Medyamızın entelektüel cahilleri!..

Başbakan camie ezan saatinden 15 dakika sonra gelmiş ve bu yüzden aslında 12.25'te okunması gereken ezan,

ADNAN BERK OKAN
Murat Bardakçı bugün medyamızdaki “entelektüel cahilleri” anlatmış..
“Entelektüel” olmakla, “her şeyi bilen adam” olunamayacağına dikkat çekmiş…
Nereden çıkarmış bunu?..
Gazete haberlerinden…
Ben okumadım ama Bardakçı dikkat çektiğine göre bir yerlerde okumuş…
O gazetelerde üç gün boyunca bir ezan haberi ve haberle ilgili yorumlar çıkmış...
Neymiş?..
Eyüp Sultan Camii’nde bir Cuma günü öğle ezanı 15 dakika geç okunmuşmuş...
Gazetelerdeki habere göre geç okunmanın sebebi, cuma namazını kılmak için camiye gelmesi beklenen Başbakan Tayyip Erdoğan'ın gecikmesi imiş...
Başbakan camie ezan saatinden 15 dakika sonra gelmiş(miş) ve bu yüzden aslında 12.25'te okunması gereken ezan, ancak 12.40'ta okunabilmiş(miş)…
Murat Bardakçı inanamamış, “bir yanlışlık olmalı” diye düşünmüş…
Yanlışlık olduğunu da,haber üzerine bir açıklama yapan İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağın’dan öğrenmiş…
Müftü, geç okunduğu iddia edilen ezanın "vakit ezanı" değil, cuma günleri hutbeden önce müezzin mahfilinde okunan "iç ezan" olduğunu söylemiş...
Bardakçı’yı okuyunca, 44 yıl önceye döndüm...
 
                            ***
 
Henüz onaltı yaşımdaydım…
Lise birinci sınıfta ikinci yılımı okuyordum (hayatım boyunca 2 kere okuduğum tek sınıftır)…
Beş vakit namazımı hiç aksatmazdım…
İmam Hatip değil düz lise öğrencisiydim ve Kuran'ı yeni Türkçe okuyabiliyordum…
Sabah namazlarını imam yerine müezzin kıldırdığı için ben de onun yerine müezzinlik yapardım…
İmamın kıldıracağı iki rekât farz namazından önce üç Kulhuvallah (makam ile) okur ve hemen ardından camiyi çınlatarak ve kendime has makamımla devam ederdim:
“Sübühane rabbika rabb-il izzeti amma Yusufune ve selamün alel mürselin; vel hamdüllillahil rabb-il âlemin, el Fatiha”…
Namaz çıkışında, yaşları 60 ile 75 arasındaki 5-6 kişilik cemaatin yanağımı okşamaları, “Allah razı olsun, ne güzel okudun” deyişleri hâlâ kulaklarımda tazeliğini korur…
Ve aynı dönemde Cuma namazında iç ezanı da ben okurdum…
Övünmek gibi olmasın hâla da çok iyi okuduğum söylenir…
 
                            ***
 
Yıllar sonra, tepeden inme köşe yazarlığına başladığımda kendilerini yakından tanımadan önce saygı duyduğum gazeteci ve ille de “olgun adam rolüne soyunmuş” köşe yazarlarımızın ne kadar cahil olduklarını gördüm…
Siyaset yazanların siyasal tarihten haberleri yoktu…
Ekonomi yazanlar sıradan birer ekonomi sayfası yazarıydılar...
Ekonominin “E” sinden bihaberdiler ki bunların çoğu ekonomi tahsili ettikleri bilinen arkadaşlardı…
Ama…
Ekonomi kitapta durduğu gibi durmuyordu ki…
 
                            ***
 
16 yıl önce ulusal basında ekonomimizdeki en büyük sıkıntının “yüksek faiz – kısa vadeli borçlanma" olduğunu; bunun ise yerde yuvarlanan küçük bir kartopuna benzediğini, giderek “çığ” halini alacağını ve milletçe altında kalacağımızı yazdım, panellerde ve davetli olduğum TV programlarında anlattım…
Çözümü de önerdim…
Şöyle…
 
                            ***
 
Devlet tahvili çıkarıp yüksek faizle borçlanıp piyasadaki para hacmini arttıracağınıza, sıfır faizli para basın...
Sonuçta ikisi de (Tahvil de Para da) Merkez Bankası’nın pasifinde yer alacak…
Aylık % 10 faiz, ay sonunda bankalardaki para miktarını hiçbir üretim artışı sağlamadan % 10 arttırıyor; bu ise enflasyonu körüklüyor...
Enflasyon ise ihracatın tıkanmaması için devalüasyonu zorunlu hale getiriyor…
Devalüasyon, ithal girdi fiyatlarını yükselttiği için maliyetlere yansıyor ve bu da enflasyon sebep oluyor…
Kedinin kuyruğunu kovalaması gibi; her şey birbirinin sebebi ve aynı zamanda da sonucu oluyor...
Yüksek faiz enflasyona; enflasyon devalüasyona; devalüasyon enflasyona; enflasyon yüksek faize neden oluyor…
Hâsılı; para basmıyorsunuz ama “para yaratıyorsunuz”…
Elbette basacağınız parayı memurlarınıza ve kamu işçilerine maaş zammı ya da tarım üreticilerine yüksek taban fiyat olarak vermeyin…
Onlarla borçlarınızı ödeyin…
Öncelikle faizlerin düşmesini ve devletin borçlanma ihtiyacının bir süre ortadan kalkmasını sağlayın…
Böylece, hiçbir şey üretmeden, sadece nakit paraya sahip oldukları için ülkenin gelir kaynaklarını küçük bir azınlığa yağmalatmamış olursunuz…
Böylece faizden değil, üretimden para kazanma sürecine yeniden dönüş yaparız…
Böylece bir yandan üretim ve haliyle devletin vergi gelirleri artarken diğer yandan istihdam artışı ile birlikte halkın moral değerleri yükselir…
Borç ödemeyerek ahlâki değerlerini giderek yitiren halk, “borç namustur” anlayışına geri döner…
Ve haliyle gelir dağılımındaki adaletin bozulmasını engellersiniz…
Vergi gelirlerini eğitim, sağlık, yol, su gibi kara deliklerin kapatılmasında kullanırsınız…
 
                            ***
 
Bunları söyledim, yazdım ama “Alay” konusu edildim…
Çalıştığım gazetelerin ekonomi allameleri beni patronlarıma şikâyet edip, “bu adam salağın teki” dediler…
Benimle söyleşi yapan ekonomi muhabirlerinin amirleri söylediklerimin tamamını değil sadece “Para basalım” deyişimi duyurdular izleyicilerine…
Hem de habere, benim görüntüm üstüne, “Bu da bir başka çılgın” diyerek…
O günlerde Ardan Zentürk’ün haber genel koordinatörü, Celal Pir’in de ekonomi şefi olduğu Kanal D bu ekranlardan biriydi sadece…
 
                            ***
 
Sonuçta ne olduğunu hep birlikte gördük…
Bütçedeki vergi gelirleri, aldığımız borcun faizini bile ödemeye yetmeyince borç üstüne borç aldık…
Kriz üstüne kriz yaşadık…
Ekonomi büyüyeceğine küçüldü…
İstihdam yerlerde süründü…
Başbakanlar halkın hafızasında sadece yaptıkları gaflarla yer etti…
Esnaf, başbakanlardan birinin kafasına yazar kasa fırlattı…
Peki…
Bizim 1990’lı yıllarda yaşadığımız ekonomik krizi ABD ve Avrupa yaşayınca ne yaptı?..
Trilyonlarca Dolar ve Euro basıp, krizin içinden çıkıverdiler…
 
                            ***
 
Şimdi…
“İç Ezan” ile “Vakit Ezanı”nı ayıramayanların; Cuma günleri vakit ezanından önce okunan Salâyı, “erken okunmuş öğlen ezanı” zannedenlerin din ve kutsal kitap eleştirisi yaptığı…
Hangi şartlarda ve nasıl para basılacağını bilmeyenlerin “Ekonomist” kabul edildiği bir Medyamız var…
Ne kadar “övünsek”(!) azdır değil mi ama?..