Neden mi bu kadar salağım?..

Çevrenizi dikkatlice gözleyin; “en başarılı” yakınlarınızın, dostlarınızın, arkadaşlarınızın “göçmen” kökenli olduklarını göreceksiniz…

ADNAN BERK OKAN

 

Tehlikeli sulara dalmış, arkama bakmadan kulaçlıyordum…

Bir ara dönüp baktım ki, kıyıdan çok uzaklaşmışım…

Müsaadenizle bugün biraz sırtüstü yatıp soluklanacağım…

Yoksa nefessiz kalmak üzereyim…

Kramp da girebilir…

Denizin orta yerinde kalmak da var yani…

En iyisi; biraz soluklanmak…

 

Ey güzel insanlar!..

Rahmetli babacığım, çocukluktan delikanlılığa adım attığım ilk yıllarda (13 yaşımda) kunduracı dükkânında kösele ayakkabıların tabanlarını tahta çivi ile çakarken “biz maacırız” demişti “a”yı uzatarak...

Yani, göçmen olduğumuzu hatırlatmak istemişti bana…

Trakya şivesinde “maacır” demek “muhacir”in, yani “göçmen”in karşılığıydı…

Muhacir olduğumuzun babacığım tarafından üstüne basılarak söylendiğinden uzun yıllar sonraydı…

Emekli olmuştu...

Ben ise henüz otuz yaşına basmamış genç bir işadamı...

Bir gün benimle beraber Keşan’daki askeri lojman inşaatları şantiyelerini dolaşmak için gelmişti.

Hep eskiden konuşmuştuk o gün…

O geceyi sormuştum babacığıma, hatırlamıştı…

Gözlerimi yoldan tam ayırmadan ama hafifçe yan gözle yüzün bakmaya çalışarak: “baba ya” demiştim; “neden o gece bana muhacir olduğumuzu anlatmak ihtiyacı duydun?”...

Başını sağa çevirmişti...

İlkbaharın gelişinin habercisi yeşil ama başaksız buğday tarlalarına bakarmış gibi yapmıştı.

Bir süre susmuştu...

Kulakları gençlik yıllarından beri ağır işitiyordu...

Duymadı sanmıştım...

Bir daha tekrarlıyordum ki bakışlarını bana çevirmişti.

“Başka ne anlattım sana o gece?”

Muhacirlerin nasıl da çalışkan olduklarını anlatmış, muhacirlerin çalışkanlıklarını, sebatkârllıklarını övmüştü...

Belânın üstüne üstüne gittiklerini,

düşen bir muhacirin, yerden bir avuç toprak alıp da öyle kalktığını,

hiç kimsenin kendi köyünde peygamber olamayacağını…

Peygamber Efendimizin de hicret etmekten çekinmeyip doğup büyüdüğü Mekke’den Medine’ye hicret ettiğini,

dünyanın en büyük devleti Amerika’yı da göçmenlerin kurduğunu,

şehrin varlıklı ailelerinin yerlilerden değil muhacirlerden oluştuğunu falan söylemişti…

Bunları sıralamıştım bir solukta...

“Tabii yaa” demişti…

Çok kısa bir süre sustuktan sonra sormuştu:

“O geceden sonra ne yaptığımı da hatırlar mısın?..”

“Nasıl ne yaptığını yani?”

“Dükkânı kapayıp da belediyede çalışmaya başladığımı unuttun mu be yaaa?..”

Verdiği cevabı işitince susmuş, yutkunmuştum…

 

Evet…

27 Mayıs 1960 sabahına kadar kentin en varlıklı ailelerinden birinin hem oğluydu hem de henüz otuz yaşında, kendisini “Toptancı Tüccar” diye tanıtan bir taşra esnafıydı…

İki dükkân vardı…

Birinde dedeciğim rahmetli dururdu…

O dükkânda toptan deri ve kösele satışı yapılırdı…

Diğerinde ise ayakkabı (kadın/erkek) imalâtı yapılır büyük bir kısmı İstanbul Çarşıkapı’daki dükkânlara gönderilirken bir kısmı da toptancı dükkânında perakende olarak satılırdı…

On veya on iki kişilik bir ekibi vardı…

Benden üç yaş büyük olan Metin Kurt’un (Galatasaraylı Metin… Allah rahmet eylesin.) bir yaz yanımızda “çırak” olarak çalıştığını hatırlıyorum…

Büyük ağabeyi İsmail Kurt Galatasaray’da (daha sonra Fenerbahçe’de de oynadı.), küçük ağabeyi Fikri Kurt da Ankara Demirspor’da futbol oynuyorlardı…

Cumartesi günü akşamüstleri yanında çalışanların haftalıklarını öderken babacığımın gözlerinin içinin parladığı bugünkü gibi gözlerimin önünde...

27 Mayıs 1960 sabahı İhtilal olunca, Devlet Başkanı ve Başbakan Org. Cemal Gürsel’e küfür ve hakaret etmek suçundan(!) cezaevine girmişti…

Gerçi sadece 48 gün hapis yatmıştı ama cezaevinden sonra dikiş tutturamamıştı…

Babasını da kaybedince deri ve kösele satışı yapılan dükkânı kapatmıştı...

İşleri iyice bozulunca da ayakkabı imal edilen dükkânı tasfiye etmişti…

Seçimlerde yardımcı olduğu Muzaffer Ender bağımsız aday olduğu halde belediye başkanı seçilmişti...

Ve esnaflığı bırakıp belediyede çalışmasını istemişti babamdan...

Meğer bana o gece esnaflığı bırakacağının mesajını vermek istiyormuş... 

 

Bana o gece anlatmak istediği;

“muhacirler de düşer ama sonra yerden bir avuç toprak alır öyle kalkar” demekmiş…

Göçmenliğin avantaj olduğunu anlatmakmış…

 “Baba yaaaa” diyebilmiştim sadece…

“Baba yaaaa…”

Sonunu getirememiş, muhabbeti değiştirmiştim...

Haklıydı...

Muhacirliğin ne demek olduğunu ilerleyen yıllarda bizzat, yaşadıklarım karşısında takındığım tavırlarla ben de çevreme anlatmıştım…

İstanbul Sermayesi bile ya Balkan’lardan, ya Adana’dan, ya Kayseri’den, ya Niğde, ya Kastamonu, ya da Trabzon’dan göçenlerden oluşmuyor mu?..

Çevrenizi dikkatlice gözleyin; “en başarılı” yakınlarınızın, dostlarınızın, arkadaşlarınızın “göçmen” kökenli olduklarını göreceksiniz…

Neden bu kadar başarılı bu göçmen milleti bilir misiniz?..

Risk almaktan korkmazlar da ondan...

Amerika dünyanın en güçlü devleti çünkü Amerika'yı göçmenler kurdu...

Göçmen kökenli
ve hatta halen göçer olduğum halde ben neden mi başarısızım?..

Neden mi bu kadar süzme salağım?..

Boş verin...

Kurcalamayın...

Zira...

İstisnalar kaideyi bozmaz!..

adnanberkokan@gmail.com