Hüseyin Gülerce'nin rüyaları gerçek olur mu?..

Belki de bana kırılacak ama değerli kardeşimin bu talepleri öylesine romantik, öylesine ütopik, öylesine hayalci ki…

ADNAN BERK OKAN

 

Değerli dostum Hüseyin Gülerce; medyamızda kavgayı değil barışı; düşmanlığı değil dostluğu teşvik eden az sayıda meslektaşımızdan biri…

Dünkü Zaman’da isyan eder gibi “Yeter artık…” başlığı altında yayımlanan makalesi; giderek gerilen siyasi ortamın sosyal hayatı da zehirlediğini bizzat yaşayarak öğrenmesinden kaynaklanıyor belli ki…

Gülerce ille de “AK Parti ile MHP arasında, giderek sertleşen ve Ramazan ayına rağmen üslup ayarını kaybeden bir gerilim” olduğuna dikkat çektikten sonra şöyle diyor:

Hâlbuki iki partinin tabanı arasında mana kökleri ve inanç değerleri açısından öyle büyük farklar yok.

Aslında halkayı genişlettiğimizde, bizim halkımız arasında Türk’ü, Kürt’ü ile Sünni’si Alevi’siyle ve farklı yaşam tarzları olan kesimler arasında uzlaşma sağlayacağımız noktalar, ayrı düşeceğimiz noktalardan daha fazladır… Pekiyi neden o zaman bir kutuplaşmanın, bir gerilimin ve maalesef bir çatışmanın girdabında, huzurlu bir ülke hasreti çekip duruyoruz? Siyasi zeminler neden çatışma üslubu ile ha bire tahrip ediliyor? Neden yukarılardaki sert, hakaretamiz, tehditkâr, rencide edici üslup yüzünden, hayatı birbirimize zehir ediyoruz?

 

 

Paralı askerler…

 

Evet…

Değerli dostum kendi sevgi, hoşgörü, diyalog, barış penceresinden baktığında haklı…

“İki partinin tabanları arasında mana kökleri ve inanç değerleri açısından öyle büyük farklar yok”…

Ama…

“İki partinin tavanları” arasında “maddi ve dünyevi değersizlikler” açısından büyük farklar var…

İki partinin de tavanı; maddi ve dünyevi çıkarların sahibi olabilmenin, yaklaşık bir trilyon dolarlık (2 trilyon lira) milli gelir; 400 milyar liralık bütçeyi yönetebilmenin kavgasındayken; tabanın manevi duygularını birbirlerine karşı kışkırtarak aralarında “düşmanlık” yaratıyorlar…

İki tarafın da medyasındaki “paralı askerler” de bu çıkar savaşının bencil eşkıyalığını yapıyor…

 

Yani; sevgili dostumun “tabanlar arasında mana kökleri ve inanç değerleri açısından öyle büyük farklar yokken bu kutuplaşmanın, bu çatışmanın makul, geçerli, ikna edici hiçbir sebebi yok. Güzel bir ülkemiz var. Kalkınma heyecanı yaşayan dinamik bir toplumuz. Neden, uzlaşma yerine çatışma, diyalog ve hoşgörü yerine kin ve öfke var? Neden?” diye yönelttiği sorunun cevabını az önce verdim…

Dostum Gülerce (ne yazık ki) tabanlar arasında mana kökleri ve inanç değerleri açısından öyle büyük fark olmayışının iki partinin tavanlarının (üst yönetimlerin) birbirleriyle çıkar savaşı yapmasına engel olmadığını her yöne “temiz” bakan gözleriyle göremiyor…

 

 

Midem kalktı…

 

Peki ben nasıl görüyorum?..

Ya da nasıl oluyor da bu kirliliği bu kadar kolay fark edebiliyorum?..

Söyleyeyim:

Bendeniz ekonominin içinden geliyorum…

Her türlü şeytanla şeşbeş oynadım…

Bir eski başbakana siyasi danışmanlık yaptığım süreçte, siyasilerin “dostluk, sevgi, barış, diyalog” gibi değerleri sadece “yem” olarak kullandıklarını bizzat yaşayarak öğrendim…

Midem kalktı…

Aklım karıştı…

Sağlığım bozuldu…

Hem maddi hem manevi sağlığım bozuldu hem de…

İşte bu nedenle; asıl kavganın iki siyasi partinin tavanları arasında “çıkar” kavgası olduğunu; tabanların ise bu kavgada “figüran” olarak kullanıldıklarını çok net olarak görebiliyorum…

 

Dostum Gülerce; iki parti arasındaki kavgayı bitirebilmek için birbirine paralel gitmesi gereken iki çözüm öneriyor…

Bakın nasıl…

 

“Birincisi hükümetin, siyasetin, Meclis’in getireceği çözüm: Demokratikleşme hamlesiyle, biriken stresi dağıtmak. Yaklaşan yerel seçimlerin politik şehvetinden kurtulup, Türkiye’nin makulleşmesi için uzlaşma kapılarını açmak. Çatışma ve kavga yerine üslup güzelliğine dönüp kırılan gönülleri tamir fırsatı hâlâ var. Çözüm süreci, bir demokratikleşme hamlesine acil ihtiyaç duyuyor. Alevi vatandaşlarımızın gönlünü kazanacağımız jestler için acele edilmeli. Onların demokratik talepleri yerine getirilmeli.

 

 

O jesti kim yapacak?..

 

Ah benim temiz yürekli vicdanı yüce dostum ahhh….

Aslında “çözüm” dediği şey sorunun ta kendisi…

Yani; “….. yerel seçimlerin politik şehvetinden kurtulup, Türkiye’nin makulleşmesi için uzlaşma kapılarını açmak.”  

Bizim gibi siyasetin temelde duygu ve inançlara dayandırıldığı, tepede ise ekonomik çıkarların hâkim olduğu bir göstermelik demokraside bugüne kadar hangi siyasi kadrolar “yerel seçimlerin politik şehvetinden” kurtulabilmiş ki mevcut kadrolar kurtulabilsin?..

Bir zamanlar, “Bu Mustafa Kemal var ya; işte onun yerleştirmek istediği İslâmiyet Alevi İslâmiyet’i” diyenlerle bugün, “Alevilere en büyük zulmü Kemalistler yaptı” diyenler birbirlerinin siyasi akrabaları değil mi?..

İyi ama nasıl olacak da bunu söyleyenler Alevi yurttaşlarımıza “jest” yapacaklar?..

Yaparlarsa “Kemalist” olmakla suçlanmayacaklar mı?..

Bunu göze alabilirler mi?..

 

Yani demek istediğim o ki;

Bugün Alevi yurttaşlara jest yapabilmenin önündeki en büyük engel; geçtiğimiz yıllarda yenilen hurmaların gelip bu yıl o birilerinin bir yerlerini tırmalamasıdır…

Yani, bir dönemler Mustafa Kemal’i Sünni milyonların gözünde itibarsızlaştırmak için Onun “Alevi İslâmiyet’ini getirmek istediğini” iddia edenler; daha sonra Alevilere yaptıkları kendi “Sünni” işkencelerini mazur gösterebilmek için suçu, “olmayan Kemalist ideoloji”ye ve ideologlara atanlardır…

 

 

Öylesine ütopik, öylesine hayalci ki…

 

Değerli dostumun ikinci çözümüne gelince…

Yani…

Toplum olarak bizim sorumluluklarımız olduğuna…

“Tehlikeli üç zeminde güven erozyonu var” diyor Gülerce ve şöyle devam ediyor:

“Birbirimizi dinlememe, anlamaya çalışmama problemi var. Böyle olunca aramızda nasıl diyalog ve uzlaşma sağlanacak? Her kesimde artık makul insanların öne çıkması gerekiyor. Birbirimizin konumuna saygıyı esas alan, konuma saygıyı fikir ve düşüncelere de saygı kabul eden, kendisi dışındakilerin yaşam tarzını problem haline getirmeyen, tam tersine her türlü dayatma, baskı ve ötekileştirmeden uzak duran yüreklere ihtiyacımız var. Bir tek ilkeyi hayata geçirsek; başkalarını rencide etmeme hassasiyeti göstersek... Bunu yapanların kendileri de rencide olmayacaktır. Hatta bir adım öne çıkıp, “incinsen de incitme” diyenlerden olsak…”

 

Belki de bana kırılacak ama değerli kardeşimin bu talepleri öylesine romantik, öylesine ütopik, öylesine hayalci ki…

Gerçekleşmesi mümkün değil…

Hani bir fıkra vardır; hatırlatayım…

Bir harp cephesi…

Genç Yüzbaşı bölüğüne az sonra göğüs göğse savaş olacağını; korkmadan savaşmalarını… Önce hayatta kalmaya çalışmalarını ama ölürlerse de nasıl olsa cennete gideceklerini söyleyince bizim Trakyalı Hüsmen elini kaldırıp söz ister…

“Söyle bakalım Hüsmen” der Yüzbaşı.

“Te be komutanım” der Hüsmen; “benim düşmanımın kim oldundu süleseniz de ben gidip onunla bi konuşsam... Bakarsınız aramızda ikna ederim de arp marp etmeyiz…”

Yani, halkımıza kalsa birbiriyle mis gibi geçinip gidecek…

Geçinmesine geçinip gidecek ama siyasi tavan bırakmıyor ki…