Namık Çınar
Taraf
Taraf yazarı Namık Çınar bugün "Dalya" dedi.
500. yazısını okularıyla paylaşan Çınar, kelimenin tam anlamıyla
bilanço çıkardı. "Kimseye eyvallah etmedim, çıkar peşinde koşmadım,
hiç güçlüden yana çıkmadım, bütün namusumla yazdım yazılarımı"
diyen Çınar, 500. yazısında "Yazı yazmak, söyleyecekleri
olan adamın harcıdır çünkü. Ve benim, duyarsızlıklara inat, bitmedi
daha söyleyeceklerim." diyor.
Biz de günün köşe yazarı ilan ediyoruz Namık Çınar'ı.
İşte Çınar'ın dalya dediği o yazısında yazdıkları:
Bugün benim, sevgili dostlarım, 500’üncü yazımı okumaktasınız!
Geçen beş buçuk sene zarfında, bu kadar yazı yazmışım bu köşede.
Başlarken demiştim ki:
“Bütün amacım, anılarımdan da yararlanarak bildiklerimi, gördüklerimi, düşüncelerimi ve önerilerimi dile getirmek suretiyle gerçekten demokratik bir Türkiye’nin inşasına katkıda bulunmaktır.
Bunu yaparken, kimbilir kimlerin adamı olduğum ya da kimlere satıldığım üzerine lâflar edilecek, ama ben o sataşmalara, suçlamalara, saldırılara aldırış etmeden doğru bildiğim yolda ilerleyeceğim.”
Ben dediğimi yaptım!
Bütün namusumla yazdım her şeyi.
Kimseye eyvallah etmedim.
Çıkar peşinde koşmadım.
Hiç güçlüden yana çıkmadım. Hükümeti bile güçsüzlüğünde destekledim. Ne zaman ki palazlandı, nobranlaştı, zorbalaştı, yön değiştirdi; o zaman bir numaralı karşıtı kesildim.
Bizim gazeteye el atıp, satın aldıklarının arasına da katılmadım.
Doğruya doğru, eğriye eğri dedim.
Ahmet Altan gibi cesur ve ahlâklı bir yazarla yazı arkadaşı olmanın onurunu duydum hep.
Bir yazımda onu, taktik intikal esnasında askerî birliğin ön sırasında yürüyen ve yürüyüş kolunun hız ve istikrarını sağlayan bir “adım ayarlayıcı”ya benzetmiştim.
Nitekim, Genel Yayın Yönetmenliğinden ayrıldıktan sonra saldırılara daha da açık hâle gelen Taraf’taki çoğu yazar, onun yokluğunda “döküntü postası”nın eline düşmekten kendilerini alamadılar.
Onlardan biri olmadığım için mutluyum.
Ne ki, mutsuz olduğum bir sürü de konu var ama.
Takdir edersiniz ki, onları sıralamaya burası yetmez. O yüzden bugün sadece birine değinmekle yetineceğim.
En üzüldüklerimden biri de; yaptığım onca eleştiri, demokratikleşmesine can attığım mahzun ülkemin üstüne kara bulutlar gibi çökmüş “askerî vesayet” kalksın ve dağılsın da; başlangıçtaki hedeflerinden yüzsüzce saparak fırsat kollayan AKP’nin “siyasal dincilik vesayeti” gelip o boşluğu doldursun, diye değildi.
Ömrüm boyunca yaşadıklarım bana gösterdi ki, bu coğrafyanın her şeyin önünde giden en temel sorunsalı, şark kaypaklığı, şark kurnazlığı ve yalancılıklar üzerine bina edilmiş ahlâksal problemleridir.
Böylece, darbeci orduyu demokrasi içine taşıma reformculuğu başta olmak üzere hemen her şey lâfta kalınca, AKP ihanetinin doğal sonucu olarak, nihayet demokrasiyi dileyenleri de “askeriyeyi itibarsızlaştırmakla suçlamak” noktasına kadar gelinmiş oldu.
Harp Okulu’nda okurken, yağmurlu havalarda seyrettiğimiz Amerikan askerî eğitim filmlerinde, tüm birliklerin önünde giden “uç mangası” ilerlerken karşılarına dikenli tel ya da tel üstüvane çıktığında, battaniye atarlar ve biri yüzükoyun yatarak diğerlerini üstünden geçirirdi.
Ben ömrüm boyunca, bu halk için, uç mangasının o eri gibi yaşadım.
Beni buna kimse zorlamadı; kendim seçtim.
Ama yutkunmama engel, takılıp kalmış bir yumruk da hiç eksik olmadı boğazımdan.
Teğmenliğimde nöbetçi subayı iken gece derslerinde, araçlarıyla doğru dürüst ilgilenmeyen Alay’ın şoförlerine, ibret olsun diye, Nazım’ın Kuvayı Milliye Destanı’ndan “Süleymaniyeli Şoför Ahmet’le, onun ‘kırılan sol arka makası yerine, şasisinin altına budaklı bir gürgen kütüğü sarılmış’ üç numrolu kamyonetinin hikâyesi”ni okurdum, heyecanla ve dolu gözlerle:
“Üç numrolu kamyonet durdu
karanlık
kriko
pompa
eller
iç lastik boydan boya patladı
yedek?
yok!
sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet
soyun!
soyundu
ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak
Ahmet’i postalları üzerinde çırılçıplak bırakarak
dış lastiğin içine girdiler
lastiği şişirdiler”
Böyle davrandım diye beni attılar; (adam gibi adamlar lütfen beni bağışlasın; sözüm onlara değil) tavşan tersi gibi ne kokan ne bulaşanların çoğunu da kurmay ve general yaptılar.
Aradan kırk sene geçti.
Bazıları darbecilikle itham edilince, mahut postal yalayıcılar “ordumuzun temel direği kırılıyor” diye cayırtı kopardılar.
Ordunun gerçek hastalığını hiçbir vakit de anlamadılar.
Ben el verdiğince anlatmaya çalıştımsa da, kişisel kinimmiş gibi göstererek, kayıtsız kaldılar.
Hattâ daha da dışlandım, örselendim.
Haklılığımı teslim eden az sayıdaki eş dost bile, ortalık yerde değil de, internetin ancak kimseye görünmeyecekleri koşullarında bana tebrik mesajı göndermeyi seçtiler.
Yüreğim burkulsa da, gene de buyum ben!
Yazı yazmak, söyleyecekleri olan adamın harcıdır çünkü.
Ve benim, duyarsızlıklara inat, bitmedi daha söyleyeceklerim.