Namık Çınar'dan Engin Ardıç'a tokat gibi Kut-ül Amare yanıtı

Namık Çınar, "Oturduğu yerden askerlik edebiyatı yapanlardan da hiç hazzetmem." dedi ve ekledi: Sen hiç el bombası attın mı? Ben attım...

Sabah yazarı Engin Ardıç için "Bana ilişkin andıçı o tutuyor olmalı. Sanırım dosyam onda." diyen Namık Çınar sert bir yazı ile Ardıç'a yanıt verdi.

Kutül Amare ile ilgili yazısını eleştiren Ardıç'a yanıt veren Namık Çınar, "Oturduğu yerden askerlik edebiyatı yapanlardan da hiç hazzetmem." dedi ve ekledi:

Sen hiç el bombası attın mı? Ben attım.
Sen hiç roketatar yahut havan atışı yaptın mı?
Ben hem yaptım, hem yaptırdım.
Öyle üç beş tane fişeğinki değil, sandık sandık tahrip danesinin kesif yanık barut kokusu insanın genzini nasıl yakar, hiç bilir misin?
Ben bölükler dolusu bilirim.


Çınar, Haberdar'daki köşesinde Sabah yazarı Ardıç ile ilgili kaleme aldığı yazısında bakın neler dedi:

“Havuz Medyası”nın çirkeflikten sorumlu tetikçisi Engin Ardıç, IŞİD’çilerin Kilis’e rastgele roket sallamaları gibi, dün bana Sabah’taki köşesinden, sabah sabah bir kez daha saldırdı.

Rastgele diyorum; iler tutar yanı olmayan, uyduruk, sallapati bir yazıydı çünkü.

İnsan ona, yazı diye imzasını mı atar?

Siparişle yazılan bir yazıdan, daha fazla ne beklenir ki?

Parayı verenin düdüğünü çalarak tahrikçilik eylerken, içindeki leblebilerine kadar götürdüyse, sesi de böyle loğusa osuruğu gibi çıkacaktır, elbet de.

Bir vakitler Uzanlar’ı sıvazlıyordu.

Şimdi arpa AKP’de ya! 

Artık onlara tellâklık yapıyor.

Aslında bunları demezdim.

Ama geçen sefer de, şimdi de, fikirlerimi bir kenara bırakıp bedenimle eğlenmeyi yeğledi.

Ülkü Tamer’in bir dizesini kullanarak, sağlık sorunlarımdan kaynaklanan kilolarımla alay etmeyi seçti.

En büyük korkum, onun gibi edepsiz olmak, onun gibi yüzsüz görünmek.

Ama ağzının payını vermeden de olmaz, değil mi?

Farklı görüşte olduklarımızla tartışmayı şahsileştirerek bel altı vurmak, oysa ne kadar ayıp!

Ancak kişiliği bozuk kimselerin yapabileceği şeyler bunlar.

O bilmez; ben meselâ onun bacanağı da olan ünlü edebiyatçı rahmetli Hulki Aktunç’la, taa Selimiye Askeri Ortaokulu’ndan, Erzincan Askeri Lisesi’nden beri çocukluk arkadaşıydık.

Çok sıkı iki dosttuk ve onu yitirdiğimiz beş sene öncesine kadar sürekli görüşür, fırsat bulduk mu da çilingir sofraları kurar, yarenlik ederdik.

Benim hiç, kendisinin ne mal olduğunu ondan etraflıca dinlediğim şeyleri, kalkıp buralarda anlattığımı gördünüz mü?

Ordudan atılmışlığımla da dalgasını geçmeye çalışıyor.

Ben teğmenken, küçücük rütbeli gencecik cüssemle 12 Mart’ın faşist generallerine karşı hukuk mücadelesi vermiş, kazanmış, tekrar orduya dönmüş ve yüzbaşılıkta, bu sefer kendi isteğiyle ayrılmış biriyim.

Olsa olsa kutlanırım ben, utanmaz adam!

Senin bacanağın Hulki Aktunç da askeri liseden benimkine benzer sebeplerden atılmıştı. Bu durumda belli ki, onun hatırası için de aynı şekilde düşünüyor olmalısın.

Haberdar’da yeni olduğum için okurlarım bilmeyebilirler, birazcık anlatayım:

Ben bundan tam altı ay önce bir yazı yazmış, uğradığım haksızlıklara karşı duyduğum düş kırıklığıyla, tıpkı yüz sene önce Yeni Zelanda’ya göç etmeyi düşünme noktasına gelmiş Tevfik Fikret gibi, acaba alıp başımı buralardan gitsem daha mı iyi olurdu, diyerek okurlarıma yakınmıştım.

Ve bu “Şeref Haktanır” kılıklı adam, hemen yekinip, o rezil havuzun köpekleme yüzen o günkü nöbetçi görevlisi olarak, “Durduğun Kabahat” başlıklı bir yazı döşenmiş, demediğini bırakmamıştı bana.

Ben de “Dertlenmekte mi Yasak” diye bir yazıyla cevap vermiştim.

Yılgınlık değil, kırgınlığın bir dışa vurumuydu, benimkisi.

Bir yazar, çiçek de açar, yaprak da döker, demiştim.

Güneş gibi parlar da, bulut gibi kapatır da.

Gün gelir çavlanlar gibi coşar, bir bakarsın miskin su gibi durgunlaşır da.

Bırakın, ne doğallığı varsa yansıtsın size.

Onu yazar yapan bunlardır; o coşkuları, o elemleri, o hüzünleri, sevinç ve kahırlarıdır.

Hiçbir yere gidecek değildim, elbet.

Ne ki, onda sadece yazarlık kumaşı değil, içinde zerre erdem duygusu da olmadığı için bunları anlayamazdı.

Kalemini nalbur gibi kullandığı köşesinden, çark etti, dedi çıktı, benim için.

Oysa hiç mi yakınmamıştı, mesela Hasan Hüseyin?

Karınca hamaratlığıyla yazdığı şiirlerine karşı, kitlelerin kayıtsız kaldıklarını gördüğünde:

“…ben hep onlar için söyledim şiirlerimi
onlar için yazdım bütün yazdıklarımı
ne çektimse bunca yıl onlar uğruna

…ağaçlar anladı beni

kayalar sular yollar
ama onlar anlamadı
onlar eğilmedi şiirlerime” 
dememiş miydi?

Meselâ:

“bugün pazar
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar
bu anda ne düşmek dalgalara
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım
toprak, güneş ve ben…
bahtiyarım
” diyen Nazım Hikmet’e de çok mu göreceğiz, insanlığa vakfettiği koskoca ömrünün bedbin bir anındaki o minnacık bencilleşmesini?

Kınayacak mıyız, türküsünde

“hep kahır / hep kahır / bıktım be!” dedi diye, Cem Karaca’yı?

Benimki de karınca kararınca böyle bir şeydi işte; geldi geçti, demiştim.

Ama çürük çarık kerpiç bir duvar kadar anlamamıştı.

Şimdi de mal bulmuş Mağribi gibi, Kut’ül Amare kuşatması hakkında yazdıklarımdan giderek, askeri zaferleri küçümsediğimi, savaşları horladığımı çığırarak, halkın dikeni üstünde milliyetçiliklerine beni recm ettirmeyi umuyor.

Son derece ahlâksızca!

Evet, ben savaş karşıtı bir adamım.

İnsanlar, sadece eceli gelince, yataklarında ölsünler isterim.

Sen hiç el bombası attın mı?

Ben attım.

Sen hiç roketatar yahut havan atışı yaptın mı?

Ben hem yaptım, hem yaptırdım.

Öyle üç beş tane fişeğinki değil, sandık sandık tahrip danesinin kesif yanık barut kokusu insanın genzini nasıl yakar, hiç bilir misin?

Ben bölükler dolusu bilirim.

Oturduğu yerden askerlik edebiyatı yapanlardan da hiç hazzetmem.

Savaş, ülkenin hayatı tehlikeye düşmedikçe, bir cinayettir.

Atatürk’ün en güzel, en anlamlı sözlerinden de biridir bu!

Çünkü savaşın ne olduğunu bizzat yaşayarak görmüştür.

O yazımda da söyledim, aynılarını tekrar edecek değilim; Kut’ül Amare, Alman yayılmacılığının peşine takılarak başkalarının topraklarında yapılmış mütecaviz bir savaştır.

O yüzden de haklı değildir.

Zafer dahi sayılsa, ki değildir; insanlığın eriştiği bugünkü değerler bakımından bir övünç kaynağı olamaz.

Bugün Fransızlar, Napolyon’un Moskova üzerine yürümesiyle övünmezler.

Avrupalılar, sineması, edebiyatı ve her şeyiyle yetmiş yıldır eleştirmedik yerini bırakmadıkları Nazi rejimini yerden yere vururlarken, Alman halkını aşağılamamaya inanılmaz derecede özen göstermişlerdir.

Biz Tolstoy’u şovence duygularla değil, insan dramlarını en güzel şekilde anlatıyor diye beğeniriz.

Harp ve Sulh’u okuyanın içini önce bir hüzün kaplar, eline silah almak duygusu değil!

Senin gibileri kastetmiyorum; senin gibilerden her şey beklenir.

Çanakkale ise bir yurt savunmasıdır,

Meşru olmasına meşrudur, ama gene de ölüme sevdalanacak şekilde değil.

Neticede o da bir savaştır.

Dost düşman ayırt etmeden, onun bütün ölülerine hüzünlendiğiniz oranda insanileşir ve anlamlanır.

Çanakkale’de savaşmış milletlerin, her sene anmak için gelip yer aldıkları ortak ritüellere diğer başka kutlamalarda tatmadığımız bir insaniliği kattıklarının ve her geçen gün bizi biraz daha içine çeken yeni ama farklı bir savaş ve barış kültürünün gelişmesine boyut kazandırdıklarının acaba ne kadar farkındasın?

Mehmet Akif’in ya da Necip Fazıl’ın hamasi şiirleriyle mi oluyor, sanıyorsun?

Hem yeri gelmişken, bir okurumun aklıma düşürdüğü bir soruyu, ben de sana sorayım:

Madem bu kadar değer verdiğiniz bir zaferdi de, Akif ya da Necip Fazıl yahut bir başkası, neden Çanakkale için yazılanlar gibi bir destanı Kut’ül Amare’ye de yazmadılar?

Zaten o kutlamaları da Menderes’in kaldırdığını bilmem biliyor musun?

Ve önümüzdeki senenin yıldönümü törenlerinde, her şey yolunda gider de, sen halâ AKP’nin borazanını öttürüyor olursan, Kut’ül Amare kahramanı Halil Paşa’nın vasiyeti icabı, bu muharebeye özel olarak meftun görünen AKP’nin en tepesindekilerle birlikte, herhâlde bir şişe rakıyı da mezarına boca edersin!

Ama meğer ki artık o iktidar yoksa veya ıslak bir sıçan gibi seni kuyruğundan tutup havuzdan atmışlarsa, çok umurundaydı Kut’ül Amare de, Halil Paşa da.