Özkök'ün güvendiği dağlara kar yağdı

Dink’in öldürülmesine gerekçe gösterilen bir haberle tartışılan Ertuğrul Özkök’ün tanık gösterdiği Hürriyet muhabiri tersten çaktı!

Ersin Kalkan Dink’i ölüme götüren süreçte Hürriyet’in sorumluluğu olduğunu açıkladı. Hürriyet muhabirinin bu karşı tanıklığı özelikle Ertuğrul Özkök cephesinde nasıl yankı uyandıracak merak ediliyor.

Yeni Şafak yazarı Taha Kıvanç bugünkü yazısında işte bu ilginç durumu yazdı. Kıvanç’ın yazısı şöyle:

***

Bu tanık olmadı, başka tanık lütfen...

Masamın üzerinde kapanmamış dosya kalsın istemem; ne yapar eder, her dosyayı sonuca bağlayarak kapatırım.

Bir süredir açık duran bir dosya var masamın üzerinde; kapağında "Özkök, Bayramoğlu, Kalkan, Sevilay" kodları yazılı... Bugün o dosyayı kapatmaya karar verdim.

Ali Bayramoğlu Hrant Dink'in ölüm yıldönümünde (19 Ocak) içinde kopan fırtınanın etkisiyle duygulu bir yazı yazdı; "Orada mısın Ertuğrul, kendini görüyor musun?" yazısı bir dostun kaybına yanan bir yazar yüreğinin haykırışıydı aslında.

Okuyun şu satırları: "İpekçi'yi öldüren Ergenekon ile Hrant'ı öldüren Ergenekon aynı pis havuza işaret ediyorlar... / Evet, bir yüzde bunlar var... / Yol alınmadı, buzdağının üstü kırıldı, hepsi o... / Türkiye'nin karanlık yüzü budur... / Ve o yüzü temsil edenler, o yüzden beslenenler ülkenin yaşadığı değişim ve Ergenekon temizliği karşısında titreyenlerdir.

"Ama diğer tarafta bir kavga sürüyor. / Aramızda olsaydı Hrant'ın da coşkuyla karşılayacağı bu temizlik, onun da önemli bir pay taşıdığı bu değişim, Türkiye'nin yarınıdır, yarınki aydınlık yüzüdür. / Ergenekon zihniyetini temsil eden bu net resimde kendilerini görüyorlar mı acaba?"

Ertesi gün, Bayramoğlu'nun 'Ertuğrul' diye seslendiği yazardan 'Duyduk duymadık demeyin, kâtil benim' başlıklı savunma geldi: "Bana, 'Özköşk' dediler. 'Darbeci' dediler. 'İş takipçisi' dediler. 'Ergenekoncu' dediler. / Şu dediler, bu dediler, hiç cevap vermedim. / Bir 'Cinayete azmettirici' dememişlerdi, sonunda onu da dediler."

Savunması da şu: (Hrant Dink'in "Sabiha Gökçen Ermeni'ydi" iddiasıyla ilgili) "Bu haberi, Ersin Kalkan adlı arkadaşımız yaptı. / Ersin Kalkan kimdir? / Öğrenmek istiyorsanız gidip 'Agos' gazetesinde çalışanlara sorun."

Nicedir, Agos'ta çalışan birini görüp onun bu ricasını yerine getirmeye can atıyordum. Bütün arzum, isteğim, Agos'tan biriyle karşılaşıp hikâyenin aslını dinlemekti. Niyetim hâlismiş, daha güzel bir şey oldu: Yazarın ricasını yerine getirme görevini Agos bizzat üstlendi. Gazetenin son sayısında (s. 722, 29 Ocak 2010) Hürriyet'ten Ersin Kalkan'la yapılmış aydınlatıcı bir röportaj yer alıyor.

Bakın ne demiş Ersin Kalkan: "Hürriyet'in onu (Hrant Dink'i) ölüme götüren süreçte sorumluluğu olduğunu biliyorum."

Eskiden yayın yönetmeni de olan yazarın "Gidin, ona sorun" diye kendisine kalkan seçtiği Hürriyet muhabiri, karşı tarafın tanığı olarak konuşmuş Agos'a... O günlerde yazdığı yazılarla haberin özüne sahip çıkmış Ertuğrul Özkök, ırkçılığın yanlış olduğunu belirtmiş; ancak yayın yönetmeni olarak gazetesindeki başka yazarların Hrant'ın ölümüne yol açan sürece katkıda bulunmalarına ses çıkartmamış...

Özellikle Emin Çölaşan'ın... Oysa, Çölaşan, Hürriyet'ten kovulduktan sonra patronu ve yayın yönetmeninin yazılarına sıkça müdahale etmelerinden yakınmıştı; öyle anlaşılıyor ki, Hrant Dink'i çarmıha geren yazılarına dokunmamış Ertuğrul Özkök...

'Duyduk duymadık demeyin, kâtil benim' başlıklı yazıda kendisine tanık gösterdiği Hürriyet mensubunun söyledikleri Ertuğrul Özkök'ü sorumluluktan kurtarmadı. Maalesef, kurtaramadı. Başka tanık göstermesine bir mâni yok ama...

"Hrant Dink'in öldürülmesinden ben sorumlu değilim" keskinliğiyle kendisini savunması üzerine, "Belki Hrant Dink'te o kadar sorumluluğun yok, ama Ahmet Kaya'nın kanı senin elinde" ithamına maruz kaldı aynı yazar. İtham, Sabah'tan Sevilay Yükselir'e ait. Okuyalım:

"Evet... Belki onun katledilişi öncesi attığı manşetler ile ilgili ortaya koyduğu argümanlar onu Hrant'ın katili olmaktan kurtarıyor ama... / Ahmet Kaya'nın katili olmaktan kurtaramıyor... / Kurtaramayacak da... / Emin olmalı ki, belki bu dünyada değil ama öbür dünyaya ayak basar basmaz iki el yakasına yapışacak... Ve haykıracak; 'Eyy Ertuğrul Özkök... Hiç mi vicdanın sızlamadı hakkımda onca yazıyı yazarken? Bana şerefsiz, alçak ve vatan haini derken... Hadi... Söyle... Değer miydi üç kuruşluk tiraj uğruna benim gibi ülkesini seven bir sanatçı için attığın o insafsız manşetler? Söyle.. Değer miydi?' diye..."

Genç yaşta sıla hasreti çeke çeke vatanından uzakta vefat etmişti Ahmet Kaya; gurbete çıkmasının sebebi Hürriyet'in 'Ayıp ettin gözüm' ve 'Vay şerefsiz' manşetleriydi. İlkinde kullanılan fotoğrafın fotomontaj olduğu mahkeme kararıyla belirlendi. İkincisinde ise, bir konserde sarf ettiği "Birkaç şerefsiz yüzünden bana yaşatılanları içime sindiremiyorum" sözünü "Ahmet Kaya bütün millete 'şerefsiz' dedi" biçimine sokmuşlardı...

Belki bu itham için de 'tanıkları' vardır Ertuğrul Özkök'ün...

***

İşte bu da Hürriyet muhabirinin Agos'taki sözleri:
DİĞER SAYFADA...

[page_end]

O HABERİN ÖYKÜSÜ

-Biz Hrant Dink’le zaman zaman dönmelerle ve 1915 mezalimi sürecinde mecburen dönenlerle ilgili zaman zaman konuşurduk. O duyduklarını bana anlatır ben de Anadolu’yu gezerken bana anlatılan hikayeleri ona aktarırdım. 2004 Şubat’ının başında Hrant beni aradı ve Sabiha Gökçen’le ilgili bir haber üzerine çalıştığını söyledi. Agos’a gittim ve haberin ham halini okudum. Haber dört başı mamurdu. Aslında bildiğimiz hikayelerin olağanüstü haliydi. Çünkü, Cumhuriyet tarihinde mitos haline getirilmiş birinin öyküsüydü. Sabiha Gökçen hem ilk “Türk” kadın pilot hem de Atatürk’ün manevi kızıydı. Haber mükemmel ama tehlikeliydi. Çünkü, resmi tarihin temel direklerinden birinin yerinden oynamasını sağlayacak özelliğe sahipti. Zaten burası Türkiye’ydi ve haber tehlikeli olmazsa haber olma özelliğini yitiriyordu.

-Hrant’a, “ Bu haberin tamamlanması gereken ayakları var. Ver bana eksiklerini tamamlayıp haber yapayım” dedim. Sabiha Gökçen’in sırrını bilen Oktay Verel ve Cemal Kutay gibi gazeteci ve tarihçilerin bu konuda görüşlerini alırsam bana göre haber tamamlanıyordu. Hrant, haberin önce Agos’ta çıkmasını ardından eksikleri tamamlayarak benim yazmamın daha doğru olduğunu savundu. 6 Şubat 2004’te Agos’ta çıktı. Hrant, Verel ve Kutay dışında Pars Tuğlacı’dan da görüş almamı önerdi. Oktay Verel, önce bu konuda konuşmak istemedi (haber yayınlandıktan sonra başka gazetelere konuştu ve bizim öne sürdüğümüz tezin tam zıddını savundu), Cemal Kutay da Sabiha Gökçen hakkında böyle iddiaları duyduğunu ama kendisini bu habere dahil etmememizi rica etti. O sırada ben başka bir haber için İstanbul dışına çıktığım için editörümüz Necdet Açan, muhabir arkadaşımız Ayda Kayar’ın Pars Tuğlacı ile konuşmasını istedi. Görevden döndüğümde Tuğlacı’nın henüz bir açıklama yapmadığını öğrendiğimde Hrant’la da yaptığım kısa söyleşiyi habere ekleyerek yayınladık. Bilindiği gibi haber manşet oldu. Birinci sayfada ve haberin devamının görüldüğü 21. sayfada benim koyduğum başlıklar aynen korunarak haber sunuldu. Haber gayet dengeli ve tarafsız bir dille verildi. Burada hiçbir sorun yoktu.

"HABERE İLK TEPKİ EGE ORDU KOMUTANI'NDAN GELDİ"

-Haber yayınlandıktan sonra ilk tepki dönemin Ege Ordu Komutanı’ndan geldi. Komutan, Sabiha Gökçen’i Ermeni olduğunu bildiği halde evlat edinen Atatürk’ün büyüklük gösterdiğini savunuyordu. Fakat ertesi gün Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yaparak haberi lanetlendiklerini ilan etti. Genelkurmay açıklamasının bir yerinde, Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayan bir yaklaşımdır” deniliyordu. Çünkü askerler eskiden beri, milli bütünlük ve toplumsal barışın sürmesinin, resmi tarih ne diyorsa onu öküzler gibi kabul etmemize bağlı olduğunu savunuyordu. İkinci tepki de o dönemde boğazına kadar yolsuzluğa batmış olan Türk Hava Kurumu’ndan (THK) geldi. THK ise, “Bilerek veya bilmeyerek bir Türklük değeri daha yok edilmeye çalışılmaktadır” diyordu!

HABER SONRASINDA NELER OLDU?

-Aynı gün içersinde Atatürk’ün manevi kızlarından biri olan Ülkü Adatepe de bir basın toplantısı yaparak Gökçen’in annesinin “Boşnak Türklerinden” babasının ise Edirneli olduğunu açıkladı. Bu açıklamalar üzerine Ertuğrul Özkök, haberi savundu ve ırkçılığın yanlış olduğunu belirtti. Özkök’ün bu haberle ilgili duruşunda sorun yoktu ama bu arada Emin Çölaşan’ın elleri armut toplamıyordu. Çölaşan, Sabiha Gökçen başlıklı 22 Şubat tarihli yazısını, “Bir gün onun sırtından böyle oyunlar oynanacağı ve Ermeni ilan edileceği hiç aklıma gelmezdi. Ölmüş insanlar yalanlara, iftiralara yanıt veremez. Onların üzerinden oyun oynamak en kolay yoldur. Yazık, ayıp, günah…” diyerek bitiriyordu. Bu nefret korosuna Hasan Pulur ve Melih Aşık da katıldı. Cumhuriyet yazarı Özgen Acar ise bir adım daha ileri gidip “şimdi merak ediyorum! Basın-yayın ilkelerini açıklamış olan Doğan Grubu, bu haberle bağlantılı olarak sorumsuzlar hakkında acaba ne gibi işlem yapacak” diye soruyor, Hürriyet’in patronuna açıkça, “bu sorumsuz gazeteciyi işten atın” demeye getiriyordu. Bu konuda en insani duruş Taha Kıvanç mahlasıyla yazan Fehmi Koru’dan geldi. Koru, bu haberin yıllarca önce Jamanak gazetesinde de yayınlandığını belirtiyor ve bazı yazarların Sabiha Gökçen’in Ermeni olmasından neden bu kadar fazla gocunduğunu soruyordu.

-Hrant Dink, Sabiha Gökçen haberinin Hürriyet’te yayınlanmasından sonra bu denli ses getirmesinin iyi olduğunu düşünüyordu. Haberden iki hafta kadar sonra buluştuğumuzda bana, söz konusu haberin resmi tarih tezlerinin tartışılmasının miladı olacağını söyledi. Zaten ikimiz de Anadolu’da 1915’ten kalma on binlerce Sabiha Gökçen olduğuna inanıyorduk ama ilk defa bu mesele kamuoyu önünde açıkça tartışılmaya başlanmıştı. Bu tartışma sırasında Ülkü Adatepe de Sabiha Gökçen’in “Boşnak Türkü” olduğunu öne sürerek tarihine ve dilbilime önemli bir katkı sağlamış oldu!

"HRANT'I ÖLÜME GÖTÜREN SÜREÇTE HÜRRİYET'İN SORUMLULUĞU VAR"

-Sabiha Gökçen’le ilgili haberin kısa hikayesi bundan ibaret ama mensubu olduğum Hürriyet gazetesinin Hrant’ı ölüme götüren süreçte başta Emin Çölaşan olmak üzere bir kısım yazarı ve “habercileri” marifetiyle büyük bir sorumluluğu olduğunu biliyorum. Ayrıca devletin derin sahiplerinin Hrant’ın ipini tam olarak ne zaman çektiğini bilmemekle birlikte, kurguladıkları resmi tarihi topuğundan vuran Sabiha Gökçen’le ilgili haberin de bunda etkisinin olduğunu düşünüyorum. Daha sonra “zehirli Türk kanı ile” ilgili o meşhur tartışma var. Bilindiği gibi Gökçen haberinden bir hafta sonra Hrant’a, Agos’taki köşesinde kaleme aldığı bir yazıdan ötürü Şişli cumhuriyet Savcısı tarafından dava açılmıştı. “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etmekten” açılan bu dava sırasında Kemal kerinçsiz önderliğindeki zinde güçler harekete geç(iril)miş ve altı ay süren dava sırasında zalimce ve barbarca olaylar yaşanmıştı. Bu davaya bakan Şişli 2. Asliye ceza Mahkemesi hakimlerinin önünde sistematik linç girişiminde bulunulmuştu.

-Başta Hürriyet olmak üzere gazetelerin çoğu Kemal Kerinçsiz tayfasının yaptığı saldırıları kınamak şöyle dursun bu canileri kahraman haline getirdiler. Bu süreçte Kerinçsiz’le yapılan söyleşilere baktığımızda olayın şeklini daha iyi anlarız. Çünkü, bazı gazeteciler de bu kampanya sırasında Kerinçsiz gibi görevlendirilmiş ve bu vazifelerini de hakkıyla yerine getirmişlerdi. Kerinçsiz’in bazı gazete yayın yönetmenlerinin ve kimi gazetecilerin suçu ortada. Ama tam bu noktada yargıyı gözden kaçırıyoruz. Hrant’ın sözkonusu yazıda ne dediği alenen ortada iken dava açılmasını sağlayan Şişli Cumhuriyet Savcısı, bu davada hapis cezası veren Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesi ve bu kararı onaylayan Yargıtay Genel Kurulu da Hrant’ın öldürülmesinden sorumludur. Suçludur. Hrant’ın bütün çırpınmalarına rağmen bu kararı vermişlerdir çünkü. Ceza alırsa hedef olacağını bile bile yani. Yargıtay’ın verdiği altı aylık hapis cezasının katiller tarafından idam şeklinde tercüme edileceği gün gibi aşikardı çünkü…

-İki kente yani Malatya ve Trabzon’a dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Biliyorsunuz Malatya 12 Eylül öncesinde tam bir katil tarlasıydı. Mehmet Ali Ağca ve Oral çelik Malatya’da devşirilmişti. Ama devletin derinliğindeki karanlık çiftçiler Malatya’daki tarlayı sürmeye devam ettiler. Ve 18 Nisan 2007’de Zirve Kitapevi katliamıyla ikinci hasatlarını da aldılar. Trabzon tarlasından da çifte hasat alındı. 5 Şubat 2006’da Rahip Santora, “kendini bilmez bir çocuk tarafından” öldürüldü. Yine bu kentte yetiştirilen ve ellerine silah verilip lojistik destek sağlanan “birkaç serseri” İstanbul’a doğru yola çıktı ve 19 Ocak 2007’de Hrant dink’i katlettiler. Farklı dini ve milli kökenlerden gelen insanların bir arada yaşadığını Trabzon ve Malatya’da ortaya çıkan bu katiller, damlama sulama yöntemiyle titiz bir şekilde yetiştirilmişler ve vakti saati gelince kullanılmışlardı.

-Bu iklimin oluşmasında gazeteciler de katiller kadar sorumludur. Bu süreçte misyonerlikle ilgili sistematik haberler ve yazı dizileri yapan onlardı. Ülkede yaşayan bir avuç Hıristiyan azınlığı bu memleketi yutmaya hazırlanan devasa bir canavar gibi gösteren onlardı. 70 bin Ermeni’yi ve 2400 Rum’u, 70 milyonluk Türkiye’yi ele geçirmeye hazırlanan düşmanlar olarak sergilemekten utanç duymayanlar da gazetecilerdi.

-Bu bahsi kapatmadan önce halen sürmekte olan Hrant Dink cinayeti davasıyla ilgili de birkaç söz söylemek istiyorum. Hrant’ın katillerinin damlama sulama yöntemiyle yetiştiği Trabzon’un Pelitli beldesinde bütün olup bitenlerden jandarma istihbaratının ve tabii ki Jandarma Genel Komutanlığı’nın haberi vardı. Elbette ki kentin içinde orayı burayı bombalayan, rahip öldüren bir güruhun varlığından emniyet istihbaratının, Trabzon Emniyet Müdürü’nün ve tabii ki Emniyet Genel müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’nın bilgisi vardı. Bütün bu süreci “dışarıdan” takip eden, İstanbul Valiliği’nde Hrant’ı açıkça tehdit eden MİT mensuplarının ve elbette ki MİT yöneticilerin haberi vardı. Peki hal böyleyken neden Jandarma Genel Komutanı, Trabzon Emniyet Müdürü ve Emniyet İstihbarat Daire Başkanı sanık sandalyesinde değiller?

-Peki yargının hiç sorumluluğu yok mu? Bilindiği gibi Hrant Dink cinayeti davası İstanbul 14. Ağır ceza Mahkemesi’nde görülüyor. Dink ailesinin ve avukatların tüm ısrarlarına rağmen bu mahkeme heyeti cinayet jandarma, MİT ve emniyetin yöneticilerini sanık sandalyesine niye oturtmuyor? Bu konuda Trabzon, Ankara ve İstanbul’da süren soruşturma ve ayrı ayrı açılan davaları niye birleştirmiyor? Yoksa tıpkı Abdi İpekçi davasında olduğu gibi bu hakimler de kendilerini ağır ceza mahkemesi yargıçları gibi değil de bir Devlet Güvenlik Mahkemesi hakimleri gibi mi görüyor.

-Hrant Dink davası bitmedi, henüz yeni başlıyor. Beşiktaş’ta ayrı bir mahkeme, vicdanlarda ayrı bir dava sürüyor. Eğer bu mahkeme de eski tiyatro temsilleri gibi sürerse, bildiğimiz davalar gibi biterse hepimiz elleri kanlı katiller olarak yaşayıp öleceğiz. Ve adalet yerini bulmazsa karanlıklar cehenneminde kaybolup gideceğiz…