Orda bir Murat Göğebakan var, yakınınızda…

“Ey Murat Göğebakan; gel de bir haftalık ömrünün nasıl da uzadığını anlat bize” diyeceğimize....

ADNAN BERK OKAN

 

“İhanete uğramak” nedir bilir misiniz?..

Eğer yaşamışsanız tabii bilirsiniz...

Ama ya hiç tatmadıysanız ihanete uğramanın nasıl bir acı olduğunu?..

Bilemezsiniz ya…

Yaşamayan için ihanete uğramış olmak tadılmamış yemek, gidilmemiş toprak gibidir…

“Acı mı, tatlı mı, sulak mı, kurak mı?” bilinemez…

Eğer ihanet edenle, ihanet edilmeden önce baş başayken bile kalabalıklar içinde hissediyorsanız kendinizi; ihanete uğradığınız hiç koymaz size…

Ama…

İhanet edenle, ihanet edilmeden önce kalabalıklar içinde bile sadece ikiniz varmışçasına hissediyorsanız kendinizi; ihanete uğramak ölümden beterdir sizin için…

Murat Göğebakan ihanete uğrayanlardan…

Hem de O’na en çok ihtiyacı olduğunda ihanetine uğrayanlardan…

Hem de ihanet edenle; ihanet etmeden önce kalabalıklar arasında bile kendisini sadece bir O bir de kendi varmış gibi baş başa hissedenlerden…

Kendi ifadesiyle, “canım” dediklerinin arkasından hançerlediklerinden…

Koymaz mı böyle birine ihanete uğramak, arkadan hançerlenmek?..

Koymamış işte…

Çünkü…

“Allah ne isterse öyle kararlaştırır” diye düşünen bir mümin Göğebakan...

Soy ismiyle müsemma yani…

Sadece gözleriyle değil yüreğiyle de bakıyor göğe…

Yaratan Allah’ın her şeye kadir olduğuna inanıyor zira.

Başa gelene itiraz etmeyi Allah’ın doğrusuna isyan etmekle eşdeğer görüyor…

Günaha girmek istemiyor…

Ama her şeye rağmen içi acıyor…

"İhanet öldürmez, acıtır” dedikten sonra şerh koyuyor bu hüküm cümlesine:

“Ama unutulmaz değildir! Hem neler ve kimler unutulmadı ki? Unutulmayı hak edenler, elbet günün birinde mazinin soluk yapraklarından silinip gidecekler.”

Sonra da her aklı, zekâsı, yüreği yerinde olan insan gibi, “Allah'ın emirleri duruyorken orda bir fener gibi, ışık gibi; bu sapkınlığın nedeni nedir ki?” diye sorguluyor başına geleni…

Ama sadece o kadar…

Yaşanmış ve bitmiş…

 

Ömrü veren süresini de kendi belirler

Biraz geri dönüş yapayım mı?..

Hani nasıl diyorlar ona sinemacılar?..

“Flash back”…

O halde dönüp bakalım geriye…

 

Tarih 2 Mayıs 2009…

Murat Göğebakan; cilâlanmış gibi parlak gökyüzünün insan ruhunu coşkuyla doldurup, içini kıpır kıpır oynattığı bir ilkbahar gününde, kanlı canlı ama vücudunda kırgınlıklar hissederek hastanenin kapısından içeri girerken bir antibiyotik ve belki de birkaç C vitamini ihtiva eden reçete alıp çıkacağını düşünüyordu.

Doktor şikâyetinin ne olduğunu sorduğunda da zaten omuzlarını silkmiş, bir eliyle havayı döverek "grip" demişti, "bir türlü geçmek bilmedi de…"

“Grip mi?.. Bir bakalım o zaman…”

Tipik doktor çokbilmişliği işte…

“Grip mi?” diye sorarken nasıl da alaylıydı ses tonu ve bakışları…

Söylenmemiş ama ima edilmiş bir, “Gripin alıp içseydin ya o zaman, bana geleceğine” küstahlığı gibi…

Ve tetkikler ve tetkikler ve tetkikler…

Ööööffff…

Bütün hastaneler gibi bir para tuzağıydı işte…

En başından beri gelmek de istememişti zaten…

“Doktorlar tedavi etmez, hasta eder” demişti çok sevip saydığı bir büyüğü…

Şaşkınlıkla kendisine baktığını görünce devam etmişti; “Doktorlar hastalık teşhisi koymadığı birini tedavi edebilir mi?”

Sorusuna yine kendi cevap vermişti: “Edemez…”

Sonra da kocaman bir kahkaha atmıştı:

“Onun için önce hastalık teşhisi koyarlar sonra da tedavi ederek insanın cebini, cildini kuruturlar”…

Kızmıştı sevdiği saydığı büyüğünün doktorlarla ilgili söylediklerine ama kırmamak için ses etmemişti…

Ama işte bak; haklı olmalıydı ki tetkikler, tetkikler, tetkikler…

Yahu ne bu böyle?..

Alt tarafı birkaç öksürük, birkaç tıksırık…

Tabii ki tetkik sonuçlarından hastalık değil yüklü bir fatura çıkacağına inanarak bekledi…

Ve sonuçlar çıktı…

“Grip mi?” diye sorarken dudaklarının kıvrımlarında alaylı gülümsemeler dolanan doktorun bu defa dudakları ince bir çizgiyi, gözbebekleri ise ucuna zehir dolanmış bir oku andırıyordu…

Ses tonu da sanki daha önceden provası yapılmış bir acı haber sahnesi aktörününki kadar soğuk ve fakat hüzünlüydü:

"Murat Bey” diye başladığında Gazianteplilerin “ağzını büzüşünden Ömer diyeceği belliydi” halk deyişini hatırladı.

Tek farkla…

Doktor, “Ömer” demek yerine belli ki bir hastalıktan söz edecekti…

Metin olmak için kendini hazırladı, kalp atışlarında oluşacak muhtemel hızlanmayı önlemek amacıyla derin bir nefes alıp sonra da bütün diyaframını boşalttı…

Doktor devam etti:

“Sinsice ilerleyen ama asla affı olmayan bir hastalığın pençesindesiniz”.

“Vaaaauuuvvvv!” diye haykırmadı tabii ama içinden bir yerlerden o sesin geldiğini duyar gibi oldu…

Başı döndü…

Gözleri karardı…

Bütün organlarıyla birlikte zihnini az sonra yiyeceği gole hazırlayan kalecileri düşündü…

Doktorun lâfını kesmemeye karar verdi…

“Kan kanserisiniz”…

Öööööfffff…

“Kan kanseri” diye tekrarladı içinden…

E canım, “hamilesiniz” diyecek değildi ya…

“Grip”ten daha ilk bakışta anlamıştı…

Tepki vermeden doktorun söyleyeceklerini dinlemeyi kararlaştırdı içinden…

Doktor da fazla uzatmadan sürdürdü felâket tellallığını...

“Uzun ve ağır bir tedavi süreci sizi bekliyor Murat Bey. Çok fazla ilerlemiş. Eğer kemoterapiye cevap veremezseniz bir haftalık ömrünüz var diyebilirim"…

Dur bir dakika hocam!..

Nasıl yani?..

Bir aksırık birkaç öksürük ve sadece bir haftalık bir ömür…

Hadi canım sen de…

Şakası bile kötü…

Bakışlarını yanında sessizce doktoru dinleyen karısına çevirdi.

Yıkılmak üzere olduğunu hissedip de kolunu beline doladığında karısının feryatları sanki bütün âlemi sarmıştı…

Gözyaşları ise çoktan çenesinden aşağı damlamaya başlamıştı…

Düşmemesi için karısının beline sarılı kolunu daha da sıktı.

Bakışlarını doktorun gözlerinin içine dikti.

İçinden gelen, ancak çok inançlı birine has bir gülümseme, alaycı bir bakışla;

"Ben sana taptığımı hiç hatırlamıyorum Doktor Bey” dedi. “Benim büyük bir Allah'ım, küçük bir derdim var. Eğer o büyük Allah'ım isterse bu küçük derdimi benden alır. O verdiği canı almadıkça umudumu kesmem, kesmeyeceğim."

 

Ömrün süresi Levh-i mahfuz'da yazıyor...

Şimdi artık bugüne dönebilirim…

Aynen dediği gibi oldu…

Büyük Allah’ı, öksürse duyulacak kadar yakın bir mesafeye gelen Azrail’i geri çağırdı…

Yani, küçücük derdini sildi süpürdü bütün bedeninden…

Eskisinden bile daha sağlıklı kıldı Murat’ı…

Şimdiiiii…

Beden geri gelmişti ama ya ruh!..

Ya duygular?..

Bakalım onlar ne âlemdeydi…

Ya medya!..

Ya el âlem!..

 İşte orada duralım...

Hani az yukarıda sordum ya; "koymaz mı böyle birine ihanete uğramak, arkadan hançerlenmek?.."

Ve "koymamış işte" dedim…
İhanet koymadı tabii ama...
Televizyonların, gazetelerin ve internet dünyasının bunu dilden düşürmemesi çok koydu ö
lümün eşiğinden dönen Murat Göğebakan'a…

Kendi deyişiyle; ona o canı veren Yaratan; canını taşıyabilmesi için bir izin daha verdi ya...

Ama medya "canım" dediklerinin hançerlemesini diline dolayan medya huzurlu yaşamasına izin vermedi...

“Bir haftalık ömrün kaldı”
kul fermanını duyduğunda ortalığı feryatlarıyla ayağa kaldıran; gözyaşlarıyla yüzünü yıkayan ve düşmemesi için belini sıkıca kavradığı insanın hançerleri girip çıktı hemen her gün ruhuna...
Muazzeb etti Murat'ı…

Ve buna rağmen Murat ne yaptı biliyor musunuz?..

Bir derviş edasıyla, bir evliya tevekkülüyle; “eyvallah” dedi… “Allah'tan geleni, geri Allah'a havale ederim. Şeytana müptela olmak, Hakk'ı unutup, Hakk’tan uzaklaşmak yine Hakk'ın vereceği bir yanıtla karşılık bulur çünkü.”

Ve yine kendi deyişiyle bakın ne düşündü:

“Başıma gelen iyi şeyleri de, kötü şeyleri de hep ‘imtihan’ diye değerlendirmişimdir… O'ndan ne gelirse hep şükretmiş; Bakara Suresi’nin ‘Sizin hayır zannettiklerinizde şer, şer zannettiklerinizde ise hayır vardır’ ayetini hatırlamışımdır”.

Yani; Murat Göğebakan ismine yakışır bir duruş sergiledi.

 

Peki biz medyacılar ne yaptık?..

Söyleyeyim:

Doktorun biçtiği bir haftalık ömrü, Levh-i Mahfuz’da yazılı olan vadeye kadar uzayan Murat Göğebakan’ın, inançlarından kaynaklanan gücünü değil de, gördüğü ihaneti haberleştirdik televizyonlarımızda, gazetelerimizde, sanal sayfalarımızda…

“Ey Murat Göğebakan; gel de bir haftalık ömrünün nasıl da uzadığını anlat bize” diyeceğimize; onun gıyabında uğradığı ihaneti duyurduk kamuoyuna…

Utanmadık…

Yüzümüz kızarmadı…

İçimiz acımadı…

Göğebakan kendisini seven binlerce kardeşini, dostunu hayal kırıklığına uğratmamak durumunda olduğu inancıyla her zaman dik dururken biz onun bu azmini değil; uğradığı ihaneti kazıdık belleklere…

Buna rağmen kendisini sırtından vuranlara hiçbir zaman ne O ne de ailesi buğz etti…

Tek kelimelik kötü söz söylemedi...

Sadece, "Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah'ı var" dedi...

“Ruhen zulüm gördüm, bu doğru. Canım yandı, bu da doğru. Ama bu yürek ne yükleri taşımadı ki? Nelere direnmedi ki? Kimleri silmedi ki?” dedi dostlarını teselli ederken…

Hem de kendi teselliye muhtaçken yaptı bunu…

Uğradığı ihaneti ekrana taşıyan bir TV kanalına bağlandı telefonla ve bakın ne dedi:

"Biz aile olarak bu olayı saklamak için elimizden geleni yaptık. (İhanete uğratan) kişiyle hiç barışmadım. O gün ayrıldım. Eşofmanlarla çıkıp, oğlumla üç ay büroda koltukta yattım. Umre'ye gittim, döndüğümde her şey boşaltılmıştı. Hiç kimsenin başına gelmesin. Ben lösemi tedavisi gördüm. Bütün hastaneden çıktığımda varımı yoğumu 21 yaşındaki bir soytarı yüzünden kaybetmiş görüyorum. Yetmiyor ailemin yüzüne bakamıyorum. Babam benim yüzümden camiye gidemiyor. Oğlum benim yüzümden okulunu değiştirmek zorunda kalıyor. Herkes konuşurken dikkat etsin." diyor.

Ve…

Uğradığı ihanet gündeme geldikçe programlarla savaşıyor.

“Çocuğumun yüzüne annemin yüzüne bakamıyorum” diyerek savaşıyor ekranlardaki çakallarla…

Ey aklı başında gerçek televizyon gazetecileri, ey yazılı basının vicdan sahibi emekçileri…

Murat Göğebakan önce çok iyi bir müzisyen…

Sonra; “en ölümcül” hastalıklardan birini (inşallah) Allah’a olan inancıyla yenen bir fani…

Ve en az bunlar kadar önemli bir diğer özelliği ise “iyi bir mümin”…

Böylesine güzel bir insanın uğradığı bir ihanetle anılmasına imkân vermeyin lütfen…

Sesine, gitarına en çok ihtiyaç duyduğumuz; anlatacaklarıyla yolumuzu ışıklandıracağına inandığımız bu değerli müzisyenin hakkını veriniz lütfen…

 

adnanberkokan@gmail.com