Oktay Ekşi, Ahmet Kekeç’i iddialarını ispata çağırdı

Ahmet Kekeç, Rus radyosuna konuşan Oktay Ekşi'yi topa tutmuştu. Oktay Ekşi bugün Ahmet Kekeç'e cevap verdi ve iddialarını ispatlamasını istedi.

Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç, 10 Aralık 2015 tarihli sütununda Oktay Ekşi’yi “darbecilikle”, “dil bilmeden İngiltere’de Basın Ataşesi” olmakla, “27 Mayıs’ı hazırlamakla” suçlamıştı. 

Oktay Ekçi, Kekeç'in suçlamalarına karşı bir cevap yazdı. Ekşi, Ahmet Kekeç'e "Ben görevini bihakkın yapan gazetecilerin hapse atılmasını “rezilane”, “iğrenç” ve “ahlaksız” bir tablo olarak görüyorsam, bunun Putin’e karşılık gördüğün “büyüklerin”le ne ilgisi var?" diye sordu.

İŞTE OKTAY EKŞİ'NİN AHMET KEKEÇ'E CEVABI

“Sevgili Ahmet

Bilirsin seni severim. Bana laf atma fırsatını bulursan onu kaçırmayacağını da öteden beri bilirim. Çünkü çok örneğini gördüm. 

Affına sığınarak ifade edeyim. Seni yaşını başını almış olmasına rağmen haylazlıktan zevk duyan çocuklar gibi gördüğüm için bugüne kadar hiçbirine yanıt vermedim. 

Bugün bir istisna yapmaya karar verdim. Yazdıklarını yanıtlayacağım:

Yazının başlığında “Bu sahte okey ne konuşup duruyor?” demişsin. Bu başlığın ne anlama geldiğini çıkarmaya benim öğrendiğim Türkçe yetmedi. Lütfen onu bildirirsen sevinirim.

Yazını Gazeteciler.Com isimli internet sitesinde “Kekeç, Oktay Ekşi ile ilgili eski defterleri açtı” demişler.

Aç lütfen… Bilmediklerin varsa bana sor, açabildiklerinden daha eskilerini de –açıkça söz veriyorum, hiçbir şey gizlemeden-  ben önüne koyayım. Ama bir koşulum var: “Sahte okey” başlıklı yazında olduğu gibi YALAN yazmayacaksın, gerçekleri çarpıtmayacaksın. 

Gelelim şimdi yazına:

Hürriyet’teki son yazımda AKP iktidarını yöneten ZİHNİYETİ teşhir etmek için “şimdi analarını bile satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyoruz” demiştim. Bunu benim “ahlaksız” olduğumun kanıtı olarak ifade etmişsin.

Senin “ahlak”tan ne anladığını bilmiyorum. Ben, “kendine ve başkasına karşı insanca ve dürüst davranmayı” ahlakın temeli sayarım.  O açıdan bakınca sözünü ettiğimiz yazıyı “ahlak” terazisinde tartmanın mantığı yoktur.

Yalan söylemek, konuyu çarpıtmak, birine iftira etmek de bence AHLAKSIZLIKTIR.

Hakkımdaki yazına sebep olan sözlerimi yayınlayan RS FM, “Türkiye’de yayın yapan ve Rusya’nın doğrularını seslendiren bir radyo kanalı” imiş. 

Ne zararı var? 

Benim sözlerimi çarpıtmadan kamuoyuna aktardıklarına göre, elbet konuşurum. O radyo dinleyicilerinin gerçeği benim ağzımdan da öğrenme hakkı yok mu? 

Sevgili Ahmet, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu yabancı bir ülke televizyonuna mülakat verince “iyi” oluyorsa benimki (üstelik bir Türk kanalına mülakat verince) neden kötü oluyor?  

Haa! Sen “Türkiye’cilik yapan bir Rus radyosu bulup da Putin hakkında ileri geri konuşursan” ben karışmam. Putin’in yaptığı “rezilane” işleri, “iğrenç ve ahlaksız” uygulamaları teşhir edersen üstelik sevinirim.

Öyle bir radyoda konuşursan o radyo yayınına devam edebilir mi sorusunu, onlarla konuş. Ama devam edemezse ben “demek orada da bir despot hüküm sürüyormuş” diye düşünürüm.

Kaldı ki, senin büyüklerin “gazetecileri biz değil mahkemeler hapse atıyor” demiyor mu? Ben görevini bihakkın yapan gazetecilerin hapse atılmasını “rezilane”, “iğrenç” ve “ahlaksız” bir tablo olarak görüyorsam, bunun Putin’e karşılık gördüğün “büyüklerin”le ne ilgisi var?

Daha doğrusu verdiğin örnekten hareket edecek olursak “gazetecileri içeri attıran aslında benim büyüklerim” demiş olmuyor musun?

Yazında, “Konumuza dönelim” dedikten sonra o mülakatta benim Demokrat Parti iktidarı dönemiyle ilgili değerlendirmelerimi aktarmışsın.

Neresine itirazın var?

Yazında böyle bir şey yok. 

Onun yerine “Menderes dönemi bir askeri darbeyle kesintiye uğradı. Darbenin pişirilip kotarılmasında meslek büyüğümüzün unutulmaz katkıları vardır” diyorsun.

Ben 1952’den 13 Haziran 1960’a kadar merhum Falih Rıfkı Atay’ın sahibi olduğu DÜNYA Gazetesinin çalıştım. Önce Ankara muhabiri, Aralık 1954-1960 arasında Ankara Temsilcisiydim. 1 Ocak 1959’dan 30 Haziran 1960’a kadar da Yedek Subay sıfatıyla askerlik görevimi yaptım. 

Eğer Demokrat Parti iktidarını deviren müdahaleyi Yedek Teğmen Oktay Ekşi yaptı demeye getiriyorsan, teşekkür ederim. Galiba orduda “çavuş” iken İran Tahtına geçen Rıza Şah’tan, “onbaşı” iken Uganda Devlet Başkanı olan İdi Amin’den, yine askerlikte onbaşılıktan ileri gidemediği halde 1925’de “hükümet devirmeye” kalkan Adolf Hitler’den sonra ben de “darbeler” tarihinde mümtaz bir yere sahipmişim de haberim yokmuş.

Şaka bir yana, sana anlatayım:

Gazeteciliğe girdiğim tarihten son yazımın yayınlandığı 30 Ekim 2010 tarihine kadar, “gazeteci” sıfatı taşıdığım tüm yıllar boyu gazetecilikten başka hiçbir şey yapmadım. Gazeteciliğin etik değerlerine hep saygılı davrandım. 

Çok boyutlu bazı meslektaşlarımız gibi gazetecilik yaparken ülke yönetmeye hiçbir zaman kalkışmadım. Bunu yapanlara da zerre kadar saygı duymadım. Dediklerimin aksini ortaya koyacak bir tek cümlemi bulursan seni o cümleyi açıklamaya ve beni “rezil” etmeye davet ediyorum.

O nedenle şimdi rica ediyorum: 

Ne yapmışım da bir “askeri darbenin pişirilip kotarılmasında unutulmaz katkılarda” bulunmuşum. Senden tek bir cümlemi, bir tek eylemimi göstermeni rica ediyorum. Bunu yapmazsan kendini “yalancı” yerine koymuş olursun. (Unutma: Bunun sonunda ahlaksız sayılman da söz konusu.)

Haa… “İstanbul Üniversitesi’ndeki nümayişleri örgütlememden” söz etmişsin.

A insafsız… Yukarıda yazdım. Ben o nümayişlerin yaşandığı Nisan ve Mayıs 1960’larda Ankara’da, Mamak’taki 28’inci Tümen Karargâhında yedek subay teğmendim. İstanbul’a gidip öğrenci olaylarına karışmak bir yana, Ankara’dan çıkmam bile mümkün değildi  çünkü izin almam hayal bile edilemezdi. 

Söyle lütfen “nümayişleri örgütleme” bağlamında (sadece İstanbul’da değil) nerede ne yapmışım? Adını –hadi müfteriye demeyeyim- yalancıya çıkarmak istemiyorsan yanıtını bekliyorum.

Keza benim “darbe yanlısı bir aktivist” olduğumu yazmışsın. Bu dediğinin bir tek örneğini gösterebilirsen bundan sonra beni istediğin sıfatla anabilirsin. Ama gösteremezsen ben de senin bir “müfteri” olduğunu her zaman ve her yerde sıfatın olarak kullanacağım.

Gelelim öteki iddialarına:

Benim darbe yanlısı faaliyetlerimin ödülü olarak, “dil bilmediğim halde Londra’ya basın ataşesi olarak gönderildiğimi” yazmışsın.

Yazdıklarından bir tek “Londra’da görev aldığım” doğru. Ama o görev –o tarihte yaklaşık 250 Pound maaşlı-  “Basın Ataşeliği” değildi. 

Dediğin gibi İngilizcemi ben de yetersiz bulduğum için, Londra’daki T.C. Başkonsolosluğunda  “yabancı dil” bilme zorunluğu olmadan çalışabileceğim -60 Pound maaşlı- “Mahalli Katiplik” işi buldum. Lisanımı geliştiririm, ihmal ettiğim üniversite eğitimimi tamamlarım diye o işe talip oldum, kabul edildim ve Londra’da o sıfatla 3,5 yıl çalıştım.

Sevgili Ahmet,

Açık söyle! Var mı bir itirazın?

Bir iddian –pardon iftiran- daha var:

Sonra Kurucu Meclis üyeliğine atandığımı” yazmışsın.

Gerçi o Londra’dan sonra değil önceydi ama “Kurucu Meclis üyeliği” yani yasal olarak “parlamento üyeliği” yaptıktan sonra Başkonsoloslukta “kavas”lıkla eşdeğer görülen bir iş alıp çalışan bir başkasını biliyorsan lütfen onu da yaz… 

Bak devr-i saltanatınızda benim bildiklerimi yazmıyorum. Laf uzamasın.

Gelelim şu, “Kurucu Meclis” üyeliğime!

İnsan bilmeyebilir ama hiç değilse üç dakikasını ayırıp doğrusunu öğrenebilir. Ama (lütfen kullanacağım deyimi bağışla) “işkembe-i kübra’dan atmak” senin yaşında başında bir adama yakışır mı?

Doğrudur, ben Kurucu Meclis üyeliği yaptım ama beni kimse “atamadı.”  Açar 1960’ın yanılmıyorsam Kasım ayında çıkan 157 Sayılı Kanunu okursan orada görürsün: 

Kurucu Meclis’in 273 üyesinden Devlet Başkanı tarafından belirlenen 10, Milli Birlik Komitesi tarafından belirlenen 15 üye hariç tamamı “gizli oyla yapılan” seçimle geldi. 

Üyeler, temsil ettikleri mesleklerle ilgili kuruluşların yasayla belirlenmiş seçmenleri tarafından –dediğim gibi- gizli oyla seçildiler. 

Ben de Ankara gazetecilerine tanınan 3 kişilik kontenjandan seçildim. Meslektaşlarım gizli oyla yapılan seçimde sadece beni değil rahmetli İlhami Soysal ile dostum Altan Öymen’i “Basın Temsilcisi” sıfatıyla oraya gönderdi. Yeri gelmişken söyleyeyim: 

Kurucu Meclis üyeliğini yaşamım boyunca hep “iftihar” duygusuyla taşıdım. Çünkü o sıfatla üyesi olduğum Meclis, -başka birçok kararı yanında- Türk Anayasa ve demokrasi tarihinin en ileri, en demokratik Anayasasını yaptı. Ama o anayasanın temsil ettiği uygarlık düzeyinden çok geride olan kafalar 20 sene sonra onu tarihe gömdüler. 

O Anayasayı keşke sen de okuyup anlayabilseydin, çok sevinirdim. Çünkü o zaman “61 Anayasası bu Meclisin kazığıdır” demiş olmanın ayıbını yaşamazdın.

Son nokta:

Ben hiçbir yerde “Bunlar analarını da satarlar” demedim. Bunu söyleyenler benim dediklerimi –ahlaksızca- saptıranlardır. Tekrar ediyorum, ben kimseyi “anasını satmakla” suçlamadım. Eleştirdiğim “anasını bile satan zihniyet”tir. O zihniyet sende varsa, üstüne alınırsın, yoksa sana ne?

Keza “işten atılmış” da değilim. 

Çalıştığım Hürriyet gazetesinin de sahibi olan Aydın Doğan’ı batırmak için ona yasalara aykırı olarak verilen 3 milyar 800 milyon lira tutarındaki AHLAKSIZ ceza, benim yazımın yayınlandığı tarihe kadar 7 milyar liraya çıkmıştı. 

Aydın Doğan’a “seni batırırız”  mesajı içerecek şekilde AHLAKSIZCA baskı yapıldı. Bu durum karşısında Aydın Beye ben, “Yazımla ilgili tüm sorumluluğu üstleniyorum. Bunun sonucu olarak Hürriyet’ten ve görevimden istifa dahil her türlü bedeli ödemeye hazırım” diye telefon ettim. 

Aydın bey üzerindeki o insafsız ve hukuksuz baskıyı da zımnen ortaya koyan ve o durumdaki herhangi bir insanın mecburen vereceği yanıtı verdi: 

Beni rahatlatırsınız Oktay Bey” dedi. Ben de:

Tamam Aydın Bey, bu saniyeden itibaren istifa ediyorum” diyerek Hürriyet gazetesindeki 44 yıllık emeğimi noktaladım. 

Bunlar sana bir şey ifade ediyor mu Ahmet!