Medyanın Star Wars’daki Jabba'ları...
Kirlenmiş, pörsümüş; yalanlandıkça kaypaklaşmış ve kaypaklaştıkça yüzsüzleşmiş; basiretsiz, enerjisiz ve fakat doymak bilmez kalantorlar
Dün gece SKY 360'ta izlediğim "Siyaset Meydanı" programında bizim patron Hadi Özışık ve Avni Özgürel internet medyası - yazılı basın arasındaki farkı o kadar güzel anlattılar ki; çok uzun zaman önce yazdığım bir makalemi hatırladım...
Bugün onu sizlerle paylaşmak istiyorum...
Bakın ben bu konuda neler yazmışım...
Medyanın Star Wars’daki Jabba'ları...
Türkiye’de halen MEDYAnın
köşe başlarında kimler oturuyor farkında mısınız?..
Mutlaka farkındasınız ama ben bir kez daha hatırlatayım:
Kirlenmiş, pörsümüş; yalanlandıkça kaypaklaşmış ve
kaypaklaştıkça yüzsüzleşmiş; basiretsiz,
enerjisiz ve fakat doymak bilmez
kalantorlar oturuyor...
Tıpkı Star Wars’daki Jabba gibi…
Ey güzel insanlar!..
Bu düzen, hele ki artık dünya liderliğine
oynayan bir ülkede, maddenin doğası gereği değişmek
zorundadır…
İnanıyorum
ki Türkiye’de “normalleşme” yolunda
en büyük adımı samimi muhafazakârıyla, samimi devrimcisiyle, samimi
liberaliyle her yaştan “yeni
nesil” gazeteciler atacak…
Ve o yeni nesil gazeteciler, Türkiye’nin ilk
gerçek “çok sesli kamuoyu”nun da mimarı
olacak!
Gelin biraz ufuk tutu yapalım bugün...
Yalan yok, ben de özledim…
Fikrine değer verdiğim insanlar ne zamandır uyarıyordu…
“Bırak artık geçmişle
hesaplaşmayı” diyorlardı;” hani ‘erkek
Kassandra’ydın sen”?
Doğru söze ne denir?..
Amenna ve saddaknâ…
Kassandra’nın lanetinden korktuğumdan mıdır nedir,
geleceği düşünürken bile geçmişe tutunuyordum günlerdir, belki de
aylardır…
Bu arada unutmadan…
Kimileri de 28 Şubat davasını
fazla kişiselleştirdiğimi söylüyordu
ki, çok da haksız değiller…
Ama…
28 Şubat medyası benden canım babamı ve en büyük
saplantımı; itibarımı gasp etti…
Hem de yalan dolan ve iftirayla, eşime ve evlâtlarıma
kadar uzanarak yaptı bunu…
Hem de öyle “vatan için”, “laiklik
için” falan da değil haa!..
Batasıca maddi çıkarları için…
Kendi gibi envai çeşit bakteri üreten bir laçka
çöplükte daha rahat çoğalıp daha pis semirmek için
yaptı…
Ve…
Bunu da çok iyi becermiş olsa gerektir ki, halen “o
dönemin mağduruyum” diyenler
bile “davanın ucu medyaya
dokunmasın” diyebiliyor…
Ah be güzel insanlar…
Bazı bana has kelimeler tam da işte şurada…
Parmaklarımın ucunda…
Klavyeden sayfaya uçtu uçacak ama…
Neyse!..
Değil mi ki bir ufuk turu yapacağız, bunları da bir kenara
koyacağız…
En azından bugünlük!
Kimi “Tarih tekerrürden ibarettir, geçmiş
geleceğin aynasıdır; geçmişini bilmeyen geleceği
göremez”der.
Kimi içinse “Tarihi tekerrürden ibaret kılan
insanların aptallıklarıdır…”
Ben kendimi -izninizle- ikinci kategoriye koyacağım…
Ve…
Bunu basit mantıkla, bir adım daha ileri götüreceğim:
Geleceği en iyi gören adam, en çok sayıda aptallıktan sağ
çıkabilmiş adamdır…
İşte, bayanlar baylar…
O adam, ufuk turumuzun konusu; Yani
Türkiye’dir…
ALLAH İZİN VERDİ DE
BUGÜNLERİ GÖRDÜM...
Ey güzel insanlar!..
Bendeniz iflah olmaz bir iyimserim.
Hayatım boyunca; (iflâs ettiğim, hapis yattığım günlerde bile) hep
daha güzel, en kötü ihtimalle
daha“normal” bir Türkiye’nin
mümkün olduğuna inandım.
Ve Allah izin verdi de bugünleri
gördüm...
Amman ha!..
Tabii ki "her sorunumuz çözüldü" diyecek
kadar da değil bu iyimserliğim...
Elbet her birey, her seçmen, toplumun her kesimi her şeyden mutlu
değil - ki olması da beklenemez…
Ve elbette…
Devleti devlet yapan en önemli mekanizmalardan biri olan
adalet mekanizmamızın köhnemiş, kevgire dönmüş bir
devlet-kapitalisti anayasanın boyunduruğunda hizipleşme uçurumunun
eşiğine sürüklendiğini de görmezden gelecek değilim…
Ama…
Bir şeyi biliyor ve görüyorum ki…
Türkiye’nin yeni nesilleri; her ideolojiden, her inançtan,
her sektörden gençleri, bizim yaptığımız aptallıklardan aynı
dersleri çıkarmış…
Ve…
Gene, ideolojileri, inançları, sektörleri her ne olursa olsun,
hepsi bizim…
Sağcımızla bizim, solcumuzla bizim…
Dincimizle bizim, ülkücümüzle bizim…
Anarşistimizle bizim…
Ve…
Azılı- azgın kapitalistimizle bizim neslimizden
bahsediyorum…
Ve bütün bu insanlar; bu ülkeyi sürükleyip bıraktığımız o rezil
kepazeliğe karşı çok ama çok büyük bir“onarma”,
“yükseltme”, “kaybettiklerini geri
kazanma” duygusuyla dolmuş…
Ha…
Gençler (ihtiyarların yüzyıllardır yakındığı gibi) kötü mü
yetişiyormuş?..
Kimi halen popçu,
kimi topçu,
kimi davulcu mu olmak istiyormuş?..
Kimi Müslüman’a,
kimi Gayrimüslime,
kimi Kürde,
kimi laikçiye karşı tetikçiliğe mi
soyunuyormuş?..
Kimi siyaset bilimi okuyup da parlamentoyu yüce divan mı
sanıyormuş?..
Geçiniz efendim, geçiniz…
Bugün sokaklar, okullar, mağazalar ve
plazalar:
Bu memleket için “ülküsü” en
kızıl Kemalist’i bile utandıracak
kadar “yükselmek, ileri
gitmek” olan,“yurdunu, milletini özünden çok
seven” Müslüman gençlerle dolu..
Bugün sokaklar, okullar, mağazalar ve plazalar:
“İyi amel işlemekte” en kalantor müminle
yarışacak, “dört kitap” konusunda
hafızlarla aşık
atacak“imansızlarla” dolu…
ANT
İÇELİM...
Ey güzel insanlar!..
Bugünü ve yarını yorumlarken, artık dünün çoktan pörsümüş
kafalarıyla düşünmeye hakkımız yok!
Bilakis, bugüne ve yarına bakarken takmamız gereken gözlük, yeni
nesillerin bizim sefilliğimizi görmesini sağlayan gözlüktür.
Gelin, bugün kabul etmekle sorumlu olduğumuz gerçeği her sabah
okullarımızda çocuklarımızın beyinlerine kazıdığımız ant gibi
nakşedelim…
Ve diyelim ki:
“Bugünün genç iş adamlarının, genç gazetecilerinin, genç
eğitimcilerinin, genç hukukçularının ve genç askerlerinin tarafı
her ne olursa olsun, ötekinin de kendini ifade etme, inandığı
şekilde yaşama ve adil küresel kurallar uyarınca iş yapma hakkına
sahip olduğunu can-ı gönülden kabul ediyor ve bunun tesisi için
çalışacağıma namusum ve onurum üzerine ant içiyorum”…
Bakın…
“Eski Devlet”in hep tek bir kesime üstünlük
vehmeden samimiyetsiz “hoşgörü”sünden
bahsetmiyorum...
Bahsettiğim, ezici bir hoşgörü abasının altındaki kibirli sopa
değil, düpedüz, basit ve samimi
bir “kabul”dür…
Ve en önemlisi (aynı zamanda en acı ve en ilginç olanı da), bu
kabulü sağlayan “bizim
medyamız” değildir…
Kendi medyalarıdır!..
Yani internettir…
Yani sayıları binleri aşan okul gazeteleri, fanzinleri ve
blog’larıdır…
Yani (kimi yazarları benden ve nice sevdiğim insandan nefret edip
bize küfürler yağdırsalar bile) aynı platformda fikir
yarıştırmaktan gocunmayanların Ekşi Sözlük’üdür…
Yeni…
Nesle denge kazandıran, dilediği yerde dilediği
gibi “işkembe-i kübradan
sallama” hakkıyla kutsanmış (!)
ve “salladığı” platformda derhal ve en
az kendisininki kadar ağır bir tepki görme mecburiyetiyle
lanetlenmiş (!) olmasıdır.
KOCA BİR
TEŞEKKÜR
Ey güzel insanlar!..
“Sanal” dünyanın “sermayedar
menfaatlerinden arî” özgür doğası, genç
nesle “gerçek” bir kamuoyunun ihtiyaç
duyduğu en temel eşitlik duygusunu kazandırmıştır:
Öteki de var…
Ve…
Ben ona saldırmakta ne kadar özgür isem, o da kendini
savunmakta ve bana saldırmakta o kadar özgür…
Hapursa da, köpürse de; yer yer küfür, yalan, dolan ve hakaretlerle
dolu olsa da Türk demokrasisi bu açıdan internete,
Ekşi Sözlük’e, Facebook’a, Twitter’a koca bir teşekkür
borçludur…
Elbet bu işin hukuku sağlıklı biçimde yerleşsin…
Elbet internette hakarete, saldırıya, iftiraya uğrayan da hakkını
adli yollarla arayabilsin…
Ama…
Şu haliyle bile, sağladığı doğal denge algısının değeri
tartışılmaz...
Velhasıl kelam; bugün gerçekten 23 Nisan ve yeni nesle
baktıkça gerçekten “neşe doluyor insan”!
HALEN ESKİ NESLİN BORUSU
ÖTÜYOR
Bütün bunları neden mi anlattım?
Söyleyeyim:
Bugünün Türkiye’si 12-13 sene önce çoğu insanın
düşünemeyeceği, düşünse bile inanamayacağı gelişmelere imza atmış
durumda…
Savunmadan istihbarata…
Sağlıktan eğitime…
Emlâktan şehirciliğe…
Sanayiden finansa…
Yani…
Hemen her alanda muazzam değişimleri, hem de nispeten sancısız
başardı Türkiye…
Gelin görün ki Türkiye’nin medyasında halen “eski
neslin” borusu ötüyor…
Bu nesil sadece eskimiş olsa gene iyi…
Yazıma başlarken dediğim gibi:
Halen köşe başlarında kirlenmiş, pörsümüş; yalanlandıkça
kaypaklaşmış ve kaypaklaştıkça yüzsüzleşmiş; basiretsiz, enerjisiz
ve fakat doymak bilmez kalantorlar oturuyor, Star Wars’daki Jabba
gibi…
Daha da acısı…
Bugün “medyanın yeni nesillerini” seçme
imtiyazı da halen o eski neslin elinde!..
Elbet kalitesiyle kendini gösterip, makul ölçüde vazgeçilmezlik
kazanıp, “işsiz kalmayacak kadar” taviz
vererek yavaş yavaş yükselenler, pırlantalar da var içlerinde…
Ama…
İki grup daha var, halen bu kerameti kendiden menkul kalantorları
besleyen:
Biri, halen bu patronların rezil menfaatlerine
yamanarak bir yere varacağını sananlar…
Diğeri ise o menfaatlere hizmetleri karşılığında
vardıkları pek konforlu çıkmazlarda, hem de sağduyu sahibi
insanların gözünde iki paralık olmak pahasına, halen utanmadan o
eski nesli savunanlar…
FİKRİ HÜR, VİCDANI
HÜR
Ey güzel insanlar!..
Sanıyor musunuz ki “medyabaz”lıkla semirmiş
ihtiyar çakallar, bu iki obur grup alesta ekmek beklerken meydanı
gerçekten cesur ve bağımsız gazetecilere bırakır?..
Ve sanıyor musunuz ki bu 70’lerden kalma; çatışmadan beslenen,
farklılıkta aynı tipler, “fikri hür, vicdanı
hür” haberci ve yorumculara destek vermeye cesaret
edebilir?..
Hayır efendim hayır…
Asla edemez…
Çünkü…
Bu, onlar için, “kendi ayaklarına sıkmak”la
eşdeğerdir…
İyi okuyun ey güzel
insanlar;
Geldiğimiz bu pırıl pırıl eşikte, eski nesil “medyabaz
kalantorlar” için iyi insanın, iyi gazetecinin,
sağduyulu okurun, özgür fikrin ve en nihayet adalet ve
hakkaniyetin “kötü”lüğü (!)
ve “korkunç”luğu (!)tescillenmiştir!
Bugün geldiğimiz bu apaydınlık eşikte…
Hele ki “28 Şubat davası o dönemin medyasına
dokunmasın” ağlaşmaları ışığında…
“Ak koyun - kara koyun” hiç olmadığı kadar
meydana çıkmış; yaşından bağımsız olarak yeni nesli eski nesilden
ayıran kalın samimiyet hududu pırıl pırıl parlamıştır…
Ve…
28 Şubat davasından her ne sonuç çıkarsa
çıksın, artık bu hududun eski ve samimiyetsiz tarafı için
–“ufuk turu”na uygun bir
deyişle- “deniz bitmiştir”…
Ya da şöyle söyleyeyim:
Artık bu deniz, eskiden beslendikleri ve “yemeyenin domuz”
olduğu deniz değildir!..
Zira…
Dünyanın hiçbir medeni ve gelişmiş ülkesinde…
Küresel boyutta iş yapmak için küresel denetim ve adalet
mekanizmalarına tam bağlılık içinde faaliyet göstermek zorunda olan
hiçbir akıllı patron; “medya
patronluğu” denen kutsal
sorumluluğu “çıkarlarıma hizmet eden yan
iş” olarak sö-mü-re-mez!
Ve…
Bugün, bu gelişmiş ülkede halen:
O üçüncü dünya zihniyetinin temsilcisi olmaktan utanmayanlar
kazanamazlar…
Ve…
Bugün, bu gelişmiş ülkede halen:
Her hangi davada her nasıl aklanırlarsa aklansınlar…
Hangi gazetelerini silah gibi kullanıp hangi kirli menfaatleri
koparırlarsa koparsınlar…
Yarın dünya huzuruna çıktıklarında, sadece medya sektöründe değil,
hiçbir sektörde güç ve itibar kazanamazlar…
TÜRK MEDYASININ
GELECEĞİ...
Türkiye bugün genç nüfusu, genç girişimcileri ve genç
tüketicileriyle dünyada liderliğe oynayan bir ülke…
Türk medyası ise bu yeni, dinamik ve pırıl pırıl ülkede halen eski,
hantal ve kirli unsurların eline bakan“sıkışmış” bir
sektör...
Ama her şey gibi o da değişecek ve gelişecek…
Nitekim bu değişim ve gelişim tek başına 28 Şubat
davasına da bağlı değil...
Bu atılım, artık ekonomisi ve toplumuyla küresel platformda oynayan
genç ve dinamik bir ülke için “maddenin doğası” gereği.
Zira…
“Madde” bu topraklarda “doğası
gereği” hareket edemediği sürece,
kimseye “normalleştiğimizi” iddia
edemeyiz…
Ve…
Normalleştiğimizi kanıtlamadan da, küresel ekonomiden hak ettiğimiz
yatırım payını alamayız…
Ve…
Küresel ekonomiden yatırım alamadığımız sürece de mevcut gelişme
ivmemizi koruyamayız…
Ve…
En nihayet…
Gelişim ivmemizi koruyamazsak, biz de yeni topraklarda yatırım
yapamayız…
İşte bunun için bu eşiğe “pırıl
pırıl” ve “apaydınlık” bir
eşik diyorum…
İşte bunun için bu hududa yeni nesli eski nesilden ayıran
bir “samimiyet hududu” diyorum!
Çünkü ben bu eşiğe, bu hududa baktıkça, 20 yıldır acı
çekerek ve sevdiklerime de acı çektirerek verdiğim mücadelenin ne
kadar haklı, ne kadar doğru, ne kadar kutsal olduğunu bir kez daha
görüyorum...
Ey güzel
insanlar,
Türkiye’nin de, Türk medyasının da geleceği ışıl
ışıl…
Ve o silkinişe, o atılıma; eski neslin devrilişiyle yeni
nesil pırıl pırıl yükselişine birlikte tanıklık
edeceğiz.
Gazetecilik ve sadece gazetecilik yapan medya patronlarının…
Haber ve yazarları için sağduyudan başka süzgeci olmayan genel
yayın yönetmenlerinin…
Köşesini kişiliksiz kimliklere peşkeş çekmeden de geniş kitlelerce
okunabileceğini kanıtlayan yazarların yükselişini keyifle
izleyeceğiz hep birlikte...
Çünkü…
Her yaştan “eski”lerin hem pişkin hem
yaygaracı egemenliğine inat, o sağduyulu yayın yönetmenleri, o
samimi ve kişilikli yazarlar aramızdalar…
Hatta…
Artık sayıca “eski”lerden çok daha fazlalar
ve sabırla bekliyorlar…
Türkiye’de sağlıklı, küresel kalitede medya yatırımları
başladığı günden itibaren, samimi muhafazakârıyla, samimi
devrimcisiyle, samimi liberaliyle, “normalleşme” yolunda en büyük
adımı o her yaştan “yeni nesil” gazeteciler atacak…
Ve o yeni nesil gazeteciler, Türkiye’nin ilk gerçek
“çok sesli kamuoyu”nun da mimarı olacak!
Ne diyeyim?..
Allah yollarını açık etsin...
Not: Biliyorum çok uzun oldu ama bundan böyle daha kısa ve
daha sağduyulu yazabilmemin yolu bu makalemi biraz uzun tutmaktan
geçiyordu…
Affola!..