı'da, egemen medya bu iş halletti. Fransız Le Monde gazetesinin
kurucusu Hubert Beuve-MŽry, 'Gazetecilik temas-mesafe mesleğidir'
der. Sorunuz tam da Beuve-MŽry'nin bu açıklaması ile ilgili ancak
bu kadar da basit değil. 'Bu temasın ve mesafenin ayarı nedir'i
saptamak gazetecinin bilgisine, becerisine, tecrübesine kalmış.
Bizde tabii mesafe eksikliği var. Temas bol hem de sıcak ama mesafe
yok. Hiç kimse size kendi aleyhinde haber sızdırmaz, sızdırılan tüm
haberler söz konusu kurumun karşıtlarının aleyhinedir. Siz 'kova
kaleci' iseniz, sızdırılan tüm haberleri matah bir şeymiş gibi
doğrulamadan yayınlarsanız onların aracı haline gelirsiniz.