Mübadele trajedisinden bir iç yolculuğa...

Handan Öztürk zorlu bir yolculukta kendilerine dair birçok duyguyu yeniden keşfederek bunu bir iç yolculuğa dönüştüren mübadilleri tasvir ediyor.

Handan Öztürk, yakın tarihin en büyük trajedilerinden biri olan mübadele yolculuğunda tükenmenin sınırına gelmiş bir genç kızın, her defasında küllerinden yeniden güçlü bir biçimde doğuşunu anlatıyor.

Çıkılan bu zorlu yolculukta kendilerine dair birçok duyguyu yeniden keşfederek bunu bir iç yolculuğa dönüştüren mübadilleri tasvir ediyor.

Yaşanan bu iki taraflı sürgünün resmi tarihini ve dönemin kadın ve erek olma bilincini, evlerinden atılırken masum bir ergen olarak yola çıkanların ilk aşk acıları ve bastırılmış cinselliğin ağırlığıyla tanışmalarını, dünyanın kirli politik yüzüyle en sevdikleri üzerinden karşılaşmalarını, kimi zaman bu en yakınlarını, en sevdiklerini sert politik çatışmalar içinde yitirmelerini tanımlarken arka planda dönemin siyasi atmosferini sorguluyor.

İnsanın farkında olmadığı o derin, değerli ve ama karanlık kuyularına dalarak,  saklı güçlerini yavaş yavaş keşfederek hiç kimsenin beklemediği kadar güçlü bir kişiliğe evrilişini  anlatırken adeta kendi güçlerimize olan yabancılığın bilincine varmamızı sağlıyor. Bir bakıma iğdiş edilen ruhumuzla yüzleşmemize yol açıyor.

İnsanın her daim, her koşulda ve her dönemde var olan değerlerine, zaaflarına ve korkularına titizlikle iniyor. Bir bakıma projeksiyonunu modern insanın pür olamama haline ve varoluş sorunlarına çeviriyor.

Bu anlamda hepimizin çokça kendimizi bulabileceğimiz  insanlık durumlarını ayrıca dönemin tarihi fotoğrafıyla ustalıkla buluşturuyor. Koca bir imparatorluğun yıkılmasının ardından kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin sorunlu portresini, aynı dönemde Yunanistan’daki iç savaşı ve bu iki ülkenin mübadele kararına bağlı olarak yaşadığı trajedileri tarihi gerçeklerle harmanlıyor.

Dönemin olaylarını kendine özgü zengin hayal dünyası ve yarattığı güçlü kahramanlarla buluşturuyor.

KİTAPTAN ALINTI

1-. Kuşkusuz İra’yı çok seviyordu, ama kendisini ve içselleştirmek istediği karakterini her şeyden çok önemsediğinin artık farkındaydı. Zirvede karlı dağlara bakarak yaptığı bu iç hesaplaşmada, yaşadığı bu tutkulu aşkın bile içindeki “beni” öyle kolay kolay yıkamayacağını bir kez daha anlamıştı. Kişiliğine dair fark ettiği tutuculuğun bilincine açık ve net bir biçimde varınca ürkmüştü.  

2- Peki ama bir çocuğun, bir genç kız ya da delikanlı oluşu için kendi adına doğru zaman nasıl ve ne zaman olabilirdi? O genç kız ya da oğlan çocuğu bunu nasıl bilebilirdi? Bedenin acemisi olduğu arzular, İnsanın ruhuna, kalbine, tenine öylesine gizlice ve sinsice siniyordu ki insan bunu fark edemiyordu bile. Hatta insan bu duyguları bir kesintisizlik, bir devamlılık içinde yol alıyormuş gibi hissediyordu. Bu denli ağır bir felaket yaşamasaydı muhtemelen kendisi de annesinden, babasından, çocukluğundan ne denli uzaklaştığını, bütün duygularının, beğenilerinin, arzularını kendisine yönelttiğini, bencilleştiğini göremeyecekti.  Agnes’in attığı küçük kahkahalara bakarak bunları düşünmek, kendisini kız kardeşinin kadınlığıyla bir parça barıştırdığını hissedince gülümsedi. O da herkes gibi yüzünü Halikarnas’a çevirip sahilde çıkarttıkları süngerleri istifleyen süngercilere, balık ağlarını onaran balıkçılara baktı. Onların da sık sık işlerinden başlarını kaldırıp kendilerine baktıklarını, aralarından bazılarının sevgiyle el salladığını, gemiyi gösterip fısıldadıklarını gördü. Bu tuhafına gitti. Sanki İra hakkında konuşuyor ve İra’ya el sallıyorlardı. Ürktü ve geri çekildi.

3-İlkbahar güneşi altında, dağın başında yaptığı bu hesaplaşma Enis’in şimdiye kadar inemediği derin kuyularını, karanlık yönlerini keşfetmesini sağlamıştı. Evet, o şimdiye kadar sahip çıktığı, özenle koruduğu karakterinin, bakış açısının, öğretilerin, değerlerin bir esiri olarak oradan oraya sürükleniyordu. Zaman zaman da çok önemsediği prensiplerin pençesinde, tuzağa düşmüş bir fare gibi çırpınıp durduğunu fark etti. O an kendisine acımaya başladı. Birden bire bu denli çıplak bir biçimde önüne düşen bu zavallı Enis hakikaten acınacak durumdaydı. Bu yıkıntının altından kalkıp kalkamayacağını o an öngöremedi. Aşağılara indiğinde, okuluna, öğrencilerine, hatta belki belki İra’ya kavuştuğunda ortaya nasıl bir Enis’in çıkacağına dair hiç bir tahmini yoktu.

Kendisiyle ilgili bu acı gerçeği bütün çıplaklığıyla görmesine rağmen içinden, çok derinlerinden bir ses, bu halini kısa sürede değiştirmeye muktedir olamayacağını, normal hayata kavuştuğu zaman dahi, yine kendisine biçtiği bu kaderin ve karakterin peşinden sürükleneceğini fısıldıyordu. Bunun farkına varınca, kendisini daha fazla kurcalamanın boş olduğunu, kaderinin sırlarına saygı göstermenin daha doğru olabileceğine karar verdi. Mustafa’nın ona hediye ettiği gümüş tabakasını çıkartıp bir cigara sarıp yaktı. Sonra derin derin birkaç nefes çekti. İçine çektiği duman birden bire bir mucize gibi çevresini görünür kıldı.

YAZAR BİYOGRAFİ

İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu.

Üniversiteyi bitirdikten sonra İsviçre’de  program yapımcısı ve sunucusu olarak çalıştı. Bunların yanı sıra Bern Film Stüdio’da yönetmenlik ve sinema eğitimi aldı.

YALNIZ BEBEKLER (İLETİŞİM YAYINLARI) MOR TECAVÜZ (GALA YAYINCILIK) DOĞU’NUN ÇIPLAK KADINLARI (DÜNYA YAYINCILIK) ARUMİNİN RÜZGAR GÜLÜ (DOĞAN YAYINCILIK) adlı beş romanı yayınlanmış olan Handan Öztürk, BENİM VE ROZ’UN SONBAHARI adlı uzun metraj sinema ve birçok belgesel filmin senarist ve yönetmenliğini yaptı.