Hepsi gerçek okurken tüyleriniz ürperecek! Önce ışık yok oldu ardından...
Habertürk yazarı Muharrem Sarıkaya, Gölcük, Yalova, Bingöl depremlerinde göçük altında kalıp kurtarılanların anlattıklarını taşıdı köşesinde... Bu yazı sizi de derinden etkileyecek.
Muharrem Sarıkaya'nın bugünkü yazısı her günkünden biraz farklı... Çünkü Sarıkaya göçük altına kalan ve uzun uğraşlar sonucu kurtarılanların anlattıklarını taşıdı köşesine...
Göçük altında kalan bir kişi şöyle anlatmış dehşeti:
Büyük bir uğultu izledi onu, sanki ışığı önce gelmiş
ardından sesi duyulmuştu.
O denli ürkütücüydü ki… Odayı bir bütün halinde önce yukarı
kaldırdı; sonra yine kütle halinde aşağı düşürmeye başladı.Sağ
tarafımda tam da ciğerimin oraya büyük bir şey batıyordu…
Anladım ki kaç gece üzerine kuş gibi tüneyip kitap okuduğum
koltuğun ahşap kulpu saplanmış sağ böğrüme…Nefes almaya çalışınca
kaburgam batıyor.
Ağrısı o derece ki soluğumu vazgeçiriyor. Aydınlığın son anlarında,
kolon düşerken kapattığım gözlerimi ise açmaya
korkuyorum…
GÖÇÜK ALTINDA
Ne çok yayın izlemiş ne çok makale görmüştüm oysa…
Demek ki anlamamış, dinlememişim…
Okulda masanın altına girmemiz öğütlenmiş, tatbikatı bile
yaptırılmıştı…
Şimdi anlıyorum ki okul döneminde de daha fazlasını göstermediler;
anlatılanları da ben dinlememişim.
Karanlığın içine düşünce fark ettim tüm bunları…
Kendime bir gerekçe yaratıp, “Benim dinleyeceğim gibi
anlatmamışlar; yoksa kalmaz mı bir yerlerde” diye hayıflandım bir
ara…
Oysa canına yakınlaştıkça ölüm, her şeyi hatırlarmış insanoğlu…
Bundan daha fazla ne zaman yaklaşacak ki, çaresizliğimin tam
ortasında can havlim...
YILDIZIN IŞIĞIYLA YÜKSELEN UĞULTU
Nereden geldim buraya…
Yaz tatilindeyim; ensesini karartıyorum oblomovluğumun…
Odamda kütüphane ile yatağın arasında yere uzanmış, gecenin keyfini
çıkarıyordum…
Bedenime yüklenen sıcağı, gecenin serinleyen betonuna boşaltmakla
meşgulüm…
Bir anda gökyüzüne takıldı gözlerim; tepende duran pencereden
görünen yıldızlar sanki birer flaş olmuş gecenin fotoğrafını
çekiyor.
Belki de ben öyle sandım.
Büyük bir uğultu izledi onu, sanki ışığı önce gelmiş ardından sesi
duyulmuştu.
O denli ürkütücüydü ki…
Odayı bir bütün halinde önce yukarı kaldırdı; sonra yine kütle
halinde aşağı düşürmeye başladı.
Kocaman oda yük asansörünün kabinine dönüşmüş hızla aşağı doğru
iniyordu.
Sanırım iki kat kadar düştü; sanki bir yere takılmış gibi
bekledi…
Bir başka uğultuyla bir kat yükselip, bu kez son sürat düşüşünü
devam ettirdi.
Ne kadar indim hesap edemedim.
Yanımdaki duvar akordeon gibi kıvrılırken, tavan da üzerime doğru
geldi; yatak başında bir kenarı takılı kaldı.
Karşıdaki kolon çocuk ürpertisi gibi zıpladı, yerinden kopup
bacağımın bulunduğu yöne devrildi.
ÖNCE IŞIK YOK OLDU
Sanki 360 derece sinema izliyordum.
Yatağın bazası yakaladı yarı yolda düşen kolonu.
Sonra da ışık yok oldu.
Sağ tarafımda tam da ciğerimin oraya büyük bir şey batıyordu…
Anladım ki kaç gece üzerine kuş gibi tüneyip kitap okuduğum
koltuğun ahşap kulpu saplanmış sağ böğrüme…
Nefes almaya çalışınca kaburgam batıyor.
Ağrısı o derece ki soluğumu vazgeçiriyor.
Aydınlığın son anlarında, kolon düşerken kapattığım gözlerimi ise
açmaya korkuyorum…
Emin değilim, belki de ruhum terk etti bedenimi, korkuyorum açmaya
gözlerimi…
SİYAHTAN DAHA KARA
Bir cesaret kirpiklerimi
oynatıyorum.
Fark etmiyor, siyahtan çok daha kara ortama bakıyorum.
Biraz sonra gözlerim alışır diye avunmaya çalışıyorum ama ne
çare…
Üzerime ılık bir şey damlıyor; düştüğü yerden sıçrayan parçaları
dudak yanıma kadar ulaşıyor.
Dilimin ucunu uzatıyorum; tadı biraz tuzlu.
Bir başkasının kanı mı, yoksa kimyasal bir çözelti mi yanıma
dökülen?
Ya annem, babam, kardeşimin kanıysa…
Bir ürperti sarıyor içimi...
Elim serbest ama kıpırdatmıyorum…
Kolum yatağın arasına sıkışmış; çekersem üzerime bir şeyleri boca
edeceğim kaygısıyla uyuşmuş haliyle bırakıyorum.
Karıncalar yürüyor her bir yanımda; insan bedeninin bütün uyuşması
ne acı bir şeymiş…
Tek duyduğum sessizlik…
Sadece kalbimin çarpan sesini dinliyorum.
“Nefesini düzenle, sakin ol… Haydi, kalk, uyanık kal” diye
çırpınıyor.
Derin nefes almanın mutluluğunu yaşıyorum…
Doğduğum andan bu yana ciğerlerime çektiğim soluk, ne denli
kıymetliymiş meğer…
SESİM GELİYOR MU?
Yangın çıkıyor üzerimdeki odada; bir şeylerin yandığını kokusundan
ve dumanından anlıyorum.
Bir peri gibi sarıyor her yanımı, genzimi yakıyor…
Çok sürmüyor, dağılıp gidiyor.
Deliriyor muyum yoksa…
Her yer çok sessiz…
Annem, babam, kardeşim aklıma geliyor.
Onların yüzleriyle birlikte uyuyup kaldığımı anlıyorum; kaç saat
geçmiştir acaba bilemiyorum.
Birden uyanıyorum
Onların seslerini duyma arzusu ile bağırmaya başlıyorum; ne
dediğimi ben de bilmiyorum.
İlk hangisinden yardım istedim…
Kurtar beni anne mi dedim; baba mı?
Yoksa kardeşime mi el uzatıp beni çekip çıkarmasını istedim…
Şu an bile anımsamıyorum.
Dışarıdan yükselen sesler uyandırıyor…
İçerideki karanlığı, dışarıdan gelen yüksek sesin yankısı
dalgalandırıyor.
“Sesim geliyor mu?” diye bağırıyor birisi…
Yankı verir gibi ben de bağırıyorum biteviye…
Sesim geliyor mu? Buradayım… Odamdayım…”
IŞIKLA DÖKÜLÜYOR KUM TANELERİ
Bir hareket hissediyorum tepemde.
Işıkla birlikte, küçük kum taneleri de dökülüyor açtığı
delikten…
Bir köpek patisine benziyor; ne benzemesi ta da kendisi.
Köpekten ilk kez korkmuyorum, daha ilerisi ona çılgınlar gibi
sarılmak istiyorum.
Sanki niyetimi anlamış, kısa kısa aldığı soluk aralarında bakıp
gülümsüyor; mutluluğunu paylaşıyor benimle…
Işık vuruyor gözüme…
Annemin bedeninin bütününden yükselen çığlığı, babamın yeri göğü
inleten sevinci, kardeşimin bedeniyle zıplayan sesinin coşkusunu
akıtıyor bedenime…
“Buradayım… Buradayım…” diyorum kırmızı baretinin altındaki kara
gözlerinden, çakmak çakmak sevinç fışkıran itfaiye erine…
Buradayım, yaşıyorum…
Not: Bu yazı, Gölcük, Yalova, Bingöl depremlerinde göçük
altında kalıp kurtarılanların anlatılarından
derlenmiştir…