N. Bengisu Karaca da fasıldaydı!

Orhan Veli’nin “dedikodu”su gibi biz de önce “ o Mualla’yı sandala atıp, ‘Ruhumda hicran”ı söyletircesine

GAZETECİLER.COM
Nihal Bengisu Karaca, Fehmi Koru’nun mutat fasıllarından birine konuk olmuş ama bu kez mutadın dışına çıkılmış…
Çünkü bu kez Cumhurbaşkanı Gül de Koru’nun konukları arasındaymış…
Ve…
Alışıldığın dışında Hakan Aysev, Yıldırm Gürses’in eserlerinden birini “modernize” edilmiş versiyonuyla söylemiş…
Zaten Gürses’in bütün eserleri opera sesiyle ancak söylenebilecek bestelerdir ve hepsi yeri geldiğinde 1 oktav yukarıdan söylenir…
Bunu da ancak Hakan Aysev gibiler başarabilir…
Ve yine Nihal Bengisu Karaca bir başka yazısında, Atatürk filmleri üzerine bir analiz yapmış bugün…
Atatürk
filmlerine yönelik olumsuz eleştirilerin aynılığına dikkat çekmiş…
Karşı çıkışın Atatürk’ün kişiliğine ve dünya görüşüne değil, “Mesihleştirilmesine, Kutsallaştırılmasına, seçilmiş kişi konmuna getirilişine” olduğu konusunun altını çiziyor…
O filmlerin yapılışlarını şöyle tanımlıyor:
“…. O vakit yaptığınız iş ‘oksimoron’ oluyor; kendi kendini değilleyen, hatta kendi kendiyle alay eden bir iş oluyor.”

İlginç ve entelektüel bir analiz…
Dogmatik olmayışı da bir başka güzel…
Orhan Veli
’nin “dedikodu”su gibi biz de önce “ o Mualla’yı sandala atıp, ‘Ruhumda hicran”ı söyletircesine fasıl bölümünü aktaralım…

'Buralar eskiden dutluktu'

CUMA gecesi Fehmi Koru'nun düzenlediği ve bu kez Cumhurbaşkanı Gül'ün de teşrif ettiği fasıldaydım.

İçimden, hey gidi günler hey dedim.

Eskiden Tophane'nin Asude'sinde, bir ramazan ayı eğlencesi olarak vukuu bulur, sahura kadar devam eder, sanat ya da mesaj kaygısı olmadan ilerlerdi.

Mükemmeliyetçi karakteriyle tanınan Fehmi Koru'nun elinde giderek profesyonel hale gelen etkinlik, bir süredir kahvehanelerde değil Sait Halim Paşa Yalısı gibi mekânlarda yapılıyor ve insan, "Kim davet edildiği halde gelmemiş, kim gelmek istediği halde davet edilmemiş?" spekülasyonu yapmaktan icra edilen parçalara konsantre olamıyor.

Samime Sana’lı, Melihat Gülses'li fasılın tek açılımı Cumhurbaşkanı'nın katılımı olmadı, "opera açılımı" da yaşandı. Türkiye'nin Pavarotti'si olarak anılan Hakan Aysev'in Yıldırım Gürses'e ait bir şarkının modernize edilmiş versiyonuyla sahne alması, "Fasıl yüzünü Batı'ya mı dönüyor?" değerlendirmelerine neden oldu. Nazlı Ilıcak sürekli, "Fasıldayım, herkes ama herkes burada" şeklindeki "tweet"leriyle "follower"larına nitelikli katılımın dökümünü verdi.

Ezcümle "fasıl", bir "statü sembolü"ne dönüşürken görüldü.

 Şimdi de “Atatürk filmleri”…

Atatürk ve Büşra, aynı çıkmaz sokakta

MUSTAFA Kemal Atatürk hakkında çekilen filmler, kendilerini bir türlü beğendirmiyorlar. Ne Zülfü Livaneli'nin Veda'sı, ne Turgut Özakman'ın Dersimiz Atatürk'ü izleyiciden/Atatürkçülerden/eleştirmenlerden tam not alabildi. Can Dündar da aldığı tepkiler yüzünden Atatürk belgeselini çektiğine çekeceğine bin pişman olmuştu.

Atatürk'ü eşi benzeri olmayan insanüstü bir kişilik olarak, yani resmi ideolojinin ve resmi tarihin klişelerine uydurarak yansıttığınızda orada artık bir insanı anlatmış olmuyorsunuz. Bir "mesih"ten, dini bir "seçilmiş kişi"den, bir "kutsal"dan bahsetmiş oluyorsunuz ki, bu da Atatürk'ün yerleştirmek istediği akılcılık, pozitivizm, seküler düşünce gibi temel değerlerle fena halde çelişiyor. O vakit yaptığınız iş "oksimoron" oluyor; kendi kendini değilleyen, hatta kendi kendiyle alay eden bir iş oluyor. Dahası böyle bir film, sinemanın gerektirdiği hikâye anlatma kurallarına uygun düşmeyeceğinden filminiz zayıf kalıyor.

Onu "insan" olarak ele aldığınızda; gerçeğe uygun zaaflarıyla verdiğinizde ise onu bir "kutsal" olarak kabul edenlere beğendiremiyorsunuz filminizi. Vatan hainliği ile bile suçlanabiliyorsunuz.

Sadece Atatürk filmlerinin başına gelmiyor bu. Farkında mısınız bilmem ama "Büşra" filmi de pek sevilmedi. Film, başörtülü bir kızın imajıyla ilgili çatışmasını, liberal bir yazarla yaşadığı aşk üzerinden ele alıyordu. Laik-çi kesim, filmin içerdiği hümanist bakış açısına, "Ama bakın başörtülüler de insaaaan" perspektifine bile katlanamadı. Dindarlar ve muhafazakârlar ise kızcağızın kimliği ve modern dünyayla girdiği çatışmayı çok tırışkadan pırışka buldular. Büşra'nın giyim tarzını sevmediler; Yaman ile tam öpüşmek üzereyken ezan okunması üzerine topuklayıp kaçmasını, "Ya okunmasaydı?" kıskançlığı içinde taaccüple karşıladılar.

Bu kadın, "başörtüsü" olgusunun ağırlığını tartamıyor, "kutsallığını" taşıyamıyordu çünkü. Değil mi ki başını örtüyordu, öyle ikilem mikilem yaşayamazdı.

Türkiye döndü dolaştı Atatürk ile "başörtülü kız"ın kaderini aynı çıkmaz sokakta birleştirdi. Sekülerleşme ile muhafazakâr halk arasındaki gerilimin bütün yükünü Atatürk çekiyor. Dindarlıkla modernliğin karşılaşmasından doğan gerilimin yükünü ise başörtülü kadınlar.

Bu yüzden bu iki konu da, film olabilmek için fazla zor konular. Her ikisi de "kutsal"a dair çünkü. Dahası, her ikisi de birbirinden farklı toplum kesimlerinde birbirinden farklı yaralara tekabül ediyorlar.