N. Bengisu Karaca’dan, farklı bakış

“Şüpheli” olmanın “suçlu” olmak anlamına gelmeyeceğine aksine, masumiyet karinesinin,

GAZETECİLER.COM
Nihal Bengisu Karaca, Türkiye
’de gazeteciliğin nasıl yapıldığını ama nasıl olması gerektiğini yazıyor bugün.
Ortada görünenin bir “demokrasi mücadelesi” olduğunu ama bunun arkasında bir “iktidar savaşı”nın yattığını anlatıyor…
“Şüpheli” olmanın “suçlu” olmak anlamına gelmeyeceğine aksine, masumiyet karinesinin, suçluluk karinesinden daha ön plânda tutulması gereğine işaret ediyor…
Güzel ve son günlerde “taraf” olarak bildiğimiz çevrelerden herhangi birinde okuyamadığımız kadar “objektif” bir yazı…
Okuyalım o zaman…

Bir Zeyno Baran vardı, nooldu o?

"YARGI krizi ortalığı toz duman etti" derken şimdi de bazı subayların gözaltına alınmasıyla sarsılmakta ülke. Türkiye zor bir süreçten geçiyor. Umalım da gerçekten söylenildiği gibi daha şeffaf, daha demokratik, daha sivil bir Türkiye için oluyor olsun bunlar.

Balyoz Planı'ndaki tasarılar çok ürkütücüydü. Planların gerçekliği kanaati hasıl olmuş olsa gerek ki, gözaltılar yaşanıyor. Suç sabit olana kadar masumiyet karinedir, bu anlamda gözaltına alınmalar, ilgili kişilerin masum olduklarına ilişkin karineyi lekelemez. Ancak şimdiye kadar askerlerin, hem de yüksek rütbelilerin sivil yargı karşısında hesap vermesi alışık olduğumuz bir olay olmadığı için, Türkiye tarihinde şimdiye kadar asker kişileri kapsayan bu çapta bir soruşturma söz konusu olmadığı için, kimi zaman yaşananları hayretle karşılıyoruz.

İKİ GÖRÜŞ, İKİ TEZ Gerilimin ön plânında "demokrasi mücadelesi", arka planında "iktidar mücadelesi" var. İktidar mücadelesi, yani "Kimin sözü geçecek?" kavgası.

Bir grup bu mücadelenin "devlet yönetiminde sivil siyasetin sözü geçsin, asker artık millet iradesine vesayet etmesin, kendi alanına çekilsin, çekilmezse de hesabını versin" mücadelesi olduğunu söylüyor. Yani kimin sözü geçecek sorusunun cevabı belli: Elbette sivillerin. Bu görüşe sahip olan kişilerin yer aldığı yelpaze yasama, yürütme ve yargıdan ordunun içine kadar uzanıyor, kimi sivil toplum kuruluşlarından halkın ciddiye alınır bir oranına kadar genişliyor. Bu görüş, aynı zamanda kanunun ruhunun da tercümesi. Hukukun meri hükümleri bu görüşten yana. Nitekim gözaltına alınanlar TCK 312'ye göre, yani "Hükümeti ortadan kaldırmaya veya görev yapmasına kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme" gibi, kanunda suç olarak tanımlanmış eylemleri bulunduğu iddiasıyla gözaltına alındılar.

Bu sürecin doğal olmadığını, bütün bunların "sivil siyaset" adına değil, belirli bir zihniyeti, düşünceyi tahkim etmek amacıyla gerçekleştiğini, olan bitenin "çoğulcu" demokrasiye değil, "çoğunluğun azınlığı ezdiği" türde, sivil bir otoriteri iğe hizmet edeceğini söyleyenler de var. Onlara göre asker karşısında güçlü kılınmaya çalışılan şey sivil siyaset değil, AK Parti iktidarı! Onlara göre, AK Parti gerek kadrolaşmalarıyla, gerek sivil siyasetin önünü tıkayan güçlerin peşine düşme arzusuyla başından beri, sivil siyaseti değil kendisini sonsuzlaştırmayı amaçlayan bir misyon üstlenmiş durumda ve aşama aşama bunu gerçekleştiriyor.

İlk tezi fazla iyimser buluyorum, çünkü bu partide böylesine ince bir süreçten geçilirken bile "Yıllarca onlar bizi fişledi, şimdi sıra bizde" gibi cümleler kurmakta beis görmeyen; "AK Parti'ye karşı olanın kanı bozuktur, tahlil edilmeleri gerekir" gibi ipe sapa gelmeyen hudutsuzluklar sergileyen milletvekilleri var. Bu cümleler, "Vekillerin ağzı torba değil ki büzesin, gaf insani bir şey" diyerek geçiştirilemeyecek kadar vahim. "Onlar benim anamı belledi, ben de onların anasını..." şeklindeki kahvehane mantığı, vandal mantığıdır, "milli irade" dediğimiz şey, bundan daha büyük bir şuur ve vizyona tekabül etmeli ki, o hep eleştirdiğimiz "seçkinler bürokrasisi" "elitler oligarşisi" karşısında korunmaya ve kutsanmaya değer bir tasavvur olarak teberrüz edebilsin! İkinci teze katılmıyorum, çünkü AK Parti iktidara geldiği dönem ve devamında klasik yelpazenin merkez sağında yer almayı hedefleyen, bu arada liberal ekonomi politikalarını ve sosyal devlet anlayışını sahiplenen bir parti olmanın ötesinde bir misyona sahip değildi. Askerle didişme görüntüsü vermemeye de azami özen göstermekteydi.

Hatırlayın, 2006'nın Kasım'ında Zeyno Baran, "Türkiye'de darbe olasılığı % 50" dediğinde, başta iktidara yakın gazeteler olmak üzere hükümet çevrelerinde nasıl da kıyamet kopmuştu. "Sana bu akılları kim veriyor Zeyno" manşetleriyle, darbe olasılığı, nasıl da kuvvetli bir dirençle inkâr edilmişti.

"Darbe filan olmayacak, hayır uyduruyorlar" diye feveran eden bir AK Parti, tabanı ve destekçileri gerçeği vardı. O günden bugünlere gelindi. Bu nasıl oldu?

Asıl sorgulanması gereken bu.