Gülin Yıldırımkaya: Öncelikle hoşgeldiniz Habertürk'e.
Ne değişti hayatınızda 3 haftadır? Mutlu musunuz?
Nihal Bengisu Karaca: Mutluluk göz teması kurduğun anda kaçıveren
kedilere benzer, o yüzden hiç o tarafa bakmamaya çalışırım. Biraz
da, ancak elden gittiği zaman anlaşılan bir değerdir. Kendimi
tartıyorum, üç ay önce ne hissediyorsam, hala onu
hissediyorum, demek ki mutluyum
Habertürk'e geliş öykünüzü anlatır mısınız? Ne hissettiniz teklif
aldığınızda?
Teklif anı güzeldi. Bir Yeşilçam filmi parodisi gibiydi, muzipti.
Ayrıca Kenan bey’in merkez medya havalisinde çok az rastlanılan bir
duyguyu
verebilmesi, güven verici olması oldukça önemliydi. Fatih
Altaylı’yı çok sert, kavgacı ve özellikle dindar insanlarla
uzlaşmazlık içinde olmayı
kendisine şiar edinmiş biri olarak görüyordum. Biraz araştırınca
kafasına yatmayan hemen her şeye ve herkese karşı tavır alan ve
yanlışı olduğu
zaman da tashih etmekten çekinmeyen bir portre olduğunu hissettim.
Tanıştığımızda beklediğimden çok daha medeni bir diyalog
oluştu.
İnsanların birlikte çalışabilmesi için birbirlerinin tüm
geçmişlerini ve fikirlerini yüzde yüz onaylamaları gerekmiyor
zaten. Son günlere kadar herşey iyiydi diyebilirim
Zaman'da yazdığınız veda yazısı, Zaman'ın internet
sitesinde bütün gün manşette tutuldu. Duygusal ve zor bir veda
olduğunu tahmin ediyorum. Nasıl tepkiler aldınız arkadaşlarınızdan,
Ekrem Bey'den?
Okuruma veda etmiş saymıyorum aslında kendimi. İyi ve sadık okur
sizi nerede olsa bulur. Öte yandan iş arkadaşlarıma, alıştığım
ortama veda etmek elbette oldukça güç bir şeydi. Ekrem beyin beni
yargılamasından da ürküyordum işin doğrusu. Çünkü yargısız
infaz yaptığını sandığınız pek çok kere, görürsünüz ki isabet
ettirmiş. Herşey zamanla anlaşılır yani, gazetenin
sloganında olduğu gibi. O yüzden beni anlaması benim için
önemliydi.
Anladı mı bilmiyorum, ama en azından ikna olmuş gibiydi.
Zaman'daki okurlarınız sizi Gazete Habertürk'te de takip
ediyordur söylediğiniz gibi, yanısıra yeni bir kitleye de hitap
ediyorsunuz artık. Ne gibi tepkiler alıyorsunuz eski ve yeni
okurlarınızdan? Mesela eski okurlarınız değiştiğinizi düşünüyor mu,
yeni okurlarınız sizi nasıl buldu?
Bu değiştin değişmedin hikayesi aslında çok gülünç. Bireye saygı
duymayan ve insanın kendisine özgü bir varoluşunun olmadığı ön
kabulu vardır bu
‘değiştin-değişmedin’ alarmında. İnsanın içinde bulunduğu cemaat,
klan ya da camia ya da cemiyet ile bir anlam ifade ettiği yargısı
vardır.
Birincisi boyacı küpüne girmek gibi bir şey değil iş değiştirmek.
İkincisi değişmek için bir sebebim olmalı? Niye değişeyim ki? Ben
zaten
bireyselliğine düşkün biriydim yine öyle. Standartlarım zaten
iyiydi. Böyle kalkıp Nihal Bengisu’yu habertürke geçtikten
sonra asortik mekanlara filan gidiyor diyemezler çünkü muhtemelen o
yerler on yıldır gittiğim yerlerdir. Hem yeni sosyal imkanlar demek
her zaman değişmek değildir, gelişmek de gelebilir bunun ucunda.
Tabii benim eski okurlarım arasında rahatsız olanlar mevcut.
İdeolojik gerekçeler bir yana, merkez medya plazalarıyla
ilgili tuhaf efsaneler vardır bizim kesimde. Bir grup, plaza
insanının koridorlarda öpüşen, sadece otomobil ve şarap konuşan,
birbirinin altını oyan,dostluk ve sadakat hissinden uzak, eğlenmeye
haddinden fazla önem veren çığrından çıkmış bir tür olduğunu
sanıyor. Benim tanıştığım kimseler çocuğunun okul servisiyle
dersiyle kursuyla işiyle gücüyle meşgul insanlar yani. Ama
dışarıdaki algı daha farklı. Bu yerlerde bulunan kişiler de ya
huyundan ya suyundan bir noktada etkilenir, dünyevi ihtiraslara
kapılır, kariyerist heveslerle değerlerini satar, giderek nefsine
yenik düşer ve bu yenilgisini rasyonalize etmek için ideolojisini
de değiştirir gibi zımni bir kabul var. Oysa ortada sizi döve döve
değiştirecek bir irade, bir gayret göremiyorum . Hem
bilmiyorum, köşe yazarı dediğin okuruna belirli bir hayat tarzını
da borçlu mudur? Kendisini bir kanaat önderi olarak lanse etmediği
sürece bence değildir. Yazar dediğinin okura borçlu
olduğu tek şey ‘yazı’dır, fikirdir gibi geliyor bana. Üstelik hayat
tarzı örtüşmesi ayrışması bir yana; okurun iyi ve doğru
olduğunu düşündüğü şeyle, yazarın iyi ve doğru olduğunu düşündüğü
şey arasındaki makas zaman zaman açılabilir, bu makas her
açıldığında ‘vaay sen değiştin’ ya da gazete değiştirdin ama kendin
bi’ türlü değişemedin diyen herkesi dinlersen hiçbir şey
yazamaz hale gelirsin. Okuru ciddiye alırım ama herşeyin bir sınırı
var.
Yeni bir yerde yazmaya başlayınca bir kafa karışıklığı
oluyor mu, yeni bir kitle okuyor diye düşünerek mesela, üslubunuzda
yada konu seçiminizde tereddüte düşüyor musunuz?
Yazının ana fikri konusunda tereddüte düşmem, ama uslub konusu
elbette önemli. Yazdığınız mecranın değişmesi yeni bir eve taşınmak
gibi. Bazı
fazlalıkları elden çıkarmanız gerekir, yeni eşyalar almak gerekir,
evi yeniden dekore etmeniz gerekebilir, fakat sizin için hayati
değerde olan
şeyleri yeni bir eve taşındım diye atmazsınız.
Konu seçimi değil de, daha kısa yazma , parçalı bölümlü yazı
beklentisini karşılama işine tam adapte olamadım daha. Buna
alışmaya çalışıyorum.
Kadın yazarların işi zor, erkeklerden yazar diye
bahsediliyor, kadınlardan nedense kadın yazar diye.. Bir de
başörtünüz olunca 'türbanlı yazar' tanımlası giriyor devreye -ki
böyle tanımlanmaktan rahatsız olduğunuzu biliyorum-, bu daha da zor
olsa gerek. Tedirgin misiniz yazarken, insanlar beni belli
önyargılarla okuyor olabilir, yazdıklarımdan farklı anlamlar
çıkarabilirler hissine kapılıp kendinizi kısıtlıyor musunuz
hiç?
Kadın yazar demek zaten ‘tekinsiz insan türü’ demektir, okura
alttan alta ‘ aman ha dikkat et okurken, mesafeni koy, bakarsın
hatun kişi muayyen
dönemindedir lohusa sendromu yaşıyordur, saçmalıyor olabilir’
mesajı vermek demektir ‘kadın yazar’ demek. Türbanlı yazar
tanımlaması ise aslında yazar değil ama kendisini yazar diye
tanımlıyor idare ediverin anlamına gelir. Türbanlı yazar, kadın
yazardan daha aşağı bir kategoridir bir yerde, ama kadınlık
durumundan yırttığı da varsayılır gizliden gizliye ve bu
durum türbanlı yazarın kanaat önderi vasfını çok çabuk
kazanmasına neden olur aynı zamanda. ‘İslamcılığı’ elde birdir,
‘muhafazakar’lığı elde birdir, bir tartışma proğramına bir tane
başörtülü koydun mu ‘islami görüş’ün ya da
‘muhafazakar kesim’ in tümüyle temsil edildiği varsayılır; ama o
kadın arada bir, başörtüsüne rağmen bazı konularda beklenilenin
aksine tutum
takınıyorsa bu iki tarafı da bozar. Bu bozulma hali de hemen şöyle
rasyonalize edilir: İslami kesimin marjinal kadın
yazarı…Muhafazakar kesimin aykırı sesi. Bu da aslında şuradan
gelir: İslamcıysa ya da başörtülüyse yazar olamaz, yazar
olabiliyorsa mutlaka aykırıdır, marjinaldir. Ama dediğim
gibi, bunları çok ciddiye alırsak tıkanırız..
O zaman ‘yazar’ olarak Nihal Bengisu’ya sorayım, benim
gözlemlediğim bir şey var, 90 lı yıllarda İslamcı entelektüeller
şiddetle karşı çıkardı modernliğe. AK parti iktidarıyla modern
muhafazakar bir kimlik belirgin olmaya başladı. Modern-muhafazakar
kalıbı size erdemli bir hali mi çağrıştırıyor, yoksa bu sadece bir
durum mu?
Modernizm eleştirisi modernliğe karşıt bir tutum değildir aslında,
özünde modern bir tavırdır. Nitekim ancak modern olabilen bir
düşünce moderniteye eleştiri getirebilir; siz hiç geleneği bütün
müktesebatı ile içselleştirmiş, onun kalıplarna uygun bir yaşam
süren ve canhıraş modernizm eleştirisi yapan birini gördünüz mü? Bu
minvalde nasıl ki kapitalizmi çok sert bir şekilde eleştiren
solcuların bir kısmı sonradan reklamcı olmuştur, çünkü eleştirmek
adına da olsa çok iyi anlamışlardır piyasa mekanizmasını,
buna benzer şekilde, modernizm eleştirisi de yerini yapıya entegre
olmayı getirdi İslamcı kesimde. Nitekim bugün eski İslamcıların
modern yaşamında bir tökezleme, bir sürçme, bir adaptasyon
zorluğundan filan bahsedilemez. Dışarıdan adaptasyon kusuru gibi
görünen şeyler gayet istençli ve bilinçli şekilde direngen kalınmak
istenen noktalardır ya da modernliği meşrebine uydurmak ile
ilgilidir. Çünkü tersinden de olsa iyi çalışılmış oldu bu ders.
Peki ne oldu da eleştiriden entegrasyona geçildi?
28 Şubat’a kadar modernliğin gayri insani kurumlarına, yan
tesirlerine ve hayatı yozlaştırmasına dönük bir tepki, onu
değiştirme, dönüştürme ideali vardı, bu direnç kırılınca eleştiri
süzgeci ortadan kalktı ve edinilmiş bilgi dolayıma girdi.
Modernliği niteleyenin ‘Batı’ olduğu, sorunlu olanın halkın
duyarlılıklarını hiçe sayan batı tipi modernleşme, batılılaşma
olduğu fikri hakim oldu. Bir önceki sorunuza
dönersek…Muhafazakarlık da zaten modernlikle çelişmek şöyle dursun,
onun yan tesirlerini azaltma, şok edici yeniliklerine karşı
bir hava yastığı vazifesi görmek için kurgulanmış bir düşüncedir .
Bir çok toplumda ve hatta Batı’da modernliğin teknik anlamda
yaygınlaşması, sindirilmesi bir düzene dönüştürülmesi için yardımcı
bir işlev görmüştür. Dolayısıyla aslında muhafazakarlık
yaygınlaşmıyor bugün; tam tersine burjuva modernleşmesinin
muhafazakarlık sayesinde yaygınlaşması, teknik olarak toplumun
diğer katmanlarına sirayet etmesi sözkonusu. Ancak bu dolaşımda
muhafazakarlıkla karıştırılan bir şey var: geleneksellik. Gelenek
daha bütüncül ve kuşatan bir şey, içinde dinin insan yaşamına
uyarlanırken ortaya çıkardığı pratikler var, adetler, töreler ve
alışkanlıklar var. Çok daha insani ve doğal bir şey gelenek.
Türkiye’de muhafazakarlık, geleneklerini bırakmayan ama aynı
zamanda modernleşmek isteyen insanın bu iki şeyi uzlaştırmak için
vereceği ödünleri ayarlayan bir mekanizma olarak ortaya çıkıyor.
Modernlik adına gelenekten verdiğin tavizi, bir geleneği diri
tutmak için modernlikten verdiğin tavizi, tüm bu alış
verişleri dengeleyen bir protokol. Kulağa hiç hoş gelmiyor değil
mi? Ama daha iyi bir dünya idealinin kalmadığı, ‘daha iyi bir
dünya’nın elde edilmesine götüren yöntem ve tekniklerin epey
yıprandığı bir çağda, din adına da sosyalizm adına da devrim
adına da çeşitli kötülüklerin yapılabildiğinin anlaşıldığı bir
dünyada, hatta serbet piyasa adı altında özgürlüğün bile bir
başkasının canını yakan bir şeye dönüştüğünün anlaşıldığı bir
dünyada yani, içinde dine ve geleneğe ait nüveler taşıdığı
için, muhafazakarlık zaman zaman nefes alma imkanı
verebiliyor. Ama salt bir erdem olamaz elbette çünkü fırsat
eşitsizliğini sözgelimi, kapitalist dayatmaları engellemiyor,
aksine onlarla uzlaşarak etkilerini öteliyor. Ak Parti iktidarında
zenginleşenler ya da zenginliği görünür olanlar mesela,
zenginleşmenin kendisini sorun yapmıyor ama kapitalizmin
kendi çıkarını herşeyden üstün gören insan modeline de prim
vermiyor, kapitalizme verdiği ödünü geleneğin fakiri fukarayı
gözetmeye, malını ihtiyaç sahiplerine tasadduk etme ilkesiyle
dengeliyor. Dindarlık açısından bakarsak bir Ebu Zer, bir Ebu Bekir
çıkmıyor buradan ama hiç değilse bir Donald Trump da çıkmıyor,
malını mülkünü öyle zevk-ü sefa içinde yiyenler, Ferrarisinin
yanında intihar eden Steven Good’lar da çıkmıyor.
Muhafazakarlığın dindarlıktan ya da gelenekten farkını
örnekleyebilir miyiz?
Çok vülgarize edersek, bana şöyle geliyor: Gelenek adamın peygamber
sünnetidir diye ve sırf sevdiği alıştığı için misvak kullanması
ise, muhafazakarlık misvak aromalı diş macunu gibi. Geleneğin kendi
aurası vardır bir bütünlüğü, o kendisini kendisine ait olmayan
başka bir şeyle tartarak değerli kılmaya çalışmaz, ama
muhafazakarlık gelenekten ve dinden belirli dozda bir aroma
taşımakla beraber sürekli olarak modern olana göre konum belirler.
50 yıl öncesinin modern yaşam tarzı ile 50 yıl öncesinin
muhafazakarlığı aynı değildir, çünkü modernlik sözgelimi sınırları
aşmak, sözgelimi beden üzerindeki kayıtları kaldırmak konusunda
elini yükselttikçe , muhafazakarlığın hizalandığı yer de değişir.
İnsanların sadece makyaj yaptığı yıllarda muhafazakar
kaşlarını bile almazdı; insanların baştan aşağı estetik ameliyat
geçirdiği bir çağda muhafazakar artık makyaj yapar göz artı
torbalarını aldırır, ufak tefek estetik operasyonlara girer. Çünkü
koruması gereken bir şeyler olduğu gibi, yetişmesi gereken bir yer
de vardır artık. Batılı toplumlarda da benzeri sözkonusu, dünün
muhafazakarları kürtaja karşıydı, bugün sperm bankalarına karşılar,
çünkü işler değişiyor. Peki bunlar Papa’nın umrunda mı? Değil,
çünkü dinlerin ortak noktası, insanlığın alışkanlıkları yönelimleri
karmaşaları ve uzlaşma çabaları nereye gidersen gitsin, insan için
en iyiyi bilecek olanın insanı tasarlayan güç olduğu bilgisini
yansıtmak. Modernizm ve muhafazakarlık bizi nereye götürürse
götürsün, ne kadar çirkinleşirsek çirkinleşelim, orada bizi
kurtaracak, artan tecrübelerimizle birlikte belki daha da iyi
anlayacağımız bir ‘din’ olduğunu, oportünizmden ve
uzlaşmacılıklardan azade bir inanç sistemi olduğunu biliyoruz ve bu
muhteşem bir şey.
Sizce peki, sizin de ait olduğunuz bir grubun, dindar ya da
muhafazakar genç kızların ve kadınların giderek daha modern, daha
özgüven sahibi, markalara ilgi duyan ve iyi giyinmeye çalışma gibi
tavırlarıyla daha dikkat çekici olmaya başlamaları, bir yozlaşma
mı, dinden kopma mı?
Ben varım buradayım çağında değil, görünüyorum bak, buraya bak
çağında yaşıyoruz. Düşünüyorum o halde varım değil, görünüyorum o
halde varım durumunu idrak ediyoruz. Bazen tüm bunlar
Berkeley ‘varolmak algılanmaktır’ dediği için mi çıktı
diyorum. Varlığını algınabilmene borçluysan, birilerinin seni
algılamasını sağlamak zorundasın çünkü.
Felsefi olarak kimse insanları dikkat çekiyorlar diye itham edemez,
çünkü zamanın ruhu bu, bir roman yazan da, iyi bir fikir üreten de
trendy bir marka kullanan da aslında hep aynı şeyi istiyor:
Algılanmak. Biri daha özgün ve insanların samimi teşekkürüne mazhar
olarak algılanmak istiyor, diğeri bir anlığına birilerinin
dikkatini çekebilmiş olmaya, biraz pohpohlanmaya bile razı.
Tabii ikisi arasındaki fark muazzam. Hayat için iyi bir şey
çıkıyorsa, yine bu farktan çıkıyor zaten.
Soruna gelirsek, işte herkes algılanmak istiyor, hatta kendi
istediği şekilde algılanmak istiyor. Görüntüsüyle bir mesaj verme
derdi var. Bundan tesettürlüsü de tesettürsüzü de etkileniyor ister
istemez. Nasıl ki eskiden parka bir solcu için taşınması şeref
veren bir işaret gibiydi, örtülü kadınlar için bir zamanlar
pardesü de öyle bir şeydi. Sonra ‘yahu nedir bu böyle üniforma
gibi, İsrail ordusunun kadın askerleri gibi, örtüyse örtü tamam ama
neden kadının kişiliği ve zevkleri bu örtüye yansıtılmasın ki?’
denildi. Demokrasiden çoğulculuktan çeşitlilikten bahsedilen
dönemdi ve bu herkesin aklına yattı. Şimdi işi beyaz kürk üzerine
mücevherle tutturulmuş başörtü takmaya kadar vardıran var. Kişilik
ve zevkler yansımadı, sınıfsal durum yansımaya başladı örtüye.
Bundan hoşlandığımı söyleyemem. Tesettür bir lüks tüketim
enstrümanı haline gelmemeli. Ama çok şirin, hem sade hem ölçülü hem
de stil sahibi kızlara rastlıyorum yeni tesettürlüler arasında ki
bu da hoşuma gidiyor. Ama dediğim gibi, çeşitliliğin
dozu kaçıyor bazen. Açık ayakkabıdan kırmızı ojeli ayak
parmakları görünen bir başörtülü gördüğüm zaman, ben de
irkiliyorum. Çok doğal olarak herhalde bir aile baskısı
var işin içinde diyorum, ama sonra, hatun kişinin böyle algılanmak
istediği ihtimali geliyor aklıma. Çünkü her şeyi aynı anda isteyen
eklektik bir insan sözkonusu artık. Muhafazakarlar da bu eğilimden
bu savrulmalardan azade değil. Her yemeğe kaşık sallayayım
ama zayıf kalabileyim, hem kariyerimde durmaksızın yükseleyim hem
de çocuğuma çok iyi bir anne olabileyim, hem kadere iman edeyim hem
tüm ipler elimde olsun, hem çok iyi bir koca olayım hem
sevgililerim olsun, hem herkes beni mütevazi bilsin hem cipim olsun
denilebiliyorsa, bu saydıklarım mümkün olabiliyorsa, bu mantığın
çoğaltımı sayesinde birilerinin aklına da hem çok süslü ve frapan
olayım hem de başımı örteyim gelebilir. Diğerlerinden daha çok göze
çarptığı kesin ama çok önemli bir fark yok diğer durumlarla bunun
arasında.
Bu muhafazakarlık modernlik gelenek dindarlık döngüsünde
kadın hep netameli bir yerde duruyor, siz de aman bu konu yeterince
çetrefelli deyip kendinizi tutmuyorsunuz. 'Maktulun bir Femme
Fatale olarak portresi ' başlıklı yazınıza sert eleştiriler
geldi. Hem de kendi gazetenizden. Ne düşündünüz okuyunca, ilk
tepkiniz ne oldu?
‘Too good to be true’ diye bir İngiliz deyimi var,
herhalde işler gerçek olmak için fazla iyi
gidiyordu, gerçek olamayacak kadar iyiydi . İlk 23
günden bahsediyorum. Bana bu tepkileri veren, köşelerinden ‘seninle
tartışılmaz ‘ deyip gayet kaba bir biçimde hadi oradan çeken
insanlarla arkadaş olduğumu bile sanmıştım. Aslına
bakarsan ilk başta gayet anlayışla karşılamaya çalıştım durumu.
Keyfimi bozmak istemiyordum çünkü. Doğan beyi aradım gülerek,
bu ne ? dedim, ‘demokrasi’ dedi. ‘Haaa iyi, herkes için
yeterli miktarda demokrasiniz vardır umarım’ deyince o da gayet
sakin ‘tabii ki Nihal hanım siz de cevap yazın ’ dedi.
Herkesin fikrini ifade edebilmesi güzel bir şeydir sonuçta ama
pazartesi günkü nüshayı görenin Çarşamba günü benim verdiğim
cevabı okuyacağının bir garantisi yok, nitekim hala o günkü
nüshanın gazıyla orada burada gayet manasız şekilde bana
çemkirenler var. Dolayısıyla bunun telafisi yok. Üstelik ben bu
gazetenin yazarıyım senin de dediğin gibi. Kendi yazarına
aynı gün içinde üç köşe yazısı bir polemik sayfası ile
yüklenen başka bir gazete hatırlayamayınca, keyfim kaçtı
diyebilirim. Dahası telefonlarım hiç susmadı ve
kendileri de ‘merkez medyada’ çalışan arkadaşlarım durumun hiç hoş
görünmediğini söylediler. Yaa işte gazeteni
bırakır oralara gidersen bunlar olur diyenlere, ‘yok aslında kötü
bi niyet …arkadaşlar..hani demokrasi.. estek kelestek’ diye
gazetemi savunmak durumunda kaldım ki, görünen bunun bana
düşmediğiydi artık. Benim yazımı değil, o günkü gazeteyi
gören maktul çevrelerinin ‘sen kızımıza o…pu demişsin, Allah
da senin cezanı versin’ telefonları ise artık can acıtıydı.
Son kertede iyimserliğin lüzumu yok, bunları hak ettiğimi
düşünmüyorum.
Kırgın mısınız?
Kırgınım ve kızgınım. Yazımın üzerinden
‘her cazibeli kadın öldürülmeli mi?’ başlığını da çok sorumsuzca
buldum. Hesapta ben ‘cinayetleri meşrulaştırmak’ ile suçlanıyorum,
ama böyle bir başlık atılarak bana malediliyor ve bu sorunun adamın
birininaklına yatmasından hiç çekinilmiyor. Hiç çekinilmediği
halde, müthiş sorumlu yazar tavrıyla üst perdeden yazı yazan
arkadaşa sesleniyorum, mevzuu buysa, cinayetleri meşrulaştırmamak
ise bu başlık açıktan teşvik edici değil midir
diye, acımasızlıktan bahsediyor çünkü, hakkaniyet
duygusu taşıyor belli ki, o da yanıt olarak demagoji yapmayı ve
hatta hakaret etmeyi seçiyor. ‘ben senin yazın
hafızalardan kazınmalı dedim, hafızalara kazımak demedim filan
diyor.. İyi de arkadaşım, sen bu yazıyı kazıyarak ya da kazınarak
, bir kara leke olarak lanse ettin mi etmedin mi?
Şimdi iki harfin ardına sığınıp bir gazetenin kendi yazarını ‘her
cazibeli kadın öldürülebilir’ demiş gibi sunmasını hangi etik
anlayışa sığdırıyorsun? Ama hayır, ‘Demek ki neymiş seninle
tartışılmazmış’ gibi cevaplar alıyorum. İyi o
zaman ‘kadın açık saçıksa bu katili ilgilendirmez’ gibi
evlere şenlikoğlu ,
akıllara ziyan görüşler verenlerle tartışın. Size bu
‘grotesk konsensus’da mutluluklar dilerim.
Sözlerinizden size yönelik bir kasıt olduğunu düşündüğünüzü
anlıyorum. Sadece fikir ayrılığı olamaz mı? Çünkü her gazetede
farklı düşünenler, birbirleriyle çok sert tartışmalara girebiliyor.
Normal değil mi zaman zaman tartışma çıkması?
Gazetenin ilk ayı dolmadan pek normal değil. Bunun bu ekibe
dışarıdan, başka bir mecradan katılan birine karşı yapılması normal
değil. Üstelik, ben gazetedeki yöneticilerime ‘siz gazetenin
hedef kitlesini benden çok daha iyi tanıyorsunuz, yapı oturana
kadar, bu anlamda beni yönlendirin, okurun tepki göstereceği, ya da
yanlış anlamalara mahal verebilecek bir durum olursa beni
uyarın’ demişim. Müdaheleye hayır ama yapıcı yönlendirmeye
evet demişim. Yöneticilerim de bu duruma ‘elbette, siz rahat
olun, sorun
yaratabilecek bir şey görürsek yönlendirme yaparız ’ diye cevap
vermişler.
Durum bu iken, yazıyı teşrih etmem istenseydi, memnun olurdum .
Yazıişlerindeki kadınların ‘kendisiyle yan yana bile
gelmeyiz’ filan demiş olmalarını medyatavadan öğrenmem ise
tüy dikti diyebilirim. Siz medyada çalışan ve bu denli
onuruna düşkün kadın çalışanlar olarak merkez medya
ürünlerinin hemen hepsindeki soruna, kadın bedeninin sayfa
sayfa teşhir edilip metalaştırılmasına hiç ses etmeyeceksiniz, her
köşede seksist ve ayrımcı bir erkek bakışaçısıyla karşılaşacak ve
onunla uzlaşmayı tercih edeceksiniz, sonra benimle yan yana
gelmeyeceksiniz öyle mi? Kimse kadınlık gururunu ve onurunu benim
üzerimden temize çekmeye kalkışmasın, bu gülünç bir çaba olur,
kimse de bunu yutmaz.
Nilay Örnek ekteki yazısında keşke cevap yazısını yazmadan
önce o yazısına tepki gösteren insanları bir arasaydı, neden
öyle dediniz ki diye sorsaydı diyor… Buna ne
dersiniz?
Aynı şeyi benim beklemem gerekmez mi? Ben Nilay hanımın ve aynı
tepkileri veren ekürinin görüşlerini yığma halde pazartesi
günü gazeteyi açınca mı görmeliydim? Polemik sayfasına ‘böyle bir
görüşün benim bulunduğum bünyede yer alması beni sinirlendiriyor’
gibi sözler sarfetmek yerine, Pippa Bacca’nın ölümünü karikatürize
edenlerle beni bir tutmadan önce bana bir sorsaydı Nilay,
Nihal hanım siz ne demeye getirdiniz diye? Sonuçta ben, kadınların
bu coğrafyada her nedenle dayak yediğini ve şiddete uğradığını
reddeden biri değilim, bununla ilgili defaatle yazmış biriyim ve
bazı muhafazakarların gözünde tescilli erkek düşmanı haline
gelmiş durumdayım, gelin görün ki kadınların şiddet görmesine
duyarsız biriymişim gibi muamele görüyorum. Evet kadın her nedenle
öldürülebiliyor, benim dediğim, kadının ‘sırf’ bu nedenle de
öldürülebildiği. Sırf güzel olduğu için, sırf çekici olduğu
için bile öldürülebildiği. Benim dediğim kadında erkeğin
zaman zaman baş edemediği bir gücün bulunduğu, erkeğin bu gücü
inhibe etmek için o gücün kaynağını yok etmeye dönük bir pozisyon
alabildiği. O pozisyonun öldürmeye kadar gidebildiği. Bunları
söylemişim. Ve bu bilimsel yanı da olan bir realitedir artık, kopan
yaygaraya bak. Neyse artık, olmuş bir kere deyip
geçeceğiz.
Peki kendi yazınızda hiç hata aradınız mı? Güzelliği tarif
ediş biçiminiz insanları kızdırmaya ve yanlış anlaşılmaya müsait
olabilir mi?
Bakın anlamadığım şu . Haşmet Babaoğlu Vatan gazetesinde
defaatle “Güzelliğin soğuk geometrisi erkeklerin
asabını bozar.
O geometriyi bozmak, kırmak, dağıtmak ister erkek. Ve ancak
parçalardan birine fetişist gibi bağlanır. Güzellik yarışmalarında
derece alacak kadar
güzel kadınların sevgililerince dövülmesi, öldürülmesi bu bakımdan
tuhaf karşılanmamalı…’ diye yazdı. Kendisine sordum ve
doğruladı. Bu cümleler benim yazdığım şeyle mantalite olarak
neredeyse aynı. Haşmet bey bunları Gazete Habertürk’te yazsaydı,
yazı işlerini ayağa kaldıran
hemcinslerim bu şekil bir tutum sergileyecekler miydi? Cevabı
size ben vereyim: Elbette hayır . O zaman tehlikeli bir yere
geliyoruz. Demek ki bazı
arkadaşlarımız benim yazdıklarımı benim muhafazakar tarafım
üzerinden süzerek alımlıyor ‘ başkası derse güzel, ama
bu kadın diyorsa kötüdür’ bir bakışaçısı var. Bu
bakışaçısıyla yüzleşilmediği sürece buradan diyalog türemez.
Tabii henüz acıların taze olduğu bir zaman diliminde eline ameliyat
eldivenleri geçirip soğuk bir ifade takınmış olmam belki asıl
sorun. Fakat gerçek şu ki, görünürde pencereden düştüğü için ölmüş
görünen bir kadın gerçekten bu yüzden mi öldü, düşmeden önce
kocası ya da sevgilisi tarafından öldürülmüş müydü, bunu
anlayabilecek tekniğe vakıf olacak kadar polisiye yorgunuyum.
‘Aman şimdi ben başörtülüyüm, yanlış anlaşılır, en iyisi yazının
bir yerinde tesettürlülere ya da dindarlara çakayım da, durum
eşitlensin’ filan gibi akla ziyan denklemler kurmak da aklıma
gelmedi doğrusu.
İlk örnek olduğundan olsa gerek Ahmet Hakan’la kıyaslanıyorsunuz.
Hoşunuza gidiyor mu bu? Ahmet Hakan, yeni mahallesinde de kısa
sürede en sevilen, en çok okunan yazarlardan biri oldu. Sizin için
de ikinci Ahmet Hakan olacak diyorlar. Malum Ahmet Hakan eski
mahallesini de en sert eleştirebilen isimlerden biridir. Bu konuda
siz ne düşünüyorsunuz?
Ahmet Hakan , söylediğiniz gibi bir yönüyle başarı ölçüsü. Kıvrak
bir zekası var, iyi bir kalemi ve kısa sürede Hürriyet’in en
çok okunan yazarı
oldu. Bu açıdan yapılan kıyaslamalar beni elbette sevindirir. Ama
bir yönüyle de bir değişim öyküsüdür Ahmet Hakan. Ama
Hürriyet’e geçeceği
için değişmiş değildir. Hürriyet bunu rahatlıkla deklare
ettiği bir yer oldu sadece.. ‘Eski mahallem’ dedi,
‘eski İslamcı dostlarım’ dedi, ‘ben eskiden…’ diye başlayan
cümleler kurdu ve bu yüzden çok şiddetli tepkiler aldı. İslamcı
bagaja sahip olduğu halde merkez medyada yer alabilme bağlamında
bir
‘ilk’ti ve ilk olmanın zorluklarının altından kendi tarzını ortaya
koyarak kalkmayı başarmıştır. Ama ortada kıyaslamayı gerektiren bir
hal göremiyorum.
İkimiz arasındaki ortak noktalar, muhafazakar camia kökenli
olmamızdan ve şimdi merkez medya denilen mecrada olmamızdan
öteye gitmiyor. Farklı
hikayelere sahibiz. Şöyle ki, mütedeyyin kesim çok geniş ve aslında
sanıldığından daha heterojen. Onun eski mahallem dediği ve
sıtkının sıyrılmasına neden olan geçmiş tecrübeleri ile benimkiler
örtüşmüyor. Ben onun eski mahallem dediği yer ve kişilerle
yaşadığı türde ve şiddette olumsuzluklar yaşamadım sanırım. Belki
farklı dindar tipleriyle karşılaştığımız için, belki ben kadın
olduğum için ve insanlar kirli bohçalarını kadınların
yanında açmadığı için. Benim basından tanıdığım bir çok simayı
Ahmet Hakan ‘içerden’, yıllar öncesinden tanıyor, maskelerini
çıkarttıkları anlarda
nasıl kimseler olduklarını biliyor belki.
Dolayısıyla eski mahallesine çok dolaysız ve sert
eleştiri yapmasının arkasında belki böyle bir birikimin
etkisi vardır bilemiyorum. Benim böyle bir bagajım yok.
Dolayısıyla Ahmet Hakan fenomeninin benim açımdan bir iyi bir kötü
yanı var. Ahmet Hakan’ın merkez medyadaki bariyeri öyle
ya da böyle kırması, bir tabuyu yıkması ile Habertürk’ün cesur bir
adım atıp, halihazırda başörtülü olan bir yazarı alması arasında
kuşkusuz bir bağlantı var.
Kötü tarafı da şu ki, muhafazakarlıkla ilgili oldukça ağır lafları
Zaman’da sarfettiğimde kimse bir şey demiyordu; bugün ise bırakın
muhafazakarlık
eleştirisini, bir küçük AK Parti eleştirisinde bile hemen
Ahmet Hakan’laşıyorsunuz, değiştiniz diyen maillere maruz
kalıyorum. Dolayısıyla kendisini hem tebrik etmek hem de bir güzel
dövmek gibi isteklerim var. Latife bir yana, sayemde Ahmet Hakan’ın
değeri ve kıymeti artacak gibi görünüyor.
Magazin ekinden Rahşan hanım, Kılıçdaroğlu ile ilgili izlenim
yazıma ne yapıp edip türban meselesini soktuğumu çünkü
türban kompleksim olduğunu
yazmış ve Ahmet Hakan kadar rahat olamadığımdan dem vurmuş
mesela.
Oysa Ahmet Hakan’ın da bu ülkedeki yasaklarla ilgili bir problemi
var ve takip ettiğim kadarıyla bu hiç değişmedi. Ve yazımın sadece
iki yerinde başörtüsüyle ilgili gözlemlere yer veriliyordu. Ama bu
bile fazla gelmiş Rahşan’a ve Kılıçdaroğlu’nun kişiliğiyle
ilgili söylediğim olumlu şeyleri de görmezden gelmiş. Bu ‘madem bi
açılım yaptın tam yap da görelim’, durumu insanı kendi muhafazakar,
İslamcı yanına doğru kışkırtır, benim yerimde Ahmet Hakan
olsaydı ne yapardı bilmiyorum, ama son günlerde olanlar, bu
dokundurmalar filan, insana eksik kalsın Woody Allen da
izlemeyiz, Creme Brule de yemeyiz dedirtip Karacoğlan-
Mevdudi hattına bağlatabilir yani . Kimin aklına gelir?
Düşünsene, gayet light bir dindar olarak geliyor ve burada
bir Rabiatül Adeviyye’ye dönüşüyormuşum. Süper . Anlat
anlatabilirsen artık millete bu etki – tepki – ters tepti
hikayesini..
Transferiniz dolayısıyla eski mahalle, yeni mahalle gibi
kavramlar yeniden hatırlandı. Bu 'farklı mahalle' tanımını da pek
sevmiyorum aslında çünkü yarattığı algı şöyle; Etiler ve Fatih
gibi. Hani aşırı farklı, biri çok kötü diğeri çok iyi, biri
herkesin oturmak isteyeceği diğeri şartlar nedeniyle oturmak
zorunda kalınılacak da şartlar düzelirse hemen taşınılacak gibi..
Siz mahalle değiştirdiğinizi düşünüyor musunuz, ya da bir mahalle
olsanız hangi mahalle olurdunuz?
Mahalle metaforu bazı kontrastları ifade etmek açısından kullanışlı
ve nitekim hepimiz kullanıyoruz, ama haklısın, mahalle
isimleri üzerinden metafor üretmek çok da sağlıklı bir şey
değil. Nasıl ki İstanbul Etiler ve Fatih’ten oluşmuyor ,
hayat da böyle vagonlara mahallelere ayrılmış bir şekilde gitmiyor.
İnsanın evinin Fatihte işyerinin Etiler’de olması nasıl mümkünse,
bir insanın bir mahallenin bagajını tümüyle iktisap etmeden iki
hatta üç mahalle arasında mekik dokuması da mümkün. Hatta hayat
böyle. Üstelik bunun Bahçelievler’i var, Merter’i var,
İstinye’si, Kuzguncuk’u var. Şu saydığım semtleri Fatih
mi temsil eder Etiler mi? İkisi de etmez. O zaman yok mu
sayacaksınız? Oysa onlar makul çoğunluk ve mahalle dendiği zaman ne
tuhaftır ki ortaya konulan metaforlar onları es geçiyor. Bu
Fatih-Etiler, Üsküdar-Nişantaşı kontrastları, karşıtlıkları
Türkiye’nin umrunda değil nitekim, fakat medyadaki
bakışaçısı, Türkiyeyi bu iki mahalle etrafında saf tutmaya
çağırıyor sanki, bazen de özellikle bir cedel yaratılması
için kullanılıyor bu iki mahalle indirgemeciliği. . ‘Hayat tarzı’
etrafında. Bu bağlamda soruya dönersek, ben mahalle değiştirmek
istediğim için, hayat tarzımı değiştirdiğim için Habertürk’e
geçmedim. Ya da hayat tarzımı değiştirmiş idim de kendime
uygun bir zemin/işyeri arıyordum, burayı buldum diye bir durum yok.
Ben hep alacalı ve kırçıllı bir kişi oldum ve gazetemiz
çoksesli bir yapı olmak istediği ve farklı siyasi kültürel
görüşleri, eğilimleri yansıtabilen bir gazete olmayı temenni ettiği
için benimle anlaştı diye düşünüyorum. Bu durumda benim
kalkıp da ‘ben değiştim’ diye ortaya çıkmam benim eski okurlarımdan
çok yeni gazetemi zor durumda bırakır gibi geliyor. Asıl
endişe verici olan benim saçı başı dağıtıp elimde bir kadeh martini
ile Altaylı’nın odasına dalmam ve ‘Fatih bey , ben değiştim de,
alemlere nereden akılıyordu? ’ demem olur emin ol. Böyle bir
şey olacağından değil , ama olsa asıl fecaat o olurdu gazete
açısından. Bu, İslami görüşü temsil etmek için buradayım
anlamına da gelmiyor. Beni aşar o. Zul addedeceğimden değil,
sahiden aşacağı için. Mutlak surette doğru, iyi ve dinen güzel olan
tavrı her koşulda geliştiremeyeceğim için. Normal şartlarda benden
müftü ya da molla tavrı çıkmaz, ama kendi varoluşunu değilleyen bir
tavır da çıkmaz. Ne Etiler ne Fatih, ben Taksim-Tünel-Beyazıt
senteziyim herhalde. Semtler üzerinden bir tanımlama
yapacaksak.
|