Nevzat Çiçek: 'Türkiye kaos ortamına doğru gidiyor...'

Sayım Çınar, medyada cesur yorumları ve tarafsız duruşuyla “ezber bozan” gazeteci Nevzat Çiçek’le sıcak gündemle ilgili çarpıcı bir röportaj yaptı.

GAZETECİLER.COM - ÖZEL RÖPORTAJ
SAYIM ÇINAR 

 Nevzat Çiçek, İslami cemaatler, tarikatlar, Ortadoğu, terör ve Kürt sorunu konusunda uzman bir gazeteci. Sayım Çınar, medyada cesur yorumları ve tarafsız duruşuyla “ezber bozan” gazeteci Nevzat Çiçek’le, Ankara Garı’ndaki son patlamayla tekrar gündeme oturan terör saldırıları, Türkiye’nin toplumsal psikolojisi, siyasi liderler, medyadaki yozlaşma, 1 Kasım seçimleri ve Ahmet Hakan’a yapılan saldırıyı içeren sıcak gündemle ilgili çarpıcı bir röportaj yaptı.


Son dönemlerde Türkiye çok gergin bir dönemden geçiyor. Suruç’tan sonra Ankara Garı’nda da patlayan bombalar var. Türkiye’nin bugünkü durumu hakkında neler düşünüyorsun?

İçinde bulunduğumuz günlerde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde duygusal kopuşun en fazla yaşandığı bir dönemi yaşıyoruz. Toplumda zaten bir kamplaşma vardı, bu bombalar kamplaşmayı daha da derinleştirdi. Kaos ortamına doğru gidiyoruz. Terörün esas hedeflerinden birisi de bu, kaos ortamı oluşturma, derinleştirme, seçmenin bir şekilde akacağı yönü tayin etme ve kendisine göre siyaseti dizayn etme… Bunların hepsi şu an Türkiye’de yaşanıyor. Fakat, bütün bunlara rağmen Türkiye’de anlaşılmaz bir şey var, mesela, Amerika’da 11 Eylül oldu, toplum fazlasıyla bütünleşti. Türkiye’de 10’a yakın saldırı oluyor ama toplum tamamen kamplaşıyor. Böyle bir ruh hali içindeyiz. Birinci olarak bunu sorgulamak gerekiyor.


İkincisi, şu anda Türkiye’de siyaset de herhalde hiç olmadığı kadar pasif durumda… Ne oldu da bu dört parti bir araya gelemiyor? Ankara’da 100 tane insan hayatını kaybediyor, bu olay sonrasında bile bir araya gelip toplumu rahatlatamayacaksanız yaptığınız siyaseti niye yapıyorsunuz sorusunu sormamız lazım, bu da sorulmuyor.


Üçüncüsü, Reyhanlı’dan başlayan Suruç, Diyarbakır ve Ankara ile devam eden yeni bir terör dalgası yaşanıyor. Ben iki yıldır özellikle Suriye’den sonra sık sık bu tür olayların olabileceğini yazıyordum. Klasik terör algısında dağdan inen teröristler devletle çatışırdı. Yeni terör dalgasında devlet yok arada, tamamen sivil ve  toplumsal hedeflere saldırıyor. Üç eyleme de baktığımızda, saldırıların daha çok sol kesime, Alevilere ve AK Parti dışındaki insanların olduğu belli kesimlere yönelik olduğunu görüyoruz. Bu da toplumdaki duygusal kopuşu ve kaosu daha da derinleştiriyor. Üstelik bu yeni terör dalgası karşısında siyasilerin de yeni bir dili yok. Eğer toplumdaki bu duygusal kopuş önlenemezse bombalar amacına ulaşacak görünüyor. Bunu üzülerek söylüyorum ama açık açık söylemek lazım.

HALK BÜYÜK FOTOĞRAFI GÖRMEK ZORUNDA

Sokaktaki halk da oldukça tedirgin. İstanbul’da metro ve meydanlarda ciddi önlemler alınıyor. Sokaklarda sivil polisler, her yerde bir güvenlik alarmı var. Bir gazeteci olarak halka önerin nedir?

Bu tür saldırıların sonrasında temel bir sıkıntı ortaya çıkıyor. Dünyanın neresinde bu sağduyu kaybediliyorsa terör sokakları teslim alıyor. Terörü yapanın öncelikle psikolojik olarak üstünlük mücadelesi var, ikincisi korku yayma, üçüncü ve en önemlisi de siyaseti dizayn etme meselesi var. Bütün bunların karşısında esas bileşen halktır. Yurttaş dediğimiz oy veren, burada yaşayan, terörün mağduru olan ve teröre ciddi şekilde karşı çıkan kesim var. Burada önce şunu vurgulamak gerekiyor; bu tür olaylarda klasik sorudur kime yarıyor sorusunu sorarız ama aynı soruyu şöyle değiştirmek gerekiyor; kim kaybediyor?

Şimdi bu olaylarda halk olarak hepimizin kaybettiğimizi gördüğümüz andan itibaren kenetlenebiliriz. Ancak Türkiye toplumundaki temel sorun şu; herkes hepimizin kaybettiğini söylemiyor, birilerinin kazandığını, birilerinin kaybettiğini söylüyor. Oysa aslında hepimiz kaybediyoruz. Halk, burada büyük fotoğrafı görmek zorunda! Bu terörle ne yapılmak isteniyor, sonrasında ben tepkimi nasıl verirsem terörün ekmeğine yağ sürerim, nasıl verirsem onu boşa çıkarırım sorusunu sormak gerekiyor. Kamplaşmadan uzak durmak gerekiyor. Ama asla ve asla sivil toplum olarak hakkını kullanmayıp, sessiz kalma değil. Halkın tepkisini doğru yere kanalize etmek gerekiyor. Şu anda doğru yere kanalize edilmediği için bunun üzerinden çok ciddi bir yaptırım söz konusu.

Dördüncü olarak, meseleyi sadece içerisiyle sınırlandırmamak gerekiyor. Suriye sonrası özellikle Fransa, İngiltere gibi ülkelerdeki terör dalgalarıyla boyutlandırıp, onlar nasıl tepki verdi, biz nasıl tepki veriyoruz sorusunu da sormamız gerekiyor.

SİYASETEN DEMORALİZE OLMUŞ DURUMDAYIZ

Yeni bir seçim ile karşı karşıyayız. Seçmenin kafası karışık, anketler yapılıyor ama herkes sonuçların ne olacağını merak ediyor. Sen, 1 Kasım seçimlerinden nasıl bir sonuç bekliyorsun?

Hem iktidar hem muhalefet açısından 1 Kasım seçimlerinde, 7 Haziran’da alınan sonuçlardan en fazla 2-2,5 puan oynama olacağını düşünüyorum. Ak Parti’nin oyları ya 2-2,5 puan artacak ya da düşecek. Koalisyon beklentisi çok yüksek, olup olmayacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak 7 Haziran sonrası ortaya çıkan çok yüksek bir kararsız kitle var. Bazı anketlerde yüzde 13, bazılarında yüzde 18 olarak ifade ediliyor. Bu sonuçlar bize insanların siyaseten demoralize olduğunu ve yavaş yavaş siyasetten beklentilerini kaybettiklerini gösteriyor. Burada mesele bir siyasi partinin kazanması meselesi değil. Siz siyaset yapacağınız alanı belirlerken toplumsal kamplaşmayı yok edebiliyor musunuz? Halkın siyasete güven duygusunu ciddi anlamda artırabiliyor musunuz? Söylediklerinizle bir bütün olarak inandırabiliyor musunuz? Bütün kurumsal mekanizmaları değiştirebiliyor musunuz? Şu anda bunların hiçbiri yok.

Vatandaş git gide kendine şu soruyu sormaya başlıyor; Ben oy veriyorum ama oy verdikten sonra ne değişiyor? Esas tehlike bu!

BU SÜRECİN KAZANANI KILIÇDAROĞLU

Peki, dört parti lideri arasında 7 Haziran seçimleri öncesinden günümüze kadar bir değişim oldu mu?

MHP lideri Devlet Bahçeli’de çok ciddi bir değişim var. Türkiye’de gerçekten son 10-12 yıldır Ülkücülerin hakkını yememek lazım.  Sokakların hareketlenmemesi Türkiye’de birçok sosyal reformun önünü açtı. Ama 7 Haziran seçimlerinden sonra Bahçeli’nin takındığı tavır tamamıyla kitleme yönelik bir tavır ve kendi kitlesi üzerinde de anlaşılmaz bir tavır sergiliyor. Mesela, sürekli olarak terör olayları için “milli birlik, kardeşlik, partilerüstü” mesele diyen Bahçeli’nin hem Kılıçdaroğlu  hem Davutoğlu ile görüşmemesi ciddi anlamda değişikliği gösteriyor. Bu değişikliğin MHP’ye nasıl yansıyacağını sorarsanız, açıkçası MHP oylarında çok büyük bir yükselme beklemiyorum.

HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın uzlaşmacı tavrı 7 Haziran sonrasında PKK’nın da silah patlatmasıyla birlikte daha kriminal bir hale doğru gitmeye başladı. Açıklamaları artık akılcı olmaktan ziyade duygusal olmaya başladı. Bu duygusallıkla birlikte yanlışlar yapmaya başladı, o yanlışlar sorgulanmaya başladı. PKK’nın şiddeti de HDP siyasetini esir aldığı için o genişleme trendi kayboldu.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, çok net olarak bu sürecin kazananı oldu. İnsancıl tavrını çok öne çıkardı. Uzlaşılabilir, konuşulabilir, ciddi anlamla ekonomik vaatleriyle birlikte konuşulabilir bir atmosfere doğru gitti. Sanırım bunun CHP’ye 1 Kasım seçimlerinde 2-3 puanlık bir artışı beraberinde getirme ihtimali çok yüksek. Kılıçdaroğlu, son dönemde de almaya çalıştığı randevularla nerdeyse devlet adamlığını kendisi yapmaya çalıştı. Toplum bunun karşılığını verebilir.

AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu ile ilgili sıkıntı ise şu; AK Parti içerisinde hükümet olmanın getirdiği bir takım zorluklar var. Parti politikası ile hükümet politikası arasında çok ciddi “git gel”ler yaşanıyor. Başbakan Davutoğlu’nda da bu çok net olarak görülüyor. Çünkü AKP’nin programlarına, reformlarına, açıkladığı beyannameye baktığınızda gerçekten bir umut sezinliyorsunuz. Partide fabrika ayarlarına dönme, yeniden bir demokratikleşme ve bir toplumsal barış hamlesi görüyorsunuz. Ama terör olayları yaşandığında,  nasıl ki o şiddet unsuru PKK tarafından geliştiğinde HDP’yi esir alıyorsa, aynı şiddet ortamı AKP’yi de hükümet olma ve devlet olma gereği olarak biraz sıkıştırıyor, o mengene çok daralıyor. Davutoğlu’nun o mengeneden çıkması gerekiyor. Şu an çıkmadı, 1 Kasım’a kadar çıkılabilir mi, meydanlarda bu anlatılabilir mi? Seçmenle bir iletişim kurulursa belki dönme şansı var ama süreç içerisinde şu ana kadar Kemal Kılıçdaroğlu’nun pozitif olduğunu söyleyebilirim.

AK PARTİ-CEMAAT KAVGASININ TÜRKİYE'YE ÇOK YARARI OLDU

Geçtiğimiz günlerde Fethullah Gülen’in hakim olduğu kanallara Digitürk tarafından bir ambargo uygulandı ve bu kanallar Digitürk’ten çıkarıldı. Sonrasında Kablo TV’den de çıkarıldığını öğrendik. Bu kamplaşmayı, AK Parti-Cemaat kavgasının bu noktaya gelmesini nasıl değerlendiriyorsun?

AK Parti- Cemaat kavgasının Türkiye’ye çok yararı oldu. Zararı da oldu ama yararı da oldu. Türkiye bağırsaklarını temizledi. Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi bazı gizlenen gerçekler ortaya çıkabildi. Türkiye’de ciddi anlamda kamu otoritesiyle birlikte “üstü örtülen” bazı şeyler ortaya çıkabildi. Zararına gelince; Türkiye’de ciddi anlamda oluşmuş olan bilgiyi ve enerjiyi bertaraf etti. Mesela, paralel yapıdan dolayı emniyetin istihbaratı yüzde 85 değişti. İstihbaratçılar kolay yetişen bir insan tipi değil, 20-30 yıl bir insana emek sarf ediyorsunuz, onu istihbaratın başına getiriyorsunuz ve sonrasında ayrılıyor, yeni insanlar geliyor.

Burada yaşanan sorun şu; Eğer bir terör örgütü kapsamına almışsanız ve bununla ilgili bir mücadeleniz varsa o zaman o yayınların hiçbir tanesinin olmaması gerekiyor. Eğer o yayınlar varsa ve hala bir suç unsuru taşımıyorsa Digitürk üzerinden bu kanalların engellenmesi doğru değil. Twitter’in yavaşlatılması ama başka adreslerden Twitter’e girilmeye çalışılmasına benziyor.

Burada net karar vermek gerekiyor. Zaman gazetesinin Samanyolu Grubu’ndan çıkan çıkarılan yayınlardan kurumsal olarak ne farkı var? Eğer terörle ilgiliyse ve mahkeme bir karar veriyorsa Zaman’ı niye ayırıyorsun. Yok eğer o karar doğru bir karar değilse Samanyolu Grubu’nun kanallarını niye çıkarıyorsun? Bunları sorgulamak gerekiyor. Açıkçası ben, bu tür kararların mahkemeler tarafından verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü burada özel bir teşebbüs var, Digitürk yetkisini kullanıyor.

ŞEFFAF, ASİL, HUKUK DEVLETİ NOKTASINA GİTMELİYİZ

İktidar baskısı olmaması gerekiyor değil mi?

Şöyle olmaması gerekiyor. Türkiye’de artık özel sektör kendi içinde bağımsız olmalı. O bağımsızlığı sağlayamadığı sürece Türkiye’deki bu kamplaşmayla birlikte yarın iktidar değişir, başka bir iktidar kendi özel sermayesi ile birlikte başka bir şeyleri öne çıkarabilir. Aynı şekilde  hukukun, emniyetin, cemaatlere yaklaşımın da böyle olması gerekiyor. Şeffaf, adil, hukuk devleti noktasına gitmemiz gerekiyor.

HÜKÜMET MÜLTECİ SORUNUNU DOĞRU YÖNETEMEDİ

Türkiye’de Suriyeli mülteci sorunu var ve gittikçe çok ciddi bir sorun olmaya başladı. 2.5 milyon Suriyeli mülteci olduğundan bahsediliyor.

Resmi olarak 2.1 milyon kişi ama gayri resmi olarak 2.8 milyon kişi olduğu söyleniyor.

Peki, Türkiye bu mülteci sorunun nasıl yönetiyor? Demografinin değişmesi Türkiye’nin lehine mi, aleyhine mi?

Hükümet, mülteci sorununu doğru yönetmedi. Suriye’yi çok iyi biliyorum ve defalarca gidip geldiğim için çok açık söylüyorum. Orada yapılması gereken şuydu; dünyanın her yerinde komşu devletlerde savaşlar olur, Afrika bunun kitle örneğidir. O savaşla birlikte siz o devlet içinde uluslararası bir alan oluşturursunuz. O alan gerektiğinde uçuşa yasak olur, gerektiğinde başka güvenlik unsurları taşır ama o insanlar kendi ülkesinde kalır.

Başlangıçta bunu yönetemedi Türkiye. Uluslararası anlamda da Türkiye’ye çok yardımcı olunmadı. Şu anda DAİŞ, IŞİD gibi benzeri yapıların Suriye üzerinden gelme meselesini tartışıyoruz. Mülteciler üzerinden de ciddi bir provokasyon zemininin her zaman Türkiye’nin kucağında olduğunu görmek gerekiyor. Ama bu, biz bu insanlara yardımcı olmayacağız, bu insanları korumayacağız demek değildir. Bizim insani vazifemiz ancak politik olarak bu doğru konumlanmadı. Bu politikaların değiştiğini öngörmek gerekiyordu. Şu anda yapılması gereken en başa dönülmesidir. Bu sağlanabilir mi, açıkçası çok emin değilim.

AVRUPA SORUNU ÇÖZEMEZSE İKİNCİ BİR KAVİMLER GÖÇÜ DOĞABİLİR

Avrupalıların mültecilere karşı sergilediği çok net bir tavır var, biz 250 bin kişiden fazla mülteci almayız diyorlar. Bu tavrı nasıl değerlendiriyorsun?

Bizim Uluslararası Mülteci Hakları Derneği diye kurduğumuz bir dernek var. Bu derneği olaylar başlamadan önce ve bu durumu öngörerek kurduk. Ben Tunus’da, Libya’de, Irak’ta ve Suriye’de mültecilerin yoğun olduğu yerlerin çoğunda saha araştırması yaptım. Klişe bir söz olacak ama Avrupa mülteciler konusunda gerçekten ikiyüzlülüğün ikiyüzlülüğünü sergiliyor. Bu çok net. Çünkü bu insanların kendi bölgelerine gelmelerini istemiyor, iki nedenden dolayı. Hatırlarsınız, Fransa’da Magrip’li gençler Fransa sokaklarını yaktılar. Avrupalılar mültecilerin siyasal bir güç olmasını istemiyor. İkinci sebep ise mülteciler içerisinde oluşacak olan akımları kendilerinin kontrol edemeyeceğini düşünüyorlar. Bu nedenle Türkiye’de kalmasını istiyorlar. Bunu açıkça beyan ettiler; Biz Türkiye’ye para verelim, Türkiye onları beslesin, dursun. Ama bu mültecileri doğuran sorun ne diye sormuyorlar. Aslında mesele şu: Suriye ile ilgili kararı Suriyeliler dışında herkes veriyor. Ve herkes verdiği için de zavallı Suriyeliler bir botla Bodrum’dan çıkıp o denizlerde boğularak bir umuda doğru gitmeye çalışıyorlar. Bu anlayışın değişmesi gerekiyor.

Mülteciler sorununda bir başka konu daha var. Kavimler Göçü dediğimiz bir mesele vardı, bu Roma’nın tarihini değiştirmişti. Eğer Avrupa bu mülteciler sorununu çözmezse yoğun mülteci akını ikinci bir kavimler göçü doğurur ki, bu da Avrupa’nın bütün siyasal konjonktürünü tekrardan değiştirebilir.

MEDYANIN TUTUMU MESLEĞİ BIRAKMAMA SEBEP OLACAK KADAR KÖTÜ

Medyada çok ciddi kutuplaşma var, sanki ikiye bölünen bir Türkiye varmış gibi. Bir tarafta gerçekten yandaş bir medya var, diğer tarafta da Hürriyet-Doğan Grubu cephesi var. Ciddi polemikler yaşanıyor. Sen ise hem CNN Türk’te tartışma programına çıkıyorsun, hem de Ülke TV’de… Genel olarak medyanın bugünkü tutumunu nasıl buluyorsun?

Açıkçası, Türkiye’deki medyanın tutumu, benim bu mesleği bırakmama sebep olacak kadar kötü. Bu kadar net söylüyorum. Allah’tan ben paramı medyadan kazanmıyorum, bir internet sitesi yapıyorum, ayrıca ticaretle uğraşıyorum. Eğer paramı medyadan kazanmış olsaydım nasıl dayanacaktım bilmiyorum. Şu an bağımsız tavır koymamın temel sebebi ekonomik anlamdaki özgürlüğümün medya dışında sağlanmasıdır.

Şu anda medya, aslında Türkiye’deki kamplaşmanın en büyük ürünü. Sokakları kontrol altında tutamamamın en büyük sebeplerinden bir tanesi medyadaki tetikçilerin, patronaja yaranma noktasında kişiliklerini satanların, ciddi anlamda kendisi olmayan kalemlerin çok güçlü ortaya çıkmasıdır. Ciddi anlamda bir fikir tartışması yok. Tamamen tetikçiler üzerinden bel altı vuruşlarla bir medya düzeni var. Fikir tartışması üzerinden bir medya değişimi olmadığı takdirde bunun herhangi bir yere bir şey getirme şansı yok. Şu çok acı; birbirleriyle aynı masada oturan insanlar öyle bir konuma geldiler ki, kendileri olmadıkları halde medya üzerinden çok ciddi anlamda birbirlerini vurmaya başladılar. Bu vurma da esasında doğru, gerçekçi ve biz noktasında değil. O yüzden Ak Parti 7 Haziran seçimlerini kendi medyasıyla kaybetti. Çünkü inandırıcılığı olmadı. Paralel yapı kendi medyasıyla kaybetti. Çünkü sınıflandı, konumlandı, dün yanlış dediklerine, namussuz dediklerine bugün namuslu dedi.

MEDYA TÜRKİYE'DE HİÇBİR ZAMAN DOĞRU OLMADI

Ekrem Dumanlı’nın bu durumda istifa etmesini nereye oturtuyorsun?

Ekrem Dumanlı’nın istifası, cemaatle hükümet arasında yeni bir yumuşama işareti olabilir mi diye yapılmış bir istifa. Bir ateşkese doğru götürülebilir mi? Yakın zamanda o cenaha yakın belli medya grup başkan vekilleri ve belli genel yayın yönetmenleri de istifa eder, hükümete yakın bir medya grubuna başkan vekili olursa hiç şaşırmam(!) O sürece doğru gidiyoruz. Bu çok sürpriz olmaz.

Türkiye’de medya düzeni doğru bir medya düzeni değil. Son 10-12 yıldaki medya düzeni belki kamplaşmanın en somut göstergesi ama medya hiçbir zaman için doğru olmadı. Herkesin öncelikle çok net karar vermesi lazım: Ben gazeteci miyim, yoksa gazetecinin yanında şu, şu, şu muyum… Ben gazeteci olmaya çalışıyorum ama paramı bundan kazanmadığım için rahatım. Eğer benim nafakam bu meslekte olmuş olsaydı bulunduğum konum itibariyle ben de iyi bir tetikçi olabilirdim diye düşünüyorum.

SAİD-İ NURSİ'NİN CUMHURİYETÇİ DİNDARIM LAFI BANA ÇOK YAKIN

Birçok tartışma programına katılıyorsun. Kendini bu tartışma programlarında nereye oturtuyorsun?

Çok güzel, esas soru bu. Her cenahtan küfür yiyorum. Kripto paralellikle, Kürtçülükle, havuz medyası olmakla, IŞİD’çi olmakla, PKK’cı olmakla suçlanıyorum. Suçlanmadığım hiçbir şey yok. Öyle bir hale geldi ki, sosyal medya üzerinden her gün bir şey geliyor. Bu son dönemde insanlar sizden şunu bekliyor; Ya bendensin ya değilsin, bunun ortası yok. İki şeyi Allah bana nasip etmesin, birincisi yalan haber yapmayı ve inanmadığım bir şeyi yazmayı. İkincisi de bir insan hakkında bir şeyi söylüyorsam yarın onu sokakta gördüğümde boynumu eğdirmesin. Benim aidiyet duygum kendimle ilgili. Ben gerçekten ümmetçi ve demokrat olmaya çalışıyorum. Zıt gibi görünen kutuplar ama aslında Said-i Nursi’nun “Cumhuriyetçi dindarım” lafı bana çok uyuyor. Hem çoğulcu olacaksınız hem dindarlığınızı koruyacaksınız. Ama bu şu demek değil, Türkiye’de kalıpların ortasında bir gazetecilik yapmak istemiyorum. Nokta’da da Taraf’ta da çalışırken hep ezber bozan haberler yaptım. Gazeteciliği sabahtan akşama bir kişiye küfretme veya siyasi parti başkanını yüceltme üzerine kuruyorsam veya medya patronunu yandaşlıkla kendi konumumu yükseltmeye çalışıyorsam bu dürüst değil, adil değil, insani değil zaten. Ben bunu yapmamaya çalışıyorum. Çok sıkıştığımda da bu mesleği bırakıp ülkeyi terk ederim.  Benim gerçekten bu ülkeyle ilgili mücadelem var. O mücadele de herkesin Türkiye’de kendisini ifade etmesi, demokratik, özgür, kimsenin kimseye karışmadığı, dindarın dindarlığını yaşayabildiği, Alevi’nin Aleviliğini yaşayabildiği, azınlığın korkmadığı, herkesin kanun önünde eşit olduğu, devletin hiçbir cemaate, hiçbir gruba teslim edilmediği bir devlet algısı istiyorum.

DEMOKRASİYİ HEPİMİZ YARALADIK

Aslında demokrasi, aslında çoğunluğun azınlığa saygısıdır. Türkiye’de en çok tartışılan konu demokrasi ama çok fazla yara aldı ama hala ayakta. Demokrasi küllerinden yeniden doğacak mı?

Demokrasi Türkiye’de yanlış kurgulanmıştır. Yıllarca, devlet mi millet için, millet mi devlet için var diye tartıştık. Yıllar yılı bu ülkede insanlar devlet için var oldu. O algı daha yeni yeni değişmeye, zihinlerde oturmaya başladı. Her darbe döneminde kapanmış, mallarına el konulmuş, hapse atılmış sivil toplum, daha gerçek anlamda yeni yeni kendini ifade etmeye başladı. Dolayısıyla demokrasi dediğiniz algı her iktidar tarafından kendisi için kullanılan bir aygıta dönüştürülmüş. Türkiye’de sol belli bir dönem kendisi için demokrasiyi kullandı, bunu gördük. Sağ siyaseti gördük, merkez siyaseti gördük, askeri darbeyi gördük. Aslında sizin küllerinden yeniden doğdu dediğiniz şey bütün katmanlar bunu kullandığı için, dindarlar da buna dahil, artık kullanacak herhangi bir kesim kalmadı.

Hepimiz için çoğulcu, özgürlükçü bir yapı gerekiyor. Tunus’tan örnek vereyim; “Özgürlüklerin önünü açtığınız yerde İslam’ı geliştirirsiniz, özgürlüklerin önünü kapattığınız yerde ateizmi geliştirirsiniz.” Siz insanları özgür bırakırsanız insanlar kendisiyle ilgili bir yere doğru gelir. Türkiye’de demokrasi dediğiniz yapı gerçek anlamda bir vesayet sistemi olarak kuruldu. Şimdi eğer o vesayet sistemi üzerinden kalkıp, yeni vatandaşa gerçekten özgürlük anlamında bir sorgulamayı getirilebilirse düzelebilir. Mesela, demokrasiyi 17-25 Aralık’ta Fethullah Gülen ile Tayyip Erdoğan meselesinde ve Hırant Dink davalarında gördük. Niye daha önce görmedik? Birçok davanın daha yeni yeni sonuçlanmaya çalışıldığını görüyoruz. Maraş olayı dahil birçok davanın faili meçhul kaldığı bir dönemi yaşıyoruz değil mi? Çünkü herkes kendisiyle ilgili bir demokrasi algısı geliştirdi. Oysa vatandaş şunu gördü, demokrasi hepimiz için gerekiyor. Bu şuna çok benziyor; bir bataklık vardır, siz hasta olursunuz. Sürekli o bataklığın etrafında iş yapanlar hasta olur, onun çocuğu hasta olur, sonra herkes burada niye herkes hasta oluyor sorusunu sormaya başlar ve o bataklık kurutulmaya başlar. Türkiye’deki demokrasi de biraz öyle…

TOPLUMUN BİRÇOK KATMANI KENDİNİ DIŞLANMIŞ HİSSEDİYOR

Yaşanan terör olayları günlük hayatı ve insanları olumsuz etkiliyor. Pragmatik davranamıyoruz ve çok duygusalız. Ekranlarda sürekli terör saldırılarını, cenazeleri, ölenleri görünce halk melankolik olabiliyor. Hatta evinde yaşamaya başlayan insanlar oluşmaya başladı. Bu durumdan çıkmak için ne yapmamız lazım?

İşte duygusal kopuş dediğim şey bu. Öyle bir duygusal kopuş yaşıyoruz ki, dindar kendisini aldatılmış hissediyor, Alevi kendisini kandırılmış hissediyor. Bir azınlık mensubu kendisini korkuyla bir yere çekildiğini hissediyor. Toplumun birçok katmanı farklı sebeplerden dolayı kendisini dışlanmış hissediyor. Buna iktidara oy verenler ve iktidar karşıtları da dahil. Bunun üzerine üst üste şiddet dalgası gelince ve failleri de ortaya çıkmayınca Türkiye’ye yönetilemez bir ülke görüntüsü verilmeye çalışılıyor. Bu durumda siz ne yaparsınız? Metroya gitmezsiniz, alışveriş merkezlerine gitmezsiniz, farklı kesimlerle temas kurmamaya başlarsınız ve kendinizi kapatırsınız. Bu da toplumsal depresyonu beraberinde getiriyor. Nedir o depresif hal? Bir şey konuşamazsınız, sürekli içinize atarsınız. Toplumun deşarj noktalarını açık tutmak gerekiyor. Halk çıksın, bağırsın, çağırsın, dökmeden, kırmadan kendini ifade etsin. Sonrasında siyasiler bu bağrış çağırışla beraber gerçekten toplumu rahatlatacak unsurları getirsin. Ama Türkiye’de şu an bu yok, siyasetin de bunu yapma derdi yok. Bu iş toplumun kendisine düşüyor.

Toplum da kendisini sorgulamalı. Türkiye’de niye 1 milyon kişinin katıldığı bir barış mitingi yapılmadı, niye 100 binlerce insan teröre karşı yürümedi sorusunu kendimize sormamız gerekiyor. Burada sadece sistemin değil bir kültürel yapının, zihin kodunun değişmesi gerekiyor. Toplum zihin kodunu değiştirmediği sürece bu düzelmez. 100 insan ölüyorsa, hangi siyasi parti kazanır sorusunu soruyorsanız insanımızı kaybediyorsunuz. Orada sorulması gereken soru, bu 100 insanla ben nasıl dayanışma içerisinde olabilirim, nasıl acısını hafifletebilirim olmalı. Mesela, televizyonda bir programa çıktığınızda o ekranda bir gülümseme olduğunda hemen sizi yerden yere vuruyorlar. Ama aslında kendi hayatına baksa aynı şeyi o da yapıyor. Samimiyet testinden ziyade böyle şablonlara oturmuş bir kalıp karşımıza çıkıyor. Bunu yıkmak gerekiyor. Türkiye’de samimiyet sorunu var, mesela birisi başsağlığı dilediğinde veya dayanışma gösterdiğinde onu samimi bulmuyor. Samimi olma duygusunu yitirdik. Biz önce bu duyguyu beraber kazanalım.

GAZETECİLİK SUÇLARIMIZLA SIĞINABİLECEĞİMİZ BİR ALAN DEĞİL

Geçtiğimiz haftalarda Ahmet Hakan evinin önünde saldırıya uğradı. Daha sonra saldırıyı yapan üç kişi serbest bırakıldı. Bir gazetecinin dövülmesi ve ona saldıranların serbest bırakılması, twitt atanların tutuklanması doğru mu?

Ahmet Hakan ve Bülent Keneş’i tenzih ederek söylüyorum, Türkiye’de öncelikle gazetecilik sıfatının neye denk geldiğini hepimizin anlaması lazım. Mesela, benim sarı basın kartım yok, kötü anlamda söylemiyorum bunu ama bir imtiyaz getirdiği için almadım. Alanlara da saygı duyuyorum, Türkiye gibi bir yerde de olması gerekiyor, o ayrı bir şey. Türkiye’de eğer siz toplumsal anlamda yanlış tepkileri kurgularsanız birileri bu yanlış tepki üzerinden provokasyona açık bir hale gelmeye başlar. Siz Ahmet Hakan’ı her gün hedef göstermeye çalışırsanız, birileri sizin ideolojiniz olmasa bile gider Ahmet Hakan’ı döver, hatta Allah korusun öldürebilir bile… Sonuçta bu Türkiye’de bir kaos olarak oluşur değil mi. Mesele bu havayı ortaya çıkarmamak olmalıdır. Bunun tersini de söyleyebiliriz. Twitt meselesine gelince, mahkeme kararları bağımsız olduğu sürece bunun üzerine hiçbir yorum yapmanın mümkün olmadığını söylemek isterim ama Türkiye gibi bir yerde bunun da mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz.

Bülent Keneş, Mehmet Baransu, Nedim Şener, Ahmet Şık, Mustafa Kaplan gibi gazetecilerin tutuklanmasını doğru bulanlardan değilim. Ama şu soruyu da sormamız gerekiyor: Gazetecilik aynı zamanda bize hakaret özgürlüğü hakkı vermez, bir imtiyaz hakkı vermez, insanların kişiliklerini ortaya serme hakkı vermez. Bunlar oldu diye söylemiyorum ama böyle bir algı var Türkiye’de. Gazetecilik bizim suçlarımıza sığınabileceğimiz bir alan değil. Eğer ben bir suçu işleme hürriyeti gösteriyorsam, gazeteciliğim aklıma gelmiyorsa tutuklandığımda da gazeteciliğimin aklıma gelmemesi lazım. Ama Türkiye’de bu iş böyle midir, değildir. Ne yazık ki gazetecilik siyasallaştığı için böyle değildir. Hapse giren gazetecilerin 4-5 sene sonra uluslararası ödül aldığı bir mekanizmayı da biliyoruz. Ahmet Şık, Nedim Şener örneğinde gördük bunu. Bu mekanizmasının değişmesi lazım.

Eğer her gücü eline alan o güçle birlikte kendi adalet duygusunu oluşturmaya başlarsa, yarın başka birisi güçlü bir şekilde adalet duygusu oluşturmaya çalıştığında söyleyecek bir sözümüz kalmıyor. O nedenle bendeki ölçü şudur: Bugün birisi kötü bir şey yapıyorsa, yarın başkasının da yapabilme ihtimali olduğu ve onu da eleştirebilmem için benim bugünden kim olursa olsun o yapanı eleştirmem gerekiyor. Onu eleştirmezsem, yarın başkası yaptığında ona karşı da eleştirme hakkım olmuyor. Dolayısıyla bu ilkeselliği koymak gerekiyor. Türkiye’de bu ilkesel tavır ne yazık ki gazetecilik mesleğinde son dönemde ciddi yıprandı. Bunun da temel sebebi gazetecilik dost ve düşman kuvvetler tanımı içerisinden okunmaya başladı. Karşıda bir siyasetçi var, dost mu, düşman mı? Gri, paralel bir alan oluşmuyor.

İnsanlar belli bir ideolojiye uyum sağlayabilirler, bir hareketi yerden yere vurabilir ama bir de geriye dönüp bakmak lazım, ben bununla ilgili olumlu bir şey yazmışsam,  o gün niye yazdın diye insanlar bana sorduğunda ne cevap veriyorum sorusunu sormak gerekiyor. İkincisi, geçmişle ilgili olarak, fikri temizliği yaptım, temizlendim demekle olmuyor. Bir de bunu Ak Parti açısından söylüyorum; bugün benim yanımda beni destekliyor diye savunduğum insanların yarın başka tarafa geçtiğinde hain olarak algılanması çok gerçekçi olmuyor. O insan dürüst değilse bugün yanında taşımayacaksın, o insan dürüstse sonuna kadar sahip çıkacaksın.

Bütün bunları anladım ama saldırıda bulunan üç insanın serbest bırakılmasını nasıl değerlendiriyorsun?

Belki biraz ezber bozacağım ama Türkiye’nin adalet mekanizması böyle.  Tabii ki bu toplumsal bir olay olduğu için ayrı değerlendirilmesi gerekiyor ama  üç kişi trafik kavgası yaptığında kaçının tutuklandığını gördük? Ahmet Hakan olayında mesele şuydu; bu iş organize mi değil mi? Eğer organize ise bu insanları bırakmaman gerekiyor. Örgüt bağlantısı var mı yok mu tartışmasından dolayı gözaltına alındılar. Hukukta bir kaide vardır bazen adamı içeri alırsın onu korursun. Burada sürecin şeffaf işletilmediğiyle ilgili Ahmet Hakan ve Doğan Medya Grubu’nun itirazları var. Bu noktada o itirazların giderilmesi, onların ikna edilmesi gerekiyor. İkna olmamışlar. Hukuksal anlamda eğer onlar yanlış bir şey söylüyorsa çıkıp topluma bu yanlıştır, şu şu nedenlerden dolayıdır demek gerekiyor. Ama yok eğer onların ifade ettiği hukuksal şeyler doğruysa o zaman bu insanlar neden dışarıda sorusunun da cevabının verilmesi gerekiyor.

Gittiği coğrafyalarda İslami Cemaatler ve Medreseler üzerinde alan araştırmalarında bulunan Çiçek, özellikle Kürt meselesi, yakın tarih, İslam dünyası haber ve yorumlarıyla ses getirdiPuşi ve Sarık, İtirafçı, Gerçek Cellat Kim, "Kod adı düğün: Dağlıca" ve Sivas Kampı isimlerinde beş kitabı yayımlanan Çiçek,  birçok kuruma danışmanlık hizmetlerinde bulundu.Kurduğu Lagin Yayınları ile yayın hayatına devam eden Çiçek, Kürt sorunu ve İslami Cemaatler noktasında yurt içi ve yurt dışında birçok kongreye katıldı ve konferanslar verdi. Halen aktif olarak gazetecilik yaşantısına devam eden Çiçek, aynı zamanda medya sekötürü başta olmak üzere farklı disiplinlerde iletişim danışmanlığı görevini de sürdürüyor