Meğer Ertuğrul Özkök çok utangaçmış
Ertuğrul Özkök'ün delikanlılık dönemlerinde en büyük sorunu utangaçlıkmış... Ama herkese karşı değil tabii... Sadece kadınlara karşı...
GAZETECİLER.COM
Mahmut Fazıl
Coşkun'un "Uzak İhtimal" filmini duymayanlara kısa
bir konu özetlemesi yapalım.
Üç kişi arasında geçen Loseyvari bir film.
Açık öğretimden yeni mezun genç bir müezzin.
Evinin kapı komşusu genç bir rahibe.
Ve gayrimüslim yaşlı bir sahaf.
Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”ndeki trajik yalnızlığı
hissediyorsunuz.
Hatta yalnızlık değil, yapayalnızlığı.
Sonra bu üç yalnız insan arasında ilişkiler başlıyor.
Kasvet yavaş yavaş dağılıyor, yerini hüzün alıyor.
Müezzinin camisinden, rahibenin kilisesinden çok uzak, küçük ve
sıcak bir cemaat oluşuyor."
Bu filmi izlemiş Ertuğrul Özkök.
İzlerken de aklına 'delikanlılık dönemleri' gelmiş.
İzmir'de, ilk kız arkadaşıyla nasıl tanıştığını
hatırlatmış film...
O dönemlerde yaşadığı en büyük sorunu itiraf
etmiş.
Ne mi?
'Sevdiği kıza dokunamamak ve açılamamak'...
Çok utangaçmış Ertuğrul Özkök...
Bu vaziyetini kime anlatsa hayretle yüzüne bakıyormuş.
Açıkçası biz de şaşırmadık değil...
"Ama yapı ve kişiliktir bu, herkes 'yere bakan yürek yakan'
olmayı beceremez" diyerek sözü Ertuğrul Özkök'e bırakalım
dedik...
"Dokunamamak, ortalama Türk delikanlısının hâlâ en
büyük sorunudur diye düşünüyorum.
Çünkü bir kıza ilgi duyduğunuz an en büyük korkunuz “yanlış
anlaşılmaktır”.
Dokunmayı, yanlış anlaşılmak sanırsınız.
Müezzin, rahibe kıza bir türlü dokunamıyor.
Açılamıyor.
Şile’de bir hatıra fotoğrafı çektirmek için bile yan yana
duramıyor.
O ıstırabı o kadar iyi bilirim ki...
İşte o an anlıyorsunuz ki, dokunamadan da temas edilebiliyor.
İçine kapanık insanların, kapanmış, kapattırılmış insanların bir
evde masa etrafında buluşması insana çok iyi
geliyor.
Türk sinemasında son yıllarda iyice belirginleşen
bir tutku çok hoşuma gidiyor.
Sinemacılarımız, küçük ve güzel mahalleler yaratıyorlar.
Burada da aynı “Issız Adam”da olduğu gibi, küçük bir hayal
mahallesi kurulmuş.
O üç insan orada yaşıyor.
Belki İstanbul’da bir avuç kalmış, hiç önemli değil.
Filmin en çok, üçünün yemek yediği sahnesini sevdim.
Birlikte balık alıyorlar.
Masa hazırlanıyor.
Elimde şarap bardağı filmi seyrederken aklım otomatik olarak o
soruya takılıyor.
Dışarda İstanbul, içerde yalnızlıktan kurtulma partisi.
Masada balık, salata, meze.
Hıristiyan rahibe ve yaşlı adam rakı veya şarap içecek mi?
Çok kısa bir tereddüt.
Genç müezzin aniden soruyor:
“Coca-Cola ister misiniz?”
Öteki ikisi hiç tereddüt etmeden bardaklarını uzatıyor.
Oysa insan, filmin gidişatından o masada bir rakı kadehi
bekliyor.
Coşkun doğruyu yapmış.
Filmin en sahici ve en güzel sahnesi buydu.
Özel bir gösterim olmasaydı bu filmi gidip seyreder
miydim?
Bilmiyorum.
Ama sinema salonundan çıkarken çok samimi duygum şuydu:
Böyle küçük bir sıcaklığa çok ihtiyacımız var.
O küçük mahalledeki evde üç yalnız, utangaç ruhun ve bedenin, hiç
birbirlerine dokunmadan kurdukları geçici cemaat, uzun zamandır
aradığım güven duygusunu verdi bana."