Ne yapayım ki benim işim de işte bu!..
O kavga programlarından birini izliyorum… Hatta tek bir kelime bile kaçırmamak için yayını durdurdum
ADNAN BERK OKAN
Telefonum çaldığında ekranda birbirinin neredeyse aynısı olan “tartışma” programlarından birini izliyordum…
Çok sevdiğim, değerli bir dostum arıyordu…
Hemen kumandayı alıp, görüntüleri dondurdum…
Sanki…
O anda konuşan başörtülü hanımefendi, “ben sizin başörtülerinizin özgürlüğü için çok mücadele verdim” diyen diğer hanımefendiye çok önemli, daha önce hiç söylenmemiş şeyler söyleyecek ve ben de o muhteşem bilgilerden mahrum kalacaktım…
Elbette asla öyle bir şey olmayacaktı…
Başörtülü hanımefendi, az önce kendisini fena azarlayan başı örtüsüz hanımefendiye kim bilir neler söyleyecekti…
O arada başörtülü hanımefendiyle aynı siyasi veya hesap mahallesinde oturan beyefendilerden biri, daha önce el ele kol kola fikri yandaşlık yaptığı başı açık hanımefendiye giydirecekti…
* * *
Yani…
Kavga bütün gürültüsü, kiri, pası ile akıp gidecekti ekranda…
Ama…
Ne yapayım ki kendimi bir tek cümleyi bile kaçırmamakla sorumlu addediyordum…
Çünkü işim; meslektaşlarımın kavgalarını izlemek…
Kavgalarını okumak…
Sonra da oturup o iğrenç, düzeysiz, bencil hesapların yarattığı kavgaları sizlerle paylaşmak…
Hatta…
(Aklım sıra.) Analiz yapmak…
* * *
Telefonun tuşuna bastım… Her zamanki saygılı ve sevecen ses tonuyla sordu:
“Ne yapıyorsun bakalım?...”
O anda yaptığım işi(!) söylemeye utandım…
Yalan da söyleyebilirdim elbette…
Ama…
Böyle durumlarda hep babacığımın bir nasihatini tutarım…
“Ailene, sevdiklerine, arkadaşlarına, öğretmenlerine, doktoruna ve avukatına yalan söyleme”…
Yani…
Yalan söyleyebilirdim ama saydıkları hariç…
İyi de geriye kim kalmıştı ki yalan söyleyeceğim?..
Oysa ünlü filozof Wittgenstein; “Eğer yalan söylemek çıkarına ise, insan neden doğruyu söylemeli ki?” demişti…
Neyse…
İnsanın dostlarından ne çıkarı olabilir ki yalan söylesin?..
Yani…
Yine de babamın tavsiyesini tutacaktım her zaman olduğu gibi…
Zira…
Telefondaki ses gerçek dostlarımdan birine aitti…
O nedenle unuttururum düşüncesiyle karşı soruyu sordum:
“Sen ne yapıyorsun?”…
“Paris’teyim…”
“Hayrola?.. İş için mi gezi mi?”
“Çocuklarımla geldim…”
“Harikasın, tebrik ederim… Ne kadar iyi bir babasın…”
“Sen benden daha iyi babasın… O nasıl bir kalem öyle?.. Ne kadar güçlü, nasıl zengin bir dili var öyle?”
“Kimin?..”
“Oğlunun… Az önceye kadar Fransız televizyonlarından birinde Notre Dame’ın Kamburu filminin müziklerini dinledim, sonra senin yazını okudum. Oğlunun kitabına yazdığı önsözü yayımlamışsın. Samuray’ın kalemi, üslûbu, kurduğu cümleler mükemmel”…
“Teşekkürler… Uluslararası tercüman olunca haliyle kelime haznesi de çok geniş oluyor” deyip hemen sözü Notre Dame’ın Kamburu’na döndürdüm…
“Çocukluktan delikanlılığa adım attığım yıllarda okumuştum Hugo’nun o romanını… Animasyonu dâhil son elli yıldır çevrilen bütün filmlerini de izledim…”
“ İnanılmaz güzellikte bir eser ve hele müzikleri… Ve ille de Quasimodo’nun söylediği o şarkı mükemmel değil mi?..”
“Aynen öyle” deyip aceleyle sordum:
“Paris nasıl?..”
“İyi… Ama televizyonculuktan sınıfta kalır bu Fransızlar… Hiçbir kanalda tartışma programı yok… Kavga yok… Eski Fransız şarkıcıların hayatları var, nefis filmler, müzikler, müzikaller, tiyatrolar her şey var ama tartışma olmayınca sarmıyor beni…”
* * *
İşte o anda kızardığımı hissettim…
Sanki alışıldık kavga programlarından birini izlediğimi elindeki telefonun gizli kamerasından görmüş, benle kafa buluyordu…
“Yahu sen tartışma programı Türkiye’deyken bile izlemezsin; taa Paris’te canın gürültü dinlemek, kavga görmek mi çekti?..”
“Şaka şaka… Odamdaki televizyonda yüz sekiz tane kanal var, biri bile Türk televizyonu değil… Hiçbirinde bizdeki gibi tartışma programı yok…”
“Onun için orası dünyanın en saygın ülkelerinden biri, kişi başına milli gelir kırk beş bin dolara yakın; bizim televizyonlarda tartışma diye kavga izlettikleri için de kişi başına milli gelir on bin doların altında…”
* * *
Sonra da çocukların eğitimlerinden söz ettik…
O henüz yolun başındaydı…
Ben ise iki çocuğu da eğitimini tamamlamış bir babaydım…
Çocuklarını televizyoncu ya da gazeteci yapmayacağını ve gerekçesinin de televizyonculuğumuz ve gazeteciliğimiz olduğunu söyledi…
Tabii ki ileride tercih çocuklarınındı ama çok sağlam bir alt yapıyla yetişmelerini sağlamak ve estetik sanatlar üzerine eğitim almalarını istiyordu…
Karım ve ben iki çocuğumuzun da eğitimlerini tercih ettikleri gibi yapmalarına destek verdiğimizi bundan hem kendimizin hem de çocuklarımızın çok memnun olduğunu söyledim…
Oğlumuz bir ara benim hatırım için bir gazetenin dış haberler şefliğini yapmış ama “Gazetecilik benim işim değil; çok sıradan” deyip kendi sevdiği işi yapmaya başlamıştı…
Şu anda İngilizceden, Türkçeye, Türkçeden İngilizceye çeviri yapan küresel ve ünlü bir çevirmen…
Kızımız Floransa’da Heykel ve resim okuduktan sonra en son üç yıl da web tasarım eğitimi aldı…
Bunları bildiği halde bir kez daha hatırlattıktan sonra kendimi tutamadım:
“Ben şu anda senin özlediğin o kavga programlarından birini izliyorum… Hatta tek bir kelime bile kaçırmamak için yayını durdurdum”…
Hangi kanalı izlediğimi sormadı bile…
Sadece kocaman bir kahkaha attı…
Yeniden oğlumun yazısı nedeniyle gıyabında onu tebrik etti ve karşılıklı olarak telefonları kapattık…
Kaldığım yerden iki hanımefendi ve birçok beyefendinin fikir adı altında karşılıklı küfürleşmelerini izlemeye devam ettim…
adnanberkokan@gmail.com