Üst üste usta yazarların kitaplarının yayımlandığı bugünlerde uzun, dokunaklı, sarsıcı ve edebiyatın tüm lezzetleriyle dolu bir yolculuğa çıkmak isterseniz size Karin Karakaşlı’nın yeni öykü kitabı Yetersiz Bakiye’yi öneririm.
Böyle diyor Radikal'deki röportajında Efnan Atmaca. Ardından da şöyle devam ediyor:
İstanbul’dan başlayarak pek çok şehri ziyaret eden hikâyelerin
yer aldığı kitapta Karakaşlı yetkin kalemiyle günümüz Türkiyesi’nin
altı çizilmesi gereken her sorununa zarifçe değiniyor. Ermeni, Kürt
halklarının yaşadıklarından Alevilerin bugünkü durumlarına, kadın
cinayetlerinden umutsuz aşklara ve mutlu sonlara kadar hayatın ve
siyasetin içinde ne varsa hepsi yer alıyor Yetersiz
Bakiye’de. Ama en dokunaklı hikâye Karakaşlı’nın pazartesi
günü ölümünün sekizinci yılını hatırlayacağınız Hrant Dink’le
anıları, tanışmaları, yaşadıkları ve gidişini anlattığı
satırlar.
Hikâyeler bittiğinde ben sarsıcı bir yolculuğu ardımda
bırakıp yaşadıklarımın üzerine düşünmek için yalnızlığa çekilmek
istedim. Kitaba Yetersiz Bakiye adını neden uygun
gördünüz?
Kitap adı bana kendini hep fısıldar. Bugüne kadar düşünerek
bulduğum bir ad hiç olmadı. Geçen haftalarda vapura binerken
turnike geçişinde İstanbulkart’ın içindeki tutar yetmeyince, geçit
vermeyen demiri böğrüme yedim ve mekanik bir kadın sesi “Yetersiz
Bakiye”dedi. Günlük hayat içinde böyle uyarılarla, kurallarla
karşılaştığımız daha pek çok an var. Bağlamı dışına çıkarıldığında
her biri çok farklı anlamlara gelebiliyor. Benim öykülerde hep
kalakalan, sağ kalan, artakalan birileri vardı. Ve hayat onlara bir
şekilde kendilerini hep yetersiz hissettirmişti. Düzenle
uyuşamadıkları her durum onlara kendi zayıflıkları, hataları olarak
yaşatıldı.
Agos’un önünden geçerken hep sizin orada her gün neler
hissettiğinizi merak ederdim. Yaşadıklarınızı kaleme getirmek size
ne hissettirdi?
O ruh halini yaşandığı haliyle anlatabilmek mümkün değil. Bazı
şeylerin kelimesi yok. O bir bakış, istemsiz bir beden hareketi ve
derin bir suskunluk. Dolayısıyla aslında bu konuyu yazmaktan hep
kaçındım. Ama o dönem benden İstanbul öyküleri için katkı
istendiğinde, içimden hecelerine kadar parçalanmış “An-bul-ist”
şeklinde bir şehir çıktı ve mekân ile zaman üzerinden bir dönemle
ödeştim.
O günleri bu kadar kişisel bir hikâyeye çevirmeye sizi ne
ikna etti?
Çaresizlik ve kalp ağrısı. Bu eşikten geçmeden bütünlüklü hiçbir
şey yazamayacağım korkusu vardı. Benim tek şifam yazı. Hangi
şartlar altında olursa olsun, yazmaya mahkûmum.
İki gün sonra
sekiz yıl olacak. Hâlâ her şeyin tam kalbinde yaşayan kişi olarak
süreçte neredeyiz?
Biz koca bir toplum olarak 19 Ocak’ın beş gün sonrasında
birbirimize bir söz verdik. O söz, yekdeğerine sahip çıkma, eşit
yurttaşlık ilkesiyle birbirinin temel varoluş hakları için mücadele
etme ve katliam, provokasyon, suikast, sürgün, cinayet, kaybetme ve
faili meçhul olmak üzere türlü yöntemlerle mücadeleyi ortadan
kaldırmaya yeltenen kötücül erke, devletin o en çirkin yüzüne karşı
ortak bir direniş sergileme sözüydü. Bugün bu söz, yıllardır
süregiden ve son olarak farklı güç odaklarının, sorumluluğu
birbirinin üzerine atma hamleleri ile şekillenen bir davayla
tartılıyor. İktidarından emniyetine, istihbaratından jandarmasına,
bürokratından basın ve yargısına her kesimin payı olan ve
dolayısıyla hiçbirinin birbirini ele verememesinden ötürü kördüğüm
olmuş bir dava bu. Bu kördüğüm esasen ülkenin kendi çıkmazı.
Dolayısıyla cinayet davasının en üst düzey devlet memurlarına
varıncaya değin herkesin sorgulanabildiği bir zemine oturtulması,
ülkenin geleceği adına da umut verir. Keza davayı sümen altı etmeye
yeltenen bir Türkiye’nin geleceği o bildik karanlık yıllardan
ibaret kalacaktır. Umutlu olmak hiç kolay değil ama bir yanıyla da
devam edebilmek için bir zorunluluk. Umudu kimse kimseye vermiyor,
hele devlet olanı da soldurmanın peşinde. Hal böyle olunca, umudu
üretmek lazım geliyor. Ben de buna çalışıyorum.
Her hikâyenizde öteki olan bir kadın ve siyasetin onu nasıl
şekillendirdiği var. Siyaset ve edebiyat ilişkisini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Edebiyat doğası gereği muhaliftir. Düzenin her şeyinden
memnunsanız, neden hayatı yaşamayı bırakıp başka dünyalar
kurasınız. Öte yandan edebiyat eserleri yazarın biricik hayal
gücünün ürünü olabildikleri gibi bir ülkenin gayriresmi tarihinin
kayıt tutuculuğunu da yapabilirler çünkü tabu ilan edilerek
sessizliğe mahkûm edilenlerin sesini ancak edebiyat geri verebilir.
Edebiyat bu yüzden benim için en çok da göğüs kafesine saklı ah
sesinin ve çığlığın ifadesidir.
Uzun zamandır kadınların, yüreklerin, kalemlerin
özgürleşmesi için mücadele eden bir insan olarak bugünü nasıl
görüyorsunuz?
Yaşadığımız günler çelişkilerle dolu. Bir yandan iletişim hızı ve
imkânları, hele de sosyal medyanın ortaya çıkmasıyla çok arttı.
Diğer yandan üzerimize boca edilen bilgilerden ne kadarının
zihnimizde yer edinebildiği şüpheli. Muhalif hareketler açısından
da sosyal medya güç oluşturma fırsatı sunarken, bireylerin iki söz
söyleyerek ya da bir paylaşımda bulunarak yeterli şey yaptıkları
yanılsamasına kapılmaları na neden olabiliyor. Oysa eylemek, sözün
ardında durabilmek elzem bir tavır. Keza, özgürlük kisvesi
altında medya üzerinde yönlendirme, sansür, tehdit ve
otosansür gibi yollarla tahakküm mekanizmaları oluşturulmuş
durumda. Çarkın içinde yer almayı reddedenler bunun bedelini
ödemeyi göze almış oluyorlar.
Yine özgür bir birey hele de kendi hayatına dair kararları verebilen kadın erk tarafından çok tehlikeli görüldüğü ve adeta “cadı” ilan edildiği için, erkek şiddetine, kadına yönelik sistematik cinayetlere bizzat devlet ve iktidar tarafından meşru zemin sağlanmış oluyor. Son yılları kadının bedeni üzerinde söz hakkı kurmaya çalışan benzer bir hedef gösterme, marjinal ilan etme anlayışı LGBTler için de geçerli. Oysa kimsenin toplumu kendinden menkul sayma ve doğruluğu tartışılmaz “normal” tanım ve sınırlar dayamaya hakkı yok.
Maalesef küçük siyasi hesaplar üzerine kurulu, kendi varoluşunu
bir diğerinin inkârına ve imhasına mahkûm etmiş bir hayat anlayışı
hepimizi hasta etti. Sözün bile içinin boşaldığı bir zamanda ben
tek sığınağım olarak edebiyatı görüyorum.
Kitabın ilk bölümlerinde İstanbul’la bir hesaplaşma içine
giriyorsunuz. Daha sonra başka şehirlerde başka hikâyelere
dalıyorsunuz. Sizin için mekânın önemi nedir?
Hayatın içinde mekânı hep önemsedim. Çünkü mekân, insanın ruhsal
aidiyetini ya da yersiz yurtsuzluk duygusunu doğrudan belirleyen
bir unsur. Kaldı ki İstanbul hiçbir zaman arka fon olmaya gönül
indirmez, dolayısıyla pek çok öykümün başrol karakteri oldu. Farklı
şehirleri görmeyi, o şehirlerin ruhuna nüfuz etmeyi seviyorum. Ruh
dediğimiz şey şehrin tarih, toplum ve coğrafyasının kırması bir
doku. Onu yansıtabilmek, edebiyatım açısından bir meydan okuma.
Kitaptaki hikâyelerin bir kısmı “mutlu son”la bitiyor.
Başladığımız gibi bitirirsek gün gelip “yeterli bakiye”ye
ulaşabilecek miyiz?
Sonuçta hayatın bizi şımarttığı, mucizeler yaşattığı, inanç
tazelettiği, umut yeşerttiği zamanlar da var. Hayatın bu yönüne de
selam vermek istedim. Bakiye olarak arta kalmak aslında yetersizlik
değil çok fazla olma halinin ifadesi. Mesele “yetersiz” hissettiren
düzene karşı dik durabilmek ve kim olduğunu unutturmalarına izin
vermemek. Bu kitabın okuyanlara bu yolda güç ve ilham vermesini
dilerim.
YETERSİZ BAKİYE
Karin Karakaşlı
Can Yayınları
2015, 120 sayfa, 12 TL.