Kültür-sanat gazetecileri medyanın üvey çocukları
Sayım Çınar, ‘ana akım medyada yer bulamayanların sesi olmaya çalıştım’ diyen Bedir Acar’la konuştu
GAZETECİLER.COM - ÖZEL
İÇERİK
SAYIM ÇINAR
Milli Gazete, Yeni Şafak ve Kanal 7 gibi İslami kesime
yakın gazete ve televizyonlarda kültür-sanat editörlüğü yapan Bedir
Acar, Star Gazetesi kültür-sanat editörlüğünün yanı sıra son
dönemde Ahmet Hakan’ın köşesinde örnek gazetecilik olarak
nitelendirdiği haberleriyle de dikkat çekiyor.
Sayım Çınar, ‘ana akım medyada yer bulamayanların sesi olmaya çalıştım’ diyen Bedir Acar’la 52’nci Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin büyüleyici atmosferinde konuştu.
Medyada kültür-sanat gazeteciliği yapmanın zorluklarından İslami
kesime yönelik ön yargılara, kültür-sanat gazeteciliğinin
Türkiye’deki gelişiminden film festivallerine uzanan, zaman zaman
ilginç anekdotlarla gülümseten bir söyleşi çıktı
ortaya…
“MEDYADA SESİ KISIKLARIN SESİ OLMAYA ÇALIŞTIM”
Son dönem yaptığın kültür sanat haberleri ile dikkat çekiyorsun. Ahmet Hakan birkaç defa köşesinde senden bahsetti. Kültür-sanat haberlerinin köşe yazarlarına konu olmasını nasıl değerlendiriyorsun?
Tesadüf eseri belki ama muhafazakar gazetelerde kültür-sanat yapmaya başladım. Türkiye’de ana akım medyada sesi duyulmayanların veya sesi kısıkların sesi olmaya çalıştım. Çünkü ana akım medyada veya sol medyanın kültür-sanat sayfalarında İslami kesimin sesi bugüne kadar hiç duyulmadı. İslami kesimin içinde çok değerli sanatçılar, edebiyatçılar, fikir ve düşünce hayatımıza damga vuran insanlar var. Bunlar ne yazık ki yıllar içinde ötekileştirilmiş, eserleri tanıtılmamış, şiir antolojilerinde, ödül sistemi içinde yer almamış insanlar. Mesela edebiyat ödüllerinin çoğu sol kesim içerisinde dönüp dolaşır. Jüri üyeleri aynıdır, ödül alan insanlar üç aşağı beş yukarı aynıdır. İçlerinde toplumun farklı kesimini temsil eden bir ses, hele İslami kesimi temsil eden bir ses yoktur. Buna en güzel örnek geçen ay yapılan 34’ncü TÜYAP Kitap Fuarı’nda yaşandı. Bu sene tema mizahtı ve karikatürist Tan Oral TÜYAP’ta onur çizeri olarak yer aldı. Türkiye’nin önemli bir mizah yazarı olan Aziz Nesin anısına etkinlikler yapıldı. Fuara mizah dergileri de davet edildi. Mizahla ilgili sempozyumlar, toplantılar, paneller yapıldı.
Türkiye’de haftalık olarak yayın yapan dört tane mizah dergisi var. Bunların üçü TÜYAP’ta yerini aldı ama birisi yerini almadı; Hacamat.
“Hacamat” ekibi üç yıldır TÜYAP’a kabul edilmiyor
Mizahı İslami kesime sevdirmeye çalışan gençlerin çıkardığı bir dergi ‘Hacamat’. Daha önce ismi ‘Cafcaf’tı sonra ‘Hacamat’ oldu. Bu dergiyi çıkaran gençler kitap fuarına katılmak için üç yıldır düzenli olarak TÜYAP’a müracaat etmelerine rağmen TÜYAP bu karikatüristleri kabul etmiyor. Neden? Çünkü öteki mahallenin çocukları muamelesi yapıyor bu ekibe. Ben bu durumu yazdım. Daha sonra TÜYAP Kültür Fuarları Genel Koordinatörü Deniz Kavukçuoğlu, Cumhuriyet Gazetesi’ne bir röportaj verdi. “Hacamat’ı almadık diye bir şey yok. Fuara müracaat etmekte geç kaldılar” dedi. Ama gençlerin bana söylediğine göre ilk günden itibaren fuara müracaat etmelerine rağmen hep bir bahane çıkarılmış. Mail yazışmalarını da gördüm. Jet hızıyla, sekiz dakikada ret yemişler.
O zaman buradan hatırlatalım ve umalım ki önümüzdeki yıl TÜYAP’a katılırlar…
Deniz Kavukçuoğlu, “Hacamat’a sansür mü uyguladınız” diye sorulduğunda, “Asla, biz sansürcü değiliz. Hatta daha önceki fuarlarda İslami kesimin önde gelen şair ve yazarlarından Sezai Karakoç ve Rasim Özdenören’e onur yazarımız olmaları için teklif götürdük ama reddettiler” dedi. Fakat bu bir yalandı.
RASİM ÖZDENÖREN TÜYAP'IN
YALANINI ORTAYA ÇIKARDI
Sen öyle mi düşünüyorsun?
Ben düşünmüyorum, Rasim Özdenören açıklama yaptı. “TÜYAP’ın 34 yıllık tarihi boyunca hiçbir zaman onur yazarı teklifi almadım, hatta bugüne kadar TÜYAP’tan herhangi bir teklif almadım” dedi. Deniz Kavukçuoğlu’nun yalan söylediğini ortaya çıkardı bu açıklamasıyla…
Bir kesimin sesinin duyulmaması gazetelerden başlayıp TÜYAP’a kadar uzanan bir süreç haline geldi. Tabii ki TÜYAP Kitap Fuarı’nda muhafazakar kesimin yayınevleri de yer alıyor ama sonuçta paralarıyla orada yer alıyorlar. Fuarın teması mizah olduğu halde bir mizah dergisine neden yer verilmiyor?
Biraz önce İslami kesime karşı ayrımcılık söz konusu ana akım medyada ve çeşitli mahfillerde demiştim ya, bu olaylar da buna örnektir. Hem gazetelerde seslerini duyuramıyorlardı, hem de bu tür ödüllendirme sistemleri ve fuarlarda… Ben, kültür sanat gazetecisi olarak işte o sesi kısıkların sesi olmaya çalıştım meslek hayatım boyunca. Ve bulunduğum noktaya tırnaklarımla kazıyarak geldim.
ORHAN PAMUK RÖPORTAJ TEKLİF EDİNCE ÜRKMÜŞ
Sen bir süre Kanal 7, Yeni Şafak gibi gazetelerde kültür-sanat gazeteciliği yaptın. O kesimde sanat gazeteciliği yapmanın da zorlukları var. Mesela, bir Orhan Pamuk hikayen var, onu dinleyelim istersen…
Tabii, şimdi bir gazeteci olarak muhatabınıza Sabah’tan, Hürriyet’ten arıyorum demek başka, hele eskiden Milli Gazete’den, Kanal 7’den, Yeni Şafak’tan arıyorum demek başkaydı. Birisinde kapılar size çarçabuk açılırken, ikincisinde daha çok çaba harcamak zorundaydınız. Kapıyı bir değil, iki değil, üç-beş kere zorlamanız gerekiyodu. 90’lı yıllarda Milli Gazete çalışırken Orhan Pamuk ile bir röportaj yapmak istedim. Orhan Bey, önce biraz tereddüt etti, daha sonra beni Nişantaşı’ndaki ofisine davet etti. Görüşmede, tereddüt edişinin sebebini de açıkladı. Tabii, Milli Gazete o dönemde daha çok Refah Partisi’nin yayın organı olarak biliniyor. “Bana bugüne kadar İslami kesimden hiç röportaj teklifi gelmemişti. Ben Nişantaşılıyım ve laik kesimden biri olduğum için ürktüm. Milli Gazete’de röportajım yayınlandığı için acaba bana Refahçı damgası vururlar mı? Çevremden kınama alır mıyım diye düşündüm. Bir taraftan ilginç geldi. İlk defa İslami kesimden röportaj teklifi aldığım için kabul ettim. Çok da memnun oldum kabul ettiğime” dedi.
Daha bunun gibi başka bir sürü hikaye var. Mesela, Kanal 7’de çalıştığım dönemde “Güle Güle” filmi vizyona girmişti. Filmde Yıldız Kenter de başrol oynuyordu. Yıldız Kenter’i Kanal 7’de gece haberlerine davet ettiğimde, “Ben o bahsettiğin televizyonun ismini hiç duymadım ama o kadar güzel, nazik davet edişin var ki senin için Fizan’a bile gelirim” demişti.
ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN KANAL 7 ŞAŞKINLIĞI
Sen, Kanal 7’de Ahmet Hakan’ı tanıyan ve onunla çalışan bir gazetecisin. Ahmet Hakan’ın Hürriyet’e geçişinde Ertuğrul Özkök röportajının etkisi olduğunu düşünüyor musun?
Bilemiyorum ama 28 Şubat döneminde Kanal 7 Türk televizyonculuğunda star bir televizyon haline gelmişti. Hem sağ kesimden hem sol kesimden bütün seslere kulak veren ve mevcut hakim ceberut zihniyetle de mücadele eden bir televizyon kanalıydı. Diğer ana akım televizyon kanallarında sesini duyuramayan insanların sesini duyurduğu bir televizyon haline gelmişti ve Haber Saati’ni Ahmet Hakan sunuyordu.
Kanal 7’nin böyle bir misyonu vardı ve bu çok çok önemliydi. O dönemde Kanal 7’de televizyonculuk yapmayı çok seviyordum. Aslında o Kanal 7, İslami kesime yönelik ön yargıların kırılmasına vesile olmuş bir televizyondur. Mesela, Ertuğrul Özkök Ahmet Hakan’ın “İskele-Sancak” programına konuk olmuştu. Sanıyorum Ertuğrul Özkök, ilk defa muhafazakar kesimden bir medya organında yer almıştı. Çok etkilenmişti. Ahmet Hakan’la daha öncesi var mı bilmiyorum ama ekranda bir araya gelmelerinin o program vesilesiyle olduğunu düşünüyorum. Ertuğrul Özkök, daha sonra Hürriyet’teki köşesinde bu ziyareti yazdı. O yazısında sanki uzaydan gelmiş de ülkesini keşfeden bir yazar edasıyla, “Ben, İslami kesimden bir televizyon kanalına giderken, orada sakallı, sarıklı, çarşaflı insanların çalıştığını düşünerek gitmiştim. Farklı bir manzarayla karşılaşacağımı ummuştum ama bizim gibi modern giyinen insanlar, kadınlar ve erkekler varmış o kanalda…” demişti. Demek ki iki kesim arasında ne kadar çok ön yargı, ne kadar kalın duvarlar varmış bir zamanlar… Bu duvarlar çok şükür bugünlerde inceldi. Artık herkes en azından birbirini tanır hale geldi.
Ahmet Hakan Kanal 7’de yaptığı programlarla dikkat çekiyordu. Sen de o ekibin parçasıydın. Daha sonra Hürriyet’e geçti. Şu anda nasıl bir Ahmet Hakan görüyorsun?
Ahmet Hakan mahalle değiştirdiğini kabul eden biri. Hem Kanal 7’deki günleri hem de Hürriyet’teki dönemleri için iki Ahmet Hakan da kamuoyunun gözü önünde. Benim ayrıca bir şey söylememe gerek yok. Her şey ortada…
DÜRÜST BİR GAZETECİ OLMAK İÇİN ÇABA HARCIYORUM
Sen bunu en yakından gözlemleyen birisi olduğun için, bir gazeteci olarak bunu sormak istedim…
Değişim kaçınılmaz. İnsanlar değişebilir. Fikirlerini, hayat tarzlarını değiştirebilirler ama ben kendime baktığım zaman değişmediğimi görüyorum. Ahmet Hakan geçenlerde bir yazı yazdı, iktidar destekçisi gazetecilik için çok iyi bir örnek diye… Benim yaptığım bir haberi örnek gösterdi. Bu haberin bütün Türk medyası için örnek gazetecilik olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık meslektaşlarım bir yere saldırmak istedikleri zaman o tarafa söz hakkı tanımıyorlar ve direk sansür var diyorlar. Ben söz hakkı tanıyarak, sansür var dedikleri kurumu aradım ve nedir bu sansür hikayesi bana anlatır mısınız diye sordum ve anlattırdım.
Bu bahsettiğin sansür meselesini anlat istersen?
Devlet Opera ve Balesi’nde “Ali Baba ve 40” diye bir opera oyunu var. Medyada haberler çıktı. “Hikayenin aslı Ali Baba ve Kırk Haramiler’dir. Haramiler kısmı nerede? İktidar, haramiler kelimesine bile tahammül edemediği için operadan çıkarttırdı” diye bir sansür haberi yayınladılar. Ben bunun üzerine Devlet Opera ve Balesi’nde eserin librettosunu yazan Tarık Günersel’i aradım. Nedir bu sansür hikayesi diye sorduğumda Tarık Günersel, “Asla bir sansür yok. Ben kısaltmayı seven bir insanım. Bu yeni bir şey de değil, 2005 yılında “Ali Baba ve Kırk” diye kısaltmıştım, o zamandan beri de bu oyunu oynuyoruz. Sansür var diye yazan gazeteciler beni arayıp bunun aslını sormadı” dedi. Ben arayıp sordum ve olayın aslını aktardım. Ahmet Hakan, sağ olsun takdir etmiş ve örnek bir gazetecilik olarak köşesinde bu konudan bahsetti, ama “İktidar yanlısı gazetecilik için çok iyi bir örnek” dedi. Soru sormak ve karşısındakine cevap hakkı tanımanın sadece iktidar yanlısı gazetecilik için değil bütün Türk medyası için iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.
Ben sadece bir kesim için gazetecilik yapmıyorum diyorsun.
Evet. Çünkü geldiğim yerin kıymetini biliyorum. Tırnaklarımla kazıyarak geldim, 18 yaşında gazeteciliğe başladım, şu anda 43 yaşındayım. Ekmeğimi bu işten kazanıyorum. Dürüst bir gazeteci olmak için çaba harcıyorum.
Pekala, Yeni Şafak’tan, Kanal 7’den ayrılma süreçlerin nasıl oldu?
Sancılı oldu. Ben aslında çok fazla gazete veya kurum değiştiren bir insan değilim. İşimi yaptığım sürece mutluysam orada kalmak isterim. Milli Gazete’de çalışırken Mustafa Karaalioğlu beni aradı. Yeni Şafak’ı çıkarıyorlardı o sıralarda... “Bizim de en az Milli Gazete kadar güzel bir kültür-sanat sayfamız olmalı, bizimle çalışır mısın” dedi. Benim ilk transfer hikayem budur. Milli Gazete’den izin istedim, bana izin vermek istemediler ama benim için iyi olacağını söyleyince, sen bilirsin dediler. Fakat Yeni Şafak’tan ayrılışım sancılı oldu. Mustafa Karaalioğlu, Mehmet Ocaktan ve Yusuf Ziya Cömert ekibi gazeteden gitmişlerdi. Onların yerine Yusuf Kaplan ve Akif Emre geldi. Patronlar değişmişti. Yusuf Kaplan ilk iş olarak çalışmak istemediği insanları ayıklamaya başladı. Bu bir gazete yöneticisi için doğal bir haktır ama beni hiç tanımadan, ne yapmak istediğimi ya da ne yaptığımı bilmeden işten çıkardı anlamsız bir biçimde. Daha sonra bunun özrünü dolaylı yoldan dilemiştir. Yeni Şafak’taki köşesinde Star Gazetesi’nin kültür-sanat sayfalarını övmüştür, “Türkiye’nin en klas kültür-sanat sayfası” demiştir sayfamız için. Yusuf Kaplan’ın bu sözlerinin dolaylı yoldan özür olduğunu düşünüyorum.
“ÜNAL TANIK'A HAKKIMI HELAL ETMİYORUM”
Kanal 7’den ayrılışım ise çok sancılı oldu. Yeni Şafak Gazetesi’nden Kanal 7’ye transferim gerçekleşmişti. Kanal 7’de Ahmet Hakan haber dairesi başkanımızken, bir haber müdürü geldi, Ünal Tanık. İlginç bir şekilde bir gün bana “Benim kültür-sanata adam ayıracak lüksüm yok” dedi ve daha sonra benimle çalışmak istemediğini deklare etti. Ben televizyona gidip geliyorum ama kafeteryaya takılıyorum, Ünal Tanık’ın olduğu haber merkezine çıkmıyorum. Kimse de ne yapıyorsun diye sormadı. Ta ki 15 gün sonra Ahmet Hakan benimle konuşmak istediğini söyledi. Odasına çağırdı, konuştuk. “Şimdi haber merkezinei çık. Ünal Tanık bir şey derse de beni Ahmet Hakan gönderdi diyeceksin” dedi. Haber merkezine çıktım, masama oturdum. Arkamdan bir el omuzlarıma elini koyarak, “Hoş geldin arkadaş” dedi. 15 gün önce beni haber merkezinde görmek istemeyen Ünal Tanık, ne olduğunu bilmediğim bir şekilde bana hoş geldin diyor. Ama bitmedi… Ünal Tanık kindar bir insanmış, askere gittiğim dönemde Kanal 7’de yıllık bir yönetim kurulu toplantısı olmuş ve orada diretmiş. Daha sonra bunu bana insan kaynakları müdürü söyledi. “Ya Bedir ya ben” mertebesine getirmiş işi. Tabii kendisi haber müdürüydü. Bir editöre yol vermek daha kolay olduğu için ben gittim. Ama bu çok haksız bir uygulamaydı. Meslek hayatım boyunca hakkımı helal etmeyeceğim biri varsa o da Ünal Tanık’tır.
“FATOŞ GÜNEY HİZBULLAH KORKUSUNU İTİRAF ETTİ”
Kanal 7’de de ilginç anıların olduğuna eminim. Mesela, konuk alırken yaşadıkların arasında Fatoş Güney’le bir buluşma hikayen var, onu anlatır mısın?
Kanal 7, 28 Şubat döneminin en gözde kanallarından biriydi. İslami kesimde olmasına rağmen müthiş ses getiren programlar yapıyordu. Yine o yıllarda, Yılmaz Güney’in “Umut” filmi ya sansürden kurtulmuştu ya da yenilenmişti ve ilk defa gösterimi yapılacaktı. Bu vesile ile Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney’i Kanal 7’de haberlere davet etmek istedik. Fatoş Hanım, kabul etti. Ertesi gün Bebek Hotel’in restoranında buluşmak için randevu verdi. Program saatine az bir zaman kala ben Fatoş Hanım’ı almak üzere Bebek Hotel’e gittim fakat söz verdiği yerde restoranda göremedim. Bir an arkalarda bir sütunun arkasından sarışın bir hanımın, bir çift mavi gözün bana doğru baktığını ve hemen tekrar sütunun arkasında kaybolduğunu fark ettim. Onun Fatoş Hanım olduğunu anlayınca yanına gittim. Fatoş Hanım ayağa kalktı; “Kusura bakmayın, biraz tereddütlüydüm. Siz Kanal 7’den geliyorum deyince, acaba öyle deyip de Hizbullah’tan beni kaçırmaya gelmiş olabilirler mi diye korktum açıkçası. O yüzden saklandım” dedi.
Çok enteresan. İnsanların kafasında ne kadar ayrımcılık ve korku varmış o dönemde… İslami kesimden bir kanaldan geliyorum deyince, acaba Hizbullah’tan mı geliyorlar diye düşünülüyordu. O dönemleri çok şükür atlattık ülke olarak. Şimdi insanlar birbirleriyle daha konuşur hale geldiler. Ön yargılar biraz daha inceldi.
“TÜRK SİNEMASININ SENARYO SANCISI VAR”
Biraz da kültür-sanat konuşalım. Son iki film festivalinde birbirimizi görüyoruz. Malatya çok güzel bir festival geçirdi. Ulusal bölümde çok güzel filmler gösterildi, ödüller verildi. Şimdi Antalya’dayız. Bu iki festivalden sana geçen şeyleri biraz anlatır mısın?
Bazı Türk yönetmenlerin sadece festivallere hitap eden, festivallerde ödül almak üzere kurgulanmış ya da senaryolarını öyle yazdıkları, çekimlerini öyle yaptıkları filmler söz konusu. Gerçekten de bu filmlerin gişe yapma şansı yok. Dün iki film seyrettim; birisi Atalay Taşdiken’in “Arama Moturu”, diğeri de Erdal Rahni Hanay’ın “Pia” filmi. Bu iki filmin gişede iş yapma şansı çok az. Türk sinemasının iyi senaryo, iyi film sancısı var. Bu festivallerde filmleri toplu olarak gördüğümüz için o sancı daha bir öne çıkıyor.
ALTIN PORTAKAL ŞAŞALI BİR AÇILIŞ YAPTI AMA FİLM SEÇKİSİ...
Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne gelen yıldızları nasıl değerlendiriyorsun?
52. Antalya Altın Portakal Film Festivali, şaşalı bir açılış yaptı. Catherine Deneuve’yle, Jeremy Irons’la, Katlen Turner’la şaşalı bir açılış oldu ama festivaller sadece açılışlardan ibaret olmamalı. Mesela, bu sene Antalya film seçkisinde klasik ustaları göremedim. Bir Luis Bunuel, bir Jim Jarmusch, bir David Cronenberg yok. O ustalara saygı bölümü, o ustaların eserlerinin olması gerektiğini düşünüyorum. Ara sıra onları hatırlamalıyız. Bu açıdan Antalya seçkisini biraz dağınık buldum açıkçası…
“KÜLTÜR SANAT GAZETECİLERİ MEDYANIN ÜVEY EVLATLARI”
Kültür-sanat editörlüğünü konuşalım biraz da... Kültür-sanat gazeteciliği yapanlara hep böyle kolay bir iş yapıyormuş gibi bakan yöneticiler var. Onlar gerçekleri yaşıyorlarmış da, biz hayal dünyasındaymışız gibi…
Aslında dış kapının dış mandalı gibiyiz. Gündemde savaş var, Rusya ile ilişkiler gerilmiş, vs. vs. Sen haber merkezinde, haber toplantısında bütün bu sıcak gündem konuşulurken birden bire Antalya’da film festivali var, piyano festivali var dediğinde insanlar şöyle bir gevşiyor. Gazetelerde kültür-sanat servisleri gözden ırak, gönülden ıraktır. Kültür-sanatçılar medyanın üvey çocuklarıdır. Bize çok önem verilmez. Gündem, evet sıcak gündem çok önemli ama kültür-sanat o kadar önemli ki… Gündem geçer, politik duruşlar bugün böyledir, yarın şöyledir ama kültür-sanat bir zeytin ağacı gibidir, mevya vermesi geç olur ama kalıcıdır.
Bir insan vücudunu düşünün, gövdesi var, kafası var, kolları var, bacakları var, organları var. Bu organlar ancak damarınızda dolaşan kan varsa işlev görürler. Ve o kan medeniyettir, uygarlıktır, sanattır. Medeniyet algısı bu mecralarda gelişip yüzyıllara kök salar. Bakın Osmanlı’dan geriye kalanlara… Camiler, vakıflar… şairler… Bunun önemini ve gerekliliğini kavramış gibi yapıyoruz ama öyle değil maalesef.
Umarım bu değişim sürer ve senin Star Gazetesi’nde kültür-sanata verdiğin önem diğer İslami kesimdeki gazetelere de geçer.
En büyük umudum kültür-sanat sayfası olmayan gazetelerin bir an evvel kültür-sanat sayfalarına kavuşmalarıdır. Çünkü eğer kültür-sanat sayfaları yoksa hayat damarlarından biri kopmuş demektir.