Hıncal Uluç: Türkiye'de gazeteci yok! Spor medyası hiç yok!

“Türkiye'de gazeteci yok” diyerek isyan eden Uluç, tepkisini ise “hepsi üç maymun: görmem, bilmem, söylemem...” diyerek dile getiriyor.

GAZETECİLER.COM -  ÖZEL İÇERİK



Türk spor medyasının duayen ismi Hıncal Uluç spor medyasını topa tuttu. “Tüm programlar Fenerbahçe'den yana taraf tutuyor” diyen Uluç, NTV'de 14 yıl yaptığı programın bitirilişini gazetelerden öğrendiğini, kendisine nezaketen bile olsa programın bittiğini kimsenin haber vermediğini  anlattı.

Kah 'gevrek' kahkahası eşliğinde, kah çatılmış kaşları ve gergin bakışlarıyla gazeteciliği, spor medyasını, geçmişi, geleceği, İstanbul'u konuşan Hıncal Uluç, İnternet Haber'den Hande Aydemir'in sorularını yanıtladı.

Boynunda gazetesi Sabah'ın neredeyse hiç çıkarmadığı kimlik tanıtma kartı, karşısında hiç kapanmayan haber kanalları ile yaptığını "modern köşe yazarlığı" olarak tanımlıyor Hıncal Uluç. Hatta bu türü Türkiye'de başlatan ilk kişinin de Uğur Mumcu olduğunu anlatıyor.

“Türkiye'de gazeteci yok” diyerek isyan eden Uluç, tepkisini ise “hepsi üç maymun: görmem, bilmem, söylemem...” diyerek dile getiriyor.

İşte birbirinden dikkat çeken sorulara, duayen gazetecinin verdiği yanıtlar:

GALATASARAY İÇİN "DEFOLUP GİTSİNLER" YAZDIM DAHA NE DİYEYİM?

Hande Aydemir: Biz gazeteciler ile medyayı konuşalım, arada da siyasetten söz edelim diye yola çıkmıştık. Ama sizin gibi spor ile ilgili bir isim olunca karşımızda öncelikli olarak spordan söz edelim istiyorum. Galatasaray ile ilgili çok şey söyleyeceğinizi düşünüyorum.

Hıncal Uluç: Galatasaray için söyleyeceğim yeni bir şey yok. Her gün söylüyorum, fazlasıyla söylüyorum. Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden birinde söylüyorum. Merak edenler oradan okuyor zaten. Onun için Galatasaray ile başlamak yanlış.

H.A.: Spor sormadan geçemem ama...

H.U.: Galatasaray malumu ilan. Galatasaray berbat. Zavallı bir performans sergiliyor. Gerek sportif gerek idari bakımdan... Daha ne söyleyeyim. “Bunlar defolup gitsin artık” yazdım geçenlerde.

H.A.: Hamzaoğlu'nun ahı tutmuş olabilir mi peki?

H.U.: Hamzaoğlu kim ya... Galatasaray'da tavşanın suyunun suyu.

H.A.: Mustafa Denizli doğru bir karar mıydı?

H.U.: Mustafa Denizli çok doğru bir karardı ama Denizli artık Denizli olmadığı için. Kendisini de Galatasaray'ı da perişan ederek kaçtı gitti. Denizli'nin bu kadar değişeceğini kimse tahmin edemezdi. En yakın arkadaşıyım, ben görmedim bu değişikliği... 40 yıllık arkadaşıyım. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. Ben görmediysem kim görür.

ARTIK STADYUMDA MAÇ İZLEMİYORUM ÇÜNKÜ...

H.A.: Stadlara gitmiyorsunuz. Uzun yıllardır maç izlemeye gitmiyorsunuz.

H.U.: Ben 2000 yılında Galatasaray, Monte Carlo'da Real Madrid'i yenip Avrupa Süper Kupası'nı aldığından beri bundan sonra bir tek maça giderim Galatasaray, Şampiyonlar Ligi Final Maçı oynarsa... dedim. Televizyondan seyrediyorum artık maçları. O seyirciler de bitti çünkü. Yani çok çirkin, birbirinden nefret eden, birbirine öfke duyan, sadece rakibinden değil... Kendi aralarında bile bölünmüşler seyirciler. O stresi yaşamaktansa, evde oturup, arkadaşlarımızla gırgır yaparak, keyfimizle, harika bir sportif seyirci grubumuz var. Benim evim stadyum.

H.A.: Siz mükemmel bir futbol programı yapıyordunuz, NTV'de. Şimdi A Haber var mesela. Orada bir spor programı yapmayı düşünür müsünüz? Sizi yine ekranda görür müyüz?

H.U.: Yapıyoruz zaten 2 senedir her hafta.

SPOR MEDYASI YOK! TÜRKİYE'DE FUTBOL MEDYASI VAR

H.A.: Spor medyasından söz edelim biraz da... Kim iyi kim kötü? Programlar eski tadı veriyor mu?

H.U.: Spor medyası yok! Sadece futbol medyası var. Futbol medyası da, Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş medyası diye var. Bu ülkedeki geri kalan futbol takımları o medya için konu değil.

H.A.: Siz hangi kanallardaki spor programlarını izliyorsunuz peki?

H.U.: Ben sadece canlı yayınları izliyorum. Kendi programım dahil hiç bir programı izlemiyorum. Bir de önümde haber kanalları açık. Ama alt yazılarını takip ediyorum. Ne oluyor diye. Televizyon ile başka ilişkim yok.

H.A.: Tamamen kestiniz yani televizyon ile ilişkiyi... Zevk almıyorsunuz?

H.U.: Zevk alınacak bir televizyon var mı? Bana diyin ki Hıncal Bey şu programı seyretseniz iyi olur. Üç saat süren diziler... İnsanın tahammül sınırlarını zorlayan reklam arası diziler. Ben o kadar boş zamanı olan bir adam değilim. 4 saat bir dizi için televizyon başında oturacak biri değilim.

H.A.: Şansal Büyüka, Tümer Metin, Ersun Yanal belki Rıdvan Dilmen ve Güntekin Onay'ın... Bu tarz isimlerin programlarını takip etmez misiniz?

H.U.: Bütün spor programları taraflı. Hepsi taraflı. Hepsi Fenerbahçe'den taraf açıkça. Korkuyorlar, ödleri patlıyor. Çünkü Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım, başta Erman Toroğlu, arkasından NTV'de bizim 'Doksan dakika'... NTV bizi kovdu. 14 sene yaptığımız programı sona erdirdi. Biz bırakmadık, bizi kovdu NTV. Ben programın bittiğini gazetede okudum. Nezaketen programın bitti bile demediler. Hıncal Uluç'u, Erman Toroğlu'nu, kanalın spor müdürünü kovabilen biri olunca; hepsinin de ödü patlıyor. Aman bize bulaşmasınlar, iyi para kazanıyorlar çünkü... Aman bize dokunmayan yılan bin yaşasın. Aziz Yıldırım ne isterse öyle gazetecilik yapılıyor.

H.A.: Ve buna da karşı koyamıyorlar.

H.U.: Rus Devriminde Lenin'in sloganını düşünün. İşçilere ne diyordu? Kaybedecek neyiniz var zincirlerinizden başka. Kaybedecek şeyi olan insan korkar. Bugünkü gazetecilerin çok kaybedecek şeyi var. Hepsinin arabaları var, üst düzeydeler ise korumaları var. Şimdi yaşarken ekmek elden su gölden, niye Aziz Yıldırım'a bulaşıp da işsiz kalacaksın. Salla başını al maaşını...

TÜRKİYE'DE YENİ GAZETECİ YOK! HEPSİ ÜÇ MAYMUN

H.A.: Eski ile yeniye bakınca neler söylersiniz? Yeni gazeteciler de sıkıntı yaşıyorlar...

H.U.: Türkiye'de yeni gazeteci yok! Bakın bunu hep söylüyorum. Kimsenin de gıkı çıkmıyor. Geçenlerde Hürriyet, Sabah -benim kendi gazetem-, Milliyet, Vatan, Habertürk'ün spor müdürlerinin isimlerini yazarak, bakın adınızla yazıyorum, hepiniz de benim arkadaşımsınız, şu şu konuları niye yazamıyorsunuz diye soru sordum. Bir tanesi ne gazetesinde cevap verebildi, ne de bana telefon edebildi. “Off-the-record Hıncal Abi durum şu...” diyebildi. Hepsi üç maymun: Görmem, bilmem, söylemem... Kamuoyunu bunlar oluşturuyor. Hürriyet, Sabah, Habertürk, Vatan, Milliyet... Daha çok satan gazete var mı Türkiye'de?

H.A.: Yıldız gazeteciler neden çıkmıyor artık? Eskiler mi izin vermiyor buna?

H.U.: Söyledim. Yıldız olmak için düşündüğünü aynen yazabilmek gerekiyor. Yanlış yazmak önemli değil. Ben 60 senedir yazıyorum. Her yazdığım doğru değil, yazdıklarımın yüzde 50'si doğru değil. Okuyup da kıpkırmızı olduğum yazılarım var, ben bunu nasıl yazmışım diye. Olmaz olur mu? Ben Allah mıyım, her dediğim doğru olsun, her kararım doğru olsun? Yazıyorsun önce, sonra bir gün bir şeyi anlıyorsun öyle değilmiş. Ama bu yanlışların hepsi, kendi yanlışlarım. Benim yanlışım, başkasına alet olarak yaptığım yanlışlar değil. Hıncal şöyle yaz, Hıncal şunu yaz denildiği için yaptığım yanlışlar değil. Bizim A Spor'daki program niye tutuluyor, çünkü Kemal Belgin de Güven Taner de ben de... Kimse umurumuzda değil... Kovarlarsa kovarlar. Ben A Spor'a gidip yalvarmadım, program yapayım diye. Bilakis, A Spor geldi, tam kadro oturdu karşıma, 10 defa yalvar yakar program yaptırdılar bana. 'Ben istemiyordum, rahatım yerinde beni uğraştırmayın' dedim. Hayır sen bize lazımsın dediler. Şimdi de umurumda mı benim. Hadi maçaları sıkıyorsa desinler bana programda şunu söyleme diye. Ya da şunu de desinler bakayım. Teşebbüs etsinler ne oluyor? Darmadağın ederim orayı. Ama ben çoluğum yok, çocuğum yok. Kimsem yok. Tek başımayım. Evde ekmek parası, süt parası, mama parası bekleyenler yok. Arkamda bırakacağım kimse de yok. Ben ölürsem, bu da çocuklarıma kalsın dediğim biri de yok hayatımda. Benim herhangi bir şeyden korkmam için hiç sebep yok. Korkanlara da kızmıyorum. Bu devirde böyle. İnsanlar korkacak.

PROGRAMIMIN BİTTİĞİNİ GAZETEDEN OKUDUM

H.A.: Madem korkuyorsunuz, gazeteci olmayın o zaman demiyor musunuz. Gazetecilik dışında başka meslek de bulabilirler kendilerine.

H.U.: Adam bulmuş parayı kazanıyor. Alan razı veren razı. Neden bıraksın.

H.A.: Siz NTV'deki programın bittiğini gazeteden okudum dediniz. Gördünüz, okudunuz... İlk ne yaptınız?

H.U.: Hiç. O hafta çekime gitmedim. Yazdım bunu aynen böyle. “14 sene hizmet verdiğim bir televizyon, benim işime son verdiğini bana söylemeliydi. Ben bunu gazetede okumamalıydım” diye yazdım. Onun üzerine beni yemeğe davet ettiler. Benim yazımın üzerine... NTV'nin en üst isimleri de oradaydı. Çok da güzel bir Ferrari Tükenmez Kalem Takımı hediye ettiler. Hatıra olarak. Şunu baştan böyle yapsaydınız ya dedim. Niye bana gazetelerden okutuyorsunuz dedim. Koşulları biliyorsun devam edemeyiz dediler. Çünkü o programın devam etmesi için iki şey lazım. Ya bana diyecekler ki, Hıncal şu konulara girme... Diyemeyeceklerini biliyorlar. Ya da rahatsız olan fincancı katırlarına bu program özgür bir programdır diyecekler... İkisini de yapamayacaklarını bildikleri için, programı bitirmeye karar verdiler. Ee gel söyle bunu. Ayıp. Nezaket. Programı bitirmeye karar verdiysen ben bunu bir yerden öğreneceğim. Bunu saklamanın alemi yok.

TELEVİZYONLARDA SADECE ALT YAZILARI OKUYORUM
ÇÜNKÜ ÜSTLERİ BOMBOŞ

H.A.: Televizyon açık ama alttaki yazılara bakıyorum dediniz. 

H.U.: Çünkü üstleri boş.

H.A.: Zaman zaman alt yazılardaki hataları da buluyorsunuz. Bunu da yazıyordunuz. Bunu yapmak herkesin harcı değil.

H.U.: Kimse bakmıyor da ondan.

H.A.: Alt yazı takip edilir aslında. KJ'ler çok önemlidir.

H.U.: Etmiyorlar. Etseler, bu televizyonu ararlar. Bizi eşek yerine koyuyorsunuz, ayıp değil mi derler. Hayır. Kimsenin aldırdığı yok. Milletin haberler ile filan da alakası yok. Herkes garip bir şeye girmiş. Herkes kaderine razı.

BENİM YAPTIĞIM MODERN KÖŞE YAZARLIĞI
BUNU TÜRKİYE'DE İLK BAŞLATAN DA UĞUR MUMCU

H.A.: Siz peki zamanınınız nasıl değerlendiriyorsunuz? Hafta içi bir gününüzü anlatır mısınız?

H.U.: Sabah 8 buçuk'ta kalkıyorum, kahvaltımı yapıyorum. 9 buçukta evden çıkıyorum. 10'da buradayım. Yarım'a kadar yazımı yazıyor bitiriyorum. 1'den sonra eve gidiyor, yemeğimi yiyorum. Saat 2'den 4'e kadar okuma saatim. Bütün gazeteleri 20-25 gazeteyi okuyorum. Neler yazmışlar bakıyorum. 4'ten itibaren de ertesi gün yazacaklarımı toplamak üzere dışarı çıkıyorum. Beni öbür gazetecilerden köşe yazarlarından ayıran, şey bu ben yazımı masa başında yazmam. Masa başında dikte ederim. Yazı hergün saat 4'ten itibaren yaşayarak kafamda oluşuyor. Bir şey görüyorum, bir şey izliyorum, bir yere gidiyorum. Konserdi, tiyatroydu, sinemaydı, yeni açılan bir mekandı, sergiydi. Konuşmaları ile bana yazı konusu yaratacak, önemli insanlardı... 4'den gece saat 10-11'e kadar... Dikkat ederseniz bende oturup düşünerek yazılmış yazı çok azdır. Bu modern köşe yazarlığı. Bunu ilk keşfeden Uğur Mumcu kardeşimizdi. O zaman Cumhuriyet'te spor yazıları yazardım. Genel Yayın Müdürü de Hasan Cemal'di. Hasan Cemal'e telefon ederdim, “sen manyak mısın Uğur'un yazısı manşet olur niye çift sütun üçüncü sayfadan veriyorsun” diye... Çünkü adamın yazısında haber var. Sonradan öğrendik ki modern köşe yazarlığı bu. Önümde televizyon var. Biraz sonra Filipinlerde bir olay olsun, burada canlı yayında göreceğiz. Evvelden Filipinlerde olanları biz üç gün sonra duyardık. Mecburduk ki bir dış politika yazarından Filipinlerde ne oluyor diye yazsın ve yorumlasın. Şimdi Amerika'daki zirveyi bütün televizyonlar canlı yayınlamışken, benim adıma kimsenin onu yorumlamasına ihtiyacım yok. Ben kendim olayı biliyorum, kendi yorumumu kendim yaparım. O zaman ben nasıl okunurum? Okura yeni bir şey söylersem... Zaten bildiğini yorumlayarak değil. Çünkü sen de ben de biliyorsak, senin benim yorumuma ihtiyacın yok. Kendi yorumunu yaparsın. Benim yorumuma sadece bakalım Hıncal ne diyor, Güneri ne diyor diye merak edip bakarsın. Bu konuda neler düşünüyor Türkiye'nin kamuoyu oluşturanları diye bakarsın.

YAZILARIM OKUNUYOR ÇÜNKÜ KENDİ ANLATTIĞIM ÜZERİNE YORUM YAPIYORUM

H.A.: Bizim için gerçekten önemli ama... Saydığınız isimler ne diyor diye değil, okuduktan sonra sizlerin yorumları kulaktan kulağa da gidiyor.

H.U.: Ama neden okunuyor evvela? Okuduğunuz her şeyde bilmediğin bir şey anlatıyorum. Kendi anlattığım üzerine yorum yapıyorum. Anlatıp bıraksam muhabir olurum zaten. Bir tiyatro oyunu seyrettim diyorum, oyunu anlatıyorum, sonra da beğenip beğenmediğimi söylüyorum. Bu sizin için önemli değil. Benim beğenip beğenmemem şöyle önemli olabilir, benim beğendim dediğim oyuna gittiniz beğendiniz, bir daha beğendim dediğim oyuna gittiniz, yine beğendiniz... Haaa bu Hıncal ile benim zevklerim aynı, bunun beğendiklerine ben de gideyim dersiniz. Ya da iki gidersiniz, ikisini de beğenmezsiniz, bunla benim zevkim aynı değil dersiniz, benim beğendim dediğim oyunlara bir daha gitmezsiniz. Ama oyunu, filmi, sergiyi, restoranı anlatan kısmı okursunuz mutlaka.

H.A.: Diğer gazeteleri okuduğunuzu söylüyorsunuz. Kimleri takip ediyorsunuz? Kimler mutlaka okunmalı size göre...

H.U.: Öyle biri yok. Hepsini okuyorum yazarların ama okuma sebebim... Şöyle bir başlığa bakıyorum, konu ilgimi çekiyor. Bazılarının o başlıkta neler yazdığını zaten biliyorum. Okumama gerek olmuyor. Bazılarının espirisi, mizahı, yazım dili, üslubu hoşuma gidiyor...

İSİM VERMEYECEK KADAR AKILLI BİR ADAMIM

H.A.: Kimin mesela?

H.U.: Bu isimleri vermeyecek kadar akıllı bir adamım.

H.A.: Sabah gazetesini nasıl buluyorsunuz?

H.U.: Sabah, kendi yazdığım gazete olduğu için bütün diğer gazetelerden ayrıdır. Benim inancıma göre bir gazeteci çalıştığı gazeteyi ilanlarına kadar okumalı. Bu inancımı 60 yıldır değiştirmedim. Nefret ettiğim yazarlar dahil hepsine bakarım.

SABAH'A HAVUZ MEDYASI DİYENLER GELSİN BİR DE BANA DESİN

H.A.: Katılır mısınız bilmem... Havuz medyası... Tetikçiler... Böyle tanımlamaları duyuyoruz. Havuz Medyası olarak da Sabah gazetesi anılıyor. Nedir havuz medyası? Neden böyle adlandırılıyor?

H.U.: Adlandıranlara soracaksın onu. Havuz medyası diye adlandıranlar kendilerine baksınlar, aynaya baksınlar. Bir de gelsin bana söylesinler o lafı bakayım.

H.A.: İzlediğiniz, takip ettiğiniz bir televizyon kanalı var mı peki?

H.U.: Hiç yok. Sadece Digiturk'te Jimmy Fallon Show'u kaydediyorum. Onun haber değeri var çünkü. Onların Showları, bizim Beyazıt'ın Showları gibi sabaha kadar 4 saat sürmüyor. En fazla 40 dakika. Üstelik o 40 dakika içinde 3 tane konuk var. Düşün ki adam Los Angeles'tan New York'a 6 saat uçup geliyor, ünlü bir adam, diyelim Tom Hanks. Jimmy Fallon Show'daki süresi 10 dakika. O 10 dakika için 6 saat geliyor, 6 saat geri gidiyor. Türkiye'de herhangi bir talk show'a gelen sabaha kadar orada. Bir, sıkılmıyorsun o on dakikada. İki, o konuşmadan bir şeyler öğreniyorsun. Neden çünkü adam her soruyu soruyor. Bizim gibi onu sorma, bunu konuşmayalım yok. Dangadanak, en hassas soruyu da soruyor.

SİYASETTEN NEFRET EDİYORUM! BABAMI SİYASET ÖLDÜRDÜ

H.A.: Siyaset programları peki.

H.U.: Siyasal Bilgiler Mezunu olmama rağmen, siyasetten nefret ediyorum. Babam milletvekiliydi üstelik, siyasetçiydi. MHP'yi kuranlardandı. Babamın sayesinde eve gelip gidenlerden siyasetin iç yüzünü gördüm. Babam 56 yaşında öldü. Bana sorarsanız politikacı olduğu için öldü. Tahammül edemedi politikacıların dönekliklerine. Politikaya girmese belki hala ayaktaydı.

H.A.: Türkiye'de en çok ne yapmaktan hoşlanıyorsunuz?

H.U.: Hoşuma giden çok şey var. Özellikle İstanbul'da. 2010 yılında biliyorsunuz İstanbul, Essen ile beraber Avrupa Kültür Başkenti oldu. O günden bugüne İstanbul gerçekten dünya kültür merkezlerinden biri haline geldi. Haftanın 7 günü yetmiyor artık. A Spor'un bana yalvar yakar yaptırdıkları spor programı yüzünden haftanın üç günü evde maç seyrediyorum. Böylece 4'e iniyor günlerim. O 4 gün de İstanbul'un kültür sanat olaylarını izlemeye yetmiyor. Bazen öyle oluyor ki, bir yere giderken, aklımın kaldığı iki yer daha var. Aynı gecede dünya çapında üç kültür olayı yaşıyor İstanbul. Ama benim medyam bu işlerin hiç farkında olmadığı için, İstanbul'un bir Paris, Viyana, Frankfurt, Londra düzeyine geldiğini kültür bakımından farkında bile değil. Gelen gidenlerden farkında bile değil.

H.A.: Acun'u takip ediyor musunuz?

H.U.: Acun çok iyi arkadaşım, çok da severim, ama programlarını takip etmiyorum. Zamanında Acun Firarda'yı neşe içinde seyrederdim, eğlenirdim çünkü. Dünyayı dolaşır, oradaki insanlar ile gırgır programlar yapardı. Gülerdim hem hem de bir şeyler görür öğrenirdim. Ama şimdi para kazanıyor. Kazansın...

NAZLI HANIM İLE HEP FARKLI ŞEYLER DÜŞÜNDÜK AMA...

H.A.: İsim söylemiyorsunuz ama Nazlı Ilıcak Sabah gazetesinde yazdı. Sonra bir anda saflar değişti. Ne diyeceksiniz bununla ilgili, bir şeyler söyler misiniz?

H.U.: Nazlı Hanımla ben baştan beri çok karşı gazetelerde çalıştım. Ben Cumhuriyet'teydim o Tercüman'daydı. Düşün o zamanlar, Ankara'da bazı semtlerde cebinde Cumhuriyet olanlar dayak yerdi, bazı semtlerde Tercüman olanlar. Türkiye'nin başkentinde bile böyle bölünmüşlükler vardı. Polisi bile bölünmüştü. Solcu polisler POL-DER, sağcı polisler POL-BİR diye. Solcu olarak POL-BİR'ci polislere, sağcı olarak POL-DER'ci polislere düşersen hapı yerdin. Şimdi herkes 12 Eylül'e sövüp duruyor ama 12 Eylül durup duruken gelmedi. Kimse 11 Eylül'ü yaşamamış gibi yapıyor. 11 Eylül'de biz sokağa çıkmaktan korkuyorduk. Ben iyice korkuyordum çünkü karım Amerikalıydı. Ama Nazlı Hanım, insan olarak sevdiğim, saydığım, görünce merhabalaştığım, o zaman da öyleydi, bu zaman da öyle. Bizdeyken de öyleydi. Ben insanları fikirleri ile yargılamadım hiç bir zaman, mesafemi fikirleri ile koymadım. Herkesin fikri kendine...

BEN O HABERİ BASMAZDIM AMA O GAZETECİLERİ DE TUTUKLAMAZDIM

H.A.: Fikir özgürlüğüne inanıyorsunuz. Ama tutuklanan gazeteciler var. Gazeteciler sizce özgür mü Türkiye'de. Özgürce fikirlerini yazabiliyor mu?

H.U.: Tutuklanan gazeteciler, tutuklandıkları gün yazdım ben bunu. Can Dündar ve Erdem Gül için “sizin yerinizde olsam ben o haberi gazeteme koymazdım, ama savcının yerinde olsam tutuklanmanızı istemem, hakimin yerinde olsam tutuklama kararı almazdım” diye. Tutuklayarak insanları peşinen cezalandırmış oluyoruz. Bunların sonuçlarını da Ergenekon ve Balyoz davalarında gördük. Senelerce içeride yattılar, intihar edenler, hapislerde ölenler oldu. Sonra hepsi beraat etti. Hapislerde kaybedilen günleri geri verebilecek miyiz? Tutuklamanın Türk Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası'nda sebepleri var: Kaçma ihtimali varsa, delilleri karartma ihtimali varsa, dışarıda baskı yapma ihtimali varsa... Delil mevcut gazete. Mevcut gazeteyi nasıl karartabilirsin. Kaçmayacakları belli. Kime baskı yapacak iki muhalif gazeteci? Yani tutuklanmaları için hiç bir gerekçe yoktu. Başbakan da benim gibi aynı şeyi söyledi. Tutuklanmalarına karşıyım dedi. Geçen gün bir daha dedi. Öğretim üyeleri için de tutuklamalarına karşıyım dedi. Tutuklanma gerçekten ön ceza gibi.

H.A.: Elçilerin o duruşmada olmasını nasıl karşılıyorsunuz?

H.U.: Elçilerin o duruşmaya samimi olarak katıldıklarına inanmıyorum. İşleri bu, Türkiye'nin işlerine burnunu sokmak. Bizim elçilerimiz dışarıda ne kadar masumsa, onlar da burasa o kadar masum. Ben diplomat yetiştiren okulda okudum. Türkiye'de görev yaparken tek amaçları ülkede olan biteni ülkelerine bildirmek değil. Ülkeleri adına, bulundukları ülkenin kamuoyuna ve yöneticilerine de mesajlar vermek.

CAN DÜNDAR BENİM NE DEDİĞİMİ ÇOK İYİ ANLAMIŞTIR

H.A.: Kendi gazetemde o haberi yayımlamazdım dediniz. O haber daha önce de aylar önce Aydınlık gazetesinde yayımlanmış. Can Dündar da bunu mahkemedeki ifadesinde söyledi. Burada bir tutarsızlık yok mu sizce? Bu haberi tekrar yapmak doğru muydu?

H.U.: Can benim ne demek istediğimi gayet iyi anlamıştır. Can ile biz aynı okulda yetiştik. İkimizin de hocası Mehmet Ali Kışlalı'dır. Yankı okulundan mezunuz ikimiz de. Ertuğrul Özkök'ün de, Mehmet Y. Yılmaz'ın da hocasıdır. Mehmet Ali Ağabey'in yetiştirdiği tüm gazeteciler önemli yerlere geldi Türkiye'de.

CAN'I TAHLİYE OLDUKTAN SONRA ARADIM AMA DÖNMEDİ

H.A.: Siz Can Dündar'ı arayıp konuştunuz mu peki? Tahliye olduktan sonra söyleyecekleriniz var mıydı?

H.U.: Hayır. Çıktıktan sonra aradım ama dönmedi. Kızdı her halde “ben olsam o haberi yayınlamazdım” yazdığım için. Kırk yıllık arkadaşım. Halbuki o Cumhuriyet'e genel yayın yönetmeni olduğunda ben elimde çikolata ile onu kutlamaya gitmiştim. O çıktığı zaman da geçmiş olsun demek için aradım ama dönmedi. Ben büyüğüm, ağabeyiyim. Ona düşer aramak. Ben bir kere aradım.

H.A.: Cumhurbaşkanı Erdoğan, Can Dündar'ın serbest bırakılması ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararı için “saygı duymuyorum ve uymuyorum” dedi. Bu açıklamayı Hıncal Uluç nasıl değerlendirir?

H.U.: Böyle bir açıklamayı Hıncal Uluç'un nasıl değerlendireceği bu röportajın sınırlarını aşar.

HİÇ BİR ZAMAN B PLANIM OLMADI

H.A.: Sabah gazetesinden ayrılmayı hiç düşündünüz mü? Bir B Planınız var mı?

H.U.: Niye düşüneyim, gayet mutluyum. Ben hayatımda hiç B Planı yapmadım. 1957'de başladım gazeteciliğe, bugüne kadar hiç bir gazeteden kendim ayrılmadım. Ya gazeteler battı ya da beni kovdular.

H.A.: Neden kovuldunuz?

H.U.: Onu kovanlara soracaksın. Gidin Asil Nadir'e sorun bakalım Hıncal Uluç'u Gelişim Yayınları'ndan neden kovdunuz diye. Hayatta bir tane A Planım var, gazetecilik. 1957 yılından bu yana da hiç bir gazete ile sözleşme yapmadım. El sıkışarak anlaştık. Bu herifi kovmak için uğraşmayalım, mahkemelerde sürünmeyelim demesinler diye. Ben de allahaısmarladık gidiyorum dersem, onlar da bana nereye gidiyorsun dur bakalım demesinler diye. Bazen önüme bir sözleşme getirirler, Basın İlan Kurumu öyle sözleşme ister. Ama bu formel bir sözleşme lütfen imzalayın derler. İki üç sözleşmeye imza attığımı hatırlıyorum.

H.A.: Sabah'ı bırakmıyorsunuz mutlusunuz ama...

H.U.: Bana kocaman bir sayfa veriyorlar, her istediğimi yazıyorum. Neden bırakayım.

GAZETEME GEL DİYE SERVET ÖNEREN PATRONA DEDİM Kİ...

H.A.: Peki bir gazete Hıncal Bey artık bizde yaz dese...

H.U.: Dediler zaten. Ne servetler önerdiler hem de. Gelmeyen gazete yok. Bana servet öneren bir patrona aynen şunu söyledim: “Bana bir servet öneriyorsunuz, ama ben çalıştığım yerde mutluyum diyorum. Ama herşeye rağmen tamam teklifinizi kabul ettim diyelim. Akşam yastığa kafanızı koyduğunuzda rahat uyuyabilecek misiniz? Ulan bu adam para için bu kadar yıllık gazetesini bıraktı. Yarın başkası daha fazla para önerdiğinde beni de satarsa demez misiniz?” Gülmeye başladı. “Dostluk yemeği yemeye devam edelim sizinle, ben çalıştığım yerden memnun olmadığım, işsiz kaldığım zaman size söz ben geleceğim” dedim. 

H.A.: Mutfak dedikodusu mu bilmiyorum ama deniyor ki Serhat Albayrak, gazetede yazılan her şeye karışıyor. Böyle bir durum var mı Sabah'ta?

H.U.: Bilmiyorum. Bana hiç kimse bugüne kadar hiç bir şey söylemedi.

H.A.: Nasıl bir yönetici peki?

H.U.: Göremiyoruz ki? Yarın öğlen yemekte buluşmak üzere sözleştik kendisiyle. Benim sevdiğim biri. Benimle arası iyi. Ama gazeteyi nasıl yönettiğini bilmem. Sabah gazetesi İkitelli'deki o mükemmel, olağanüstü yerinden Nişantaşı'na taşındığında Sabahçılık bitti. Herkes kendi başına yaşamaya başladı. O binada ortak buluşma noktalarımız vardı. Spor salonumuz vardı. Barımız vardı. Öğlen ve akşam yemeklerinin yendiği restoranlar vardı. İster istemez, birileri ile oturuyor, görüşüyor, konuşuyordun. Şimdi saat 9 buçukta geliyoruz buraya. Biniyorum asansöre 10. kat düğmesine basıyorum. 10 kat çıkarken kimi görürsem, o ... Geliyorum, kapıyı kapıyorum, o kapının ben yazı yazdığım sürece açılması yasak. Çıkıyorum sıfıra basıyorum. İnerken 10 kat kimi görüyorsam o. Asansör dışında konuştuğum tek kişi sekreterim Yasemin. Onunda yönetimden herhangi bir şikayeti yok. Benim de yok. Olan vardır belki.

GAZETENİN KİMLİK KARTINI BİLE TAKMIYOR İNSANLAR

H.A.: Gazetecilerin sürekli insanlar ile temas halinde olması gerekmiyor mu?

H.U.: O gazetecilik bitti. Ben Gelişim Yayınları'ndayken bir takımdık. Cumhuriyet'teyken bir takımdık. Sabah'a geldiğimde bir takımdık. Şimdi öyle bir takım yok. İnsanlar birbirlerine selam vermiyor. Şu personel kartlarımızı takmıyorlar. Damgalı eşeğe dönüyorlarmış. Asansörde yanımdaki kim bilmiyorum. Terörist mi, vatandaş mı, bizim gazetenin elemanı mı bilmiyorum. Bunu sadece kapıdan girerken kullanıyorlar. Ben bu gazetenin en eski en tanınan elemanıyım. Bu kart olmadan beni kimse görmez.

H.A.: Fehmi Koru'dan bahsedelim biraz da.

H.U.: Fehmi Koru'yu hiç okumadım.

H.A.: Kitabı çıktı?

H.U.: Kitabını da okumadım.