Özkök ve gazetesi: Hazcı bedende militer ruh
Taraf yazarı Alper Görmüş Ertuğrul Özkök'ün gidişiyle gündeme gelen yorumlara derinlik katan yazısıyla dikkat çekiyor.
GAZETECİLER.COM
Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'in başından ayrılmasıyla gündeme gelen yorumlar giderek derinlik kazanıyor. Bu anlamda günün önemli yazılarından biri de Taraf yazarı Alper Görmüş'ten geldi.
Özkök ve gazetesi: Hazcı bedende militer ruh
Bir zamanlar bu ülkedeki muhafazakârlığın mottosuydu: “Tamam,
Batı’nın teknolojisini alalım ama kültürünü almayalım...” Benzer
bir durum, son 10-15 yılda tamamen başka bir bağlamda
“çağdaş-kentli-laik” kesimlerde ortaya çıktı: İrtica korkusuyla
siyaseten alıklaştırılmış milyonlarca insan “Tamam” diyor
yıllardır, “Batı’nın gündelik hayatını alalım ama özgürlükçü siyasi
kültürünü almayalım...” Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’i işte bu
insanların gazetesi oldu. Dünyanın ve Türkiye’nin gidişiyle
kıyaslandığında, evet, anakronik bir pozisyon; fakat, dediğim gibi
okurlarda karşılığı olan bir pozisyon... Dolayısıyla bundan
sonrasında bu çizgide radikal değişiklikler olmasını bekleyemeyiz.
Bence Hürriyet, kendisiyle birlikte okurlarını da adım adım
ilerleterek uzun süreli bir değişim dönemi yaşayacak.
Özkök’ün mucizevi
başarısı
Hürriyet gazetesi, 1990’lardan önce gündelik hayat konusunda hayli
muhafazakâr bir çizgiye sahipti. O hayatın tanziminde devletin
müdahale hakkına tanıdığı kredinin sınırları da hayli genişti.
Gazetenin, siyaset alanının dizaynındaki tutumu, keza gündelik
hayattaki tutumuyla uyum içindeydi: Siyaset, siyasilere
bırakılamayacak kadar ciddi bir işti. O nedenle siyaset her zaman
sivil-asker bürokrasinin denetimi altında olmalıydı. Tabii, “işler
çığırından çıktığında” doğrudan müdahale de meşru sayılmalıydı.
1980’lerin ortalarından itibaren, Hürriyet’in gündelik hayata
yaklaşımında ciddi değişiklikler oldu. Gazete, bu alanın
zenginleşmesine, çeşitlenmesine, liberalleşmesine paralel olarak
gündelik hayatın devletten özerkliğini savunmaya başladı.
Cinsellik, giyim-kuşam, eğlence, kültür vb. alanlarda hayatla
birlikte Hürriyet de liberalleşti, rahatladı. Ertuğrul Özkök’ün
göreve başlamasından (1990) sonra bu tavır değişikliği kalıcı bir
hal aldı. Fakat bu özgürlükçü tavır sadece gündelik hayatla sınırlı
kaldı. Onun dışında Hürriyet, bildiğimiz eski Hürriyet olmaya devam
etti.
Ertuğrul Özkök’ün bence asıl büyük başarısı, çıkardığı gazetenin şu
iki zıt fonksiyonu aynı anda ifa edebilmesindedir: Gazete aynı anda
hem Türkiye’deki toplumsal hayatın, özel hayatların libere
edilmesinde hem de ülkenin siyasi liberasyonunun engellenmesinde
ciddi bir rol oynadı. Siyaset bilimciler, ikincinin birincinin
neredeyse doğal bir uzantısı olduğunu düşünürler; o gözle
bakarsanız, Ertuğrul Özkök’ün başardığı şeyin hiç de kolay bir şey
olmadığını anlarsınız.
“Yaşam tarzı” söz konusu olduğunda “çağdaş” birer şahin kesilen
Hürriyet okurlarının iş siyasete gelince nasıl bir dil
kullandıklarını öğrenmek isterseniz, Hürriyet’in internet sayfasına
girin ve okur yorumlarına bir göz atın. Ertuğrul Özkök’ün neyi
başardığını o zaman daha iyi anlayacaksınız.
Bu başarıda, yüreklerine korku salınmış, böylece zaten siyaseten
alıklaştırılmış bir kitleye hitap ediyor oluşunun payı var
kuşkusuz. Ama bana sorarsanız, genel yayın yönetmeninin
samimiyetinin de (hakikaten) büyük payı var bunda. Ben, Ertuğrul
Özkök’ün gönlünün (ruhunun) samimi olarak devletten (toplumdan
değil), samimi olarak otoriterlikten (özgürlükten değil), samimi
olarak militerlikten (sivillikten değil) yana olduğuna inanıyorum.
Çok sert bulduysanız şöyle değiştireyim: Ertuğrul Özkök bu ikililer
arasında bir gerilim olduğunda her zaman birincilerden yana tavır
almıştır.
Özkök’ün ve Hürriyet’in, “yaşam tarzı özgürlüğü” diye
özetleyebileceğim görünürdeki yayın çizgisinin altında işleyen
devletçi, otoriter, militer ruhu açığa çıkaran, bugüne kadar çok
telaffuz edilmiş Hürriyet manşetlerini burada tekrar anmayacağım...
Onların yerine, dikkatinizi pek fazla bilinmeyen birkaç yazı ve
habere çekeceğim...
Clinton “emretti”, Özkök sevindi
2000 yılıydı, ABD Başkanı Clinton Senato’nun önüne gelen “soykırım”
tasarısının geri çekilmesini talep etmişti. Kullandığı fiil “urge”
idi ve Dışişleri Bakanlığı bunu gayet doğru bir biçimde “Sizi bu
tasarıyı Meclis gündeminden çekmeye davet ediyorum” şeklinde
çevirmişti. Ertuğrul Özkök sevmemişti bu çeviriyi. Şöyle yazdı:
“İngilizce-Türkçe sözlüğe baktım. Urge kelimesinin karşılığı olarak
şunlar veriliyor: ‘Zorlamak, sıkıştırmak, ısrar etmek.’ Yani bir
anlamda ‘emretmek’ fiili kullanılmış. Dolayısıyla cümleyi şöyle
Türkçeye çevirebiliriz: ‘Size en kuvvetli ifadeyle bunu Meclis
gündemine getirmemenizi emrediyorum.’”
Belki en fazla “ısrarla istiyorum” diye çevrilebilecek bir kelimeyi
esnete esnete “emretmek”e dönüştüren, sonra da Başkan’ın Meclis’e
“emretmesi” karşısında coşan, her türlü “otoriter” eğilim
karşısında gizli bir haz duyan, “otoriter eğilim” Amerika’da bile
olsa gidip bulan ve hatta yaratan bir yayın yönetmeni...
Şu cümlelere bakın: “Söz konusu olan şey ‘milli menfaat’ olunca
Clinton, Temsilciler Meclisi Başkanı’na ‘emir vermekten’ çekinmedi.
Temsilciler Meclisi Başkanı Hastert da ‘Clinton’ın emrini yerine
getirmekte’ en küçük bir sakınca görmedi.”
Irak savaşı performansı
“40 yıl savaşmayan
ordu ne olur?”
Bu, Ertuğrul Özkök’ün, Türkiye’nin Irak’a müdahaleye hazırlanan
ABD’nin yanında savaşa girmesi gerektiğini savunan bir yazısının
başlığıydı... Özkök, başlıkta sorduğu soruyu, “güvendiği” bir
komutanın sözleriyle şöyle cevaplıyordu yazısının girişinde: “Bir
ordu 20 yıl savaşmazsa, harbi unutur. 40 yıl savaşmazsa, o ülke
ordusunu unutur. 60 yıl savaşmadığı takdirde, o ülke askerini
yıpratmaya başlar.”
Bir insan, ülkesinin somut bir savaşa katılıp katılmamasını
tartışma konusu yapabilir... Fakat şu yukarıdaki gerekçeyle yaparsa
durum değişir. Böyle bir yazı akılla değil, ruhla yazılabilir
ancak; militer bir ruhla...
Fakat Özkök’ün ve Hürriyet’in militer ruhunu en çok açığa çıkaran
şey, Irak savaşına katılma tartışmalarının en yoğun olarak
yaşandığı bir dönemde attıkları (19 Şubat 2003): “Irak doğumlu
Mehmetçik: Irak üç günlük iş” sürmanşetiydi.
Haber, Hürriyet muhabirinin, kurada Güneydoğu’yu çeken
“Mehmetçikler”den biriyle havaalanında ayaküstü gerçekleştirdiği
bir söyleşiye dayanıyordu. Genç askerin, annesini teselli amacıyla
söylediği “Irak üç günlük iş anne, merak etme” cümlesi, o sıralarda
Türkiye’nin de “Irak’ta askere alınması” için canhıraş bir gayret
gösteren Hürriyet’çileri o kadar heyecana getirmişti ki, bunu alıp
sürmanşete yerleştirivermişlerdi. Aynı heyecan, “Irak üç günlük iş”
diyen Mehmetçik’in öyle ayaküstü ağzından fırlatıverdiği
“Osmaniye’ye çeken bir arkadaşım, ‘gider, birkaç Iraklı vurur
dönerim’ dedi ve gitti” sözlerini birinci sayfa spotlarına alırken
de sürüyordu. Sözde haberdeki şu yoruma bakın: “Gözleri pırıl
pırıl. Kendine güveni sonsuz. Geride aklında kalan hiçbir şey yok
belli ki.”
Bütün bunlar, savaş fikrini “dehşet hissi”yle değil de “hoş bir
ürperti”yle karşılayan bir yayın yönetmeninin gazetesinde olabilir
ancak.
2007’deki keskin
dönüş
Ertuğrul Özkök’ün, ordunun “çürümemesi” için “dış düşman”lara karşı
her daim seferberlik halinde olması gerektiği düşüncesinin esas
olarak ruhundan beslendiği konusunda hiç kuşkum yok. Fakat aynı
savaşçı ruhun “iktidardaki düşman”a karşı da her daim canlı
tutulmasını öneren geniş “kentli-çağdaş-laik” kalabalıklarla her
zaman uyum içinde olmadı.
Özkök, 2007’ye kadar “her an şeriat gelebilir”, “Avrupa Birliği
bizi parçalamak istiyor” türünden “çağdaş” paranoyalara fazla prim
vermedi. Fakat 2005-2006’dan itibaren başlayıp 2007’deki cumhuriyet
mitingleriyle doruğuna ulaşan “irtica tehlikesine karşı her şeye
razı olma” ruh halinin yarattığı “cereyan”a direnemedi ya da
buradan bir ikbal umdu.
Bu açıdan onu, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin ardından ortaya çıkan
laik kabarmadan iktidar çıkarma hevesine kapılıp, hazırlıklarını
yaptığı “hakiki bir sosyal-demokrat parti” çalışmalarını iptal eden
Deniz Baykal’a benzetiyorum.
Ağustos 2007’de, Aydın Doğan’ın baskısıyla Emin Çölaşan’ın işine
son verilmesi, onu haklı olarak ürküttü. Nitekim “laik kitle
ruhu”yla gazeteye karşı çok etkili bir kampanya başlatıldı.
Hürriyet, bu tepkiyi karşılamak amacıyla, AK Parti’yi “iç düşman”
olarak kodlayan geniş kesimlerin hoşlanacağı bir çizgi izlemeye
başladı. Bu çizginin zirvesi de “411 el kaosa kalktı” manşeti
oldu.
Ben şöyle düşünüyorum açıkçası: Hürriyet bu çizgiyi izlemeseydi çok
ciddi bir okur kaybına uğrayacaktı. Aynı şey bugün için de geçerli.
Dolayısıyla, girişte de dediğim gibi, Hürriyet değişecek ama uzun
bir zaman dilimi içinde değişecek.