İki saat yüzünden neler kaybediyoruz?..
Az sonra okuyacağınız Ahmet Altan makalesini lütfen “siyasi” bir yazı olarak okumayın…
GAZETECİLER.COM -
Ahmet Altan yaptı yapacağını…
Yine “düşünülmeyeni
düşündü”…
Yine “söylenmeyeni
söyledi”…
Meğer biz Türkler (ya da Türkiye
vatandaşları) sadece “2 saat” yüzünden neler
kaybediyormuşuz…
Şu yaşadığımız topraklarda değil
de “saat dilimi” olarak iki saat Batıda doğsaymışız yırtmışmışız
meselâ…
Ah iki saat ah…
Meğer sen nelere
kadirmişsin…
Az sonra okuyacağınız Ahmet Altan
makalesini lütfen “siyasi” bir yazı olarak okumayın…
"İnsani"
bir makale olarak kabul edin…
Yansız…
İhtirassız…
Samimi…
Başım ağrıyor.
Günlerdir boğuştuğum soğuk
algınlığı beni bir hırpalıyor.
Eşref Şefik’in benim çocukluğumda
meşhur ettiği anlatımla “kuma yatıp da tek gözüyle bakan balık”
gibi bakıyorum ekrana.
Bazen her şey saçma gelmiyor mu
size?
Buradan sadece iki saat uzaklıkta
bir yerde, mesela Roma’da ya da Viyana’da ya da ne bileyim
Cenevre’de yaşasaydık bambaşka sorunlarımız, bambaşka dertlerimiz,
bambaşka konularımız olacaktı.
Ve bambaşka bir hayatımız
elbet.
“İki saat”
yüzünden bir ömür tüketilir
mi?
Bir keresinde bir arkadaşımla
tartışırken bana kızıp “madem o kadar çok demokrasi ve özgürlük
istiyorsun, neden demokrasi ve özgürlüğün olduğu bir yere gidip
yaşamıyorsun” demişti.
Aslında kabul etmeliyim ki
mantıklı bir soruydu bu.
Bu soru ara sıra aklıma takıldı
doğrusu.
“Demokrasi ve özgürlük istiyorsam
neden demokrasiyle özgürlüğün olduğu bir yere
gitmiyorum?”
Her sorunun olduğu gibi bunun da
bir cevabı var elbette.
“Ben demokrasiyi ve özgürlüğü
burada istiyorum.”
Ama her cevap gibi bu da başka bir
soruya kapı açıyor.
“Derdin gerçekten özgürlükse bunun
nerede olduğu ne fark eder?”
Neden coğrafya, özgürlüğün
kendisinden daha önemli olsun?
Ve, neden özgürlüğü illa “burada”
istiyorum?
Burası benim memleketim olduğu
için herhalde.
İyi de insanın “memleketi”
neresi?
Memleket dediğin şeyin tarifi sık
sık değişir.
Bin yıl önce benim “ırkımın”
memleketi Orta Asya’ydı.
Yüzyıl önce benim dedelerimin
memleketine Yemen de dahildi.
Benim büyük dedemin “memleket”
dediği “topak parçasıyla”, bugün benim “memleket” dediğim toprak
parçası arasında büyük farklar var.
Memleketim neresi, yaşadığım yer
mi?
Yoksa savaşların, anlaşmaların,
siyasi pazarlıkların çizdiği sınırlar mı?
İstanbul
mu benim memleketim yoksa bütün Türkiye
mi?
Hakkâri’ye hiç gitmedim, orası benim
memleketim mi?
Yarın bir gün “ayrılıkçı”
Türklerle “ayrılıkçı” Kürtler anlaşırlar da ayrılmaya karar
verirlerse, artık benim memleketim olmayacak olan Hakkâri’de
“özgürlük ve demokrasi” olsun isteyecek miyim?
Yoksa sadece “elimizde” kalan
toprak parçasının özgürlüğü mü ilgimi çekecek?
Hakkâri’de “ne olursa olsun” mu
diyeceğim?
Eğer öyleyse neden bugün
Hakkâri’deki insanların da özgür yaşamasını istiyorum?
İstanbul’da ve Hakkâri’de aynı
bayrağın dalgalanmasından mı?
Ben, bayrağa çok aldırmam
ki...
Çok ciddiye de almam.
Altı yüz yıl önce, şu anda benim
oturduğum yerde Bizans bayrağı vardı.
Nerede şimdi o
bayrak?
Herhalde o zamanlar o bayrağı çok
önemseyen, o bayrak için hayatını veren insanlar yaşıyordu
burada.
Bugün ne onlar var, ne
bayrakları.
Altı yüz yıl sonra burada kimin
bayrağının dikili olacağını biliyor muyuz?
Ya da altı yüz yıl sonra hâlâ
bayraklar olacak mı?
Bayrağı boş verin, belki insanlar
bile olmayacak burada, belki bütün insanlar dünyayı bırakıp uzayda
başka bir yere taşınacaklar altı yüz yıl sonra.
Sürekli değişen bayrakları,
sınırları, memleketleri neden önemseyip de özgürlüğün illa “burada”
olmasını istiyorum?
Buranın dilinin benim dilim
olmasından belki.
İyi ama Diyarbakır’daki adamın
dili benimkiyle aynı değil ama ben orada da özgürlük olsun
istiyorum.
Niye?
Bazen kendi samimiyetimden kuşkuya
düşüyorum.
Bayrakların, devletlerin,
sınırların, orduların, savaşların olmayacağı bir dünya istiyorum,
böyle bir dünyanın olacağına da inanıyorum ama gene de “özgürlük”
dendi mi illa burada da olsun diyorum.
Biraz çelişkili gözükmüyor
mu?
Sanki “özgürlüğü” değil de
“burayı” daha çok önemsiyorum, aksi olsa, özgürlüğün olduğu yere
giderdim ama ben özgürlük buraya gelsin diye uğraşanlara
katılıyorum.
Burası, neden “özgürlüğün”
kendisinden daha önemli?
Burasını, özgürlüğün kendisinden
daha mı çok seviyorum?
Tam bilmiyorum ama galiba burayı
seviyorum, bayrağını, sınırını falan değil, burayı seviyorum,
buranın küfürlerini seviyorum, buranın hergeleliğini, buranın
yemeklerini seviyorum.
Belki biraz da tembelim, ben
özgürlüğe gideceğime özgürlük bana gelsin diye
bekliyorum.
Gelecek mi?
O kadar çok istiyorum ki, eğer
gelmezse, bir başka ülkeye değil ama bir başka âleme giderken üzgün
gideceğim.