Özkök'ün şu yaptığına bakar mısınız?..
Turkuazdan daha mavi o sulardan istemeye istemeye çıktıktan sonra bir mesaj daha attım.....
Ertuğrul Özkök’e “Akbük’teyim” diye bir mesaj attım…
“Benim beyaz sarayımı gördün
mü?” diye cevap aldım…
“Fazla mütevazı”
diye yazdım bu kez…
Çünkü benim gözümle küçük ama çok
sevimli, beyaz ama beyazın en temizi ile sıvanmış bir köy
eviydi…
Kays’ın
(Mecnun), Leylâ’yı beğenmeyen babasına “siz onu bir de benim
gözümle seyreyleyin” deyişi gibi; o küçük köy evinin Özkök’ün
gözüne “saray” görünmesini anlayışla karşıladıktan sonra kendimi
Türkiye’nin belki de “en güzel koyu, en güzel suyu” diyebileceğim
denizinin koynuna attım…
O, çarşaftan daha az kırışığı olan
suyun üzerinde saatlerce yüzdüm, sırt üstü uzandım…
Karıma ve kızıma “Maldivler mi,
Akbük mü?” diye sordum?..
Denizin ve doğanın güzelliği
olarak Akbük’ün üstün olduğu konusunda mutabık kaldık…
Ancak…
O muhteşem, o olağanüstü güzel
denize rağmen kötünün daha kötüsü bir ortam…
Bakımsız…
Çirkin…
Estetik fukarası olan ama adına
“restoran” denilen şeyler(!)..
Kapısında “Cafe” yazan ancak,
herhalde fincanları, bardakları yıkayacak su bulamama korkusuyla
olsa gerek bir türlü hizmete girememiş dükkâncıklar…
Evet…
Susuzluk…
“Susuz cennet” yani…
Neden mi?..
Ertuğrul Özkök
yüzünden(!)..
Bir dakika, bir
dakika…
Hemen celâllenmeyin…
Önce sorun bakalım kimden öğrendim
bu sırrı(!)?..
Sordunuz mu?..
Söyleyeyim o zaman…
Bizzat Ertuğrul Özkök’ün
kendisinden…
Bakın nasıl…
Pet şişelere “içme suyu” olarak
doldurulup satılanlardan daha berrak; ilerledikçe en göz alıcı
Turkuazdan daha mavi o sulardan istemeye istemeye
çıktıktan sonra bir mesaj daha attım:
“Akbük, Türkiye’nin en güzel
koyu”…
Cevap geldi…
“Benimle öyle uğraştılar ki
iştahım kalmadı”…
“Bahane… İşgal vergisi ödeyip
yıktırmasaydın iskeleyi”…
Aradan bir süre geçti cep
telefonum çaldı...
Özkök arıyordu…
“Bilmiyorsun belli ki, o iskeleyi
izin alıp yaptırdım ve her yıl dörtbin lira vergisini
ödüyordum"...
“Ona rağmen mi
yıktılar?”
“Evet”.
Kulaklarıma
inanamadım…
Olacak şey değildi…
Özkök’ün
evinin önündeki iskelenin sadece üçyüz metre ilerisinde ahşaptan
yapılmış iğreti bir iskele uzanıyordu denizin içine
kadar…
“Kim uğraştı bu
kadar?”
“Muğla valisi”
“İnanmıyorum. Muğla valisi daha üç
gün önce buradaymış. O köhne, iğreti iskele için hiçbir şey
söylememiş hatta ‘iskelenin üstüne şemsiye kurun geliyorum’
diye önceden haber bile vermiş…”
Hiç yorum yapmadı
ama…
Telefonun öte ucundan gelen derin
bir nefes, boğazında dokuz boğum olduğunu bildiğim Özkök’ün
söylemek istediklerini çok güzel anlatıyordu…
O derin ve çok şey anlatan
nefesten sonrasını dinlerken devletten de, siyasetten de, “etkin
olmak”tan da soğudum…
Bakın neden?..
“Orayı satın aldığımda metruk bir
yerdi” diye başladı Özkök
anlatmaya…
İçinde fareler cirit
atıyormuş...
Ama karısı sevmiş
orayı…
Özkök de
sevmiş...
İzmir’deki
Koruma Kurulu’ndan izin alıp yeniden yapmayı
kararlaştırmışlar...
Köylüler, “Koruma Kuruluna
gitmeyin işinizi bozarsınız” diye uyarmışılar ama
dinlememişler…
“Biz devlete rağmen iş yapacak
insanlar değiliz” demişler…
Koruma Kurulu’na bir dilekçe ile başvurmuşlar…
Aslına sadık kalmak şartıyla izin
çıkmış…
Ve inşaat başlamış…
O sırada Tansu Hanım
Başbakan…
Her ne kadar sarışın güzel kadın
olsa da Özkök de Türkiye’nin en büyük, en etkin gazetesinin genel
yayın yönetmeni…
Kadın hem sarışın, hem güzel ve
hem de karısıyla aynı adı taşıyor diye yapılan yanlışlıkları
görmezden gelecek değil ya…
Haliyle “gazetecilik” yapmayı,
sarışın güzel kadına tercih(!) ediyor…
Vay efendim vay!..
Hemen eleştirilerin semeresini(!)
görüyor Özkök…
Her dönemde siyasetçinin “emir
kulu” olmayı tercih eden bürokratının nereden gelmişse, çatı
yüksekliğini ölçmek gelmiş aklına; …
Çatı, olması gerekenden yirmi
santim uzun(!)muş…
“Yıkın” demişler…
“Yıktık” diyor Özkök… “Devlete karşı gelecek değiliz ya…”
Yirmibin dolar ödeyip yeniden
yaptırmış çatıyı…
Her yıl dörtbin lira vergi ödemek
şartıyla bir de iskele uzatmış beyaz saray’ın (!)
önüne…
Yazın o en sıcak günlerinde
gidiyor, dinleniyormuş…
Derken bir süre Mesut Yılmaz
başbakan olmuş…
Onunla da ters
düşmüşler…
Gazeteci milleti
bu...
İşi halkla ters düşmemek adına,
politikacılarla “papaz” olmak..
Yine o sevimli beyaz saray(!)
akıllara gelmiş olmalı ki çatının yüksekliğini yeniden gelip
ölçmüşler…
Meğer çatıyı yirmi santimden daha
az (!) indirmişler(miş)…
Şu inceliğe bakar mısınız
bürokratlarımızda!..
Haydi!..
Yık bakalım bir kere
daha…
Yine yıkmışlar…
Bir yirmibin dolar daha harcamış,
yeniden yaptırmış...
Yeniden gidip gelmeye başlamışlar
beyaz saraylarına…
Son yıllarda da bu hükümetle ters
düştükleri hepimizin malûmu…
Bu hükümet; bir gazetecinin işini
yapmasının, bir siyasal iktidar için suç olduğunu hepimize bir
güzel ezberletti ya…
Ertuğrul Özkök ezberlememekte direnince…
“İskeleyi yık” diye başının etini yemişler bu kez de…
Yahu adam yıllarca vergi ödemiş
sesiniz çıkmamış da…
Yok…
“Yıkacaksın”…
Kurtla kuzu misali..
“Suyu
bulandırıyorsun”…
Derken; “İskeleyi yıkmazsan burayı
lokanta yap” demiş yüce bürokrasi…
Yahu arkadaş…
Adam meyhaneci değil ki
gazeteci..
Bıraksanız da o koya güzellik
katan mini minnacık sarayında huzur içinde otursa; kafasına kötü
fikirler üşüşeceğine huzurlu fikriler doluşsa olmaz
mı?..
Olmaaaazzzz!..
“Yasah hemşerim!”..
Ve sevgili dostlar…
“Bu film burada
bitmez!”…
En sonunda Özkök’ün evini susuz
bırakmak için o dünya güzeli koyun suyunu kesmişler…
Bizim “susuz cennet” deyişimizin
sebebinin neden Ertuğrul Özkök olduğunu bilmem anlatabildim
mi?..