Hatalarım hatanı nakavt eder be Nuran Hoca!..

Emin Çölaşan’ın çok ağır ama ona hak da veren bir yazım üzerine bana telefon açıp “Bizi ağlattın, lütfen Ankara’ya gel, görüşelim” dediğini...

ADNAN BERK OKAN

Nuran Yıldız’ın gazeteciler.com’da başlığı altında yayımlanan yazısında adım geçiyordu…

Nuran Hoca, kendisine taktığım “Kassandra” unvanını hatırlatıyor, sevgi ve selâmlarını gönderiyordu…

O anda, oğlumun, kitaplarımdan birine yazdığı önsözü hatırladım…

Kitabın önsözünü bir daha okudum…

Oğlum, Nuran Hoca’nın hatasının benim hatalarımın yanında “Bir başarı dehası” olarak parıldıadığını anlatıyordu adeta…

Neyse…

Oğlum babasını (Bendenizi.) bakın nasıl anlatıyor…

 

*   *   *

 

Bu Önsöz’ü yazmayı üstlenirken, kafamda tek bir soru işareti vardı. Ben bu kitabın yazarına göre bir oğul muyum, yoksa bir meslektaş mı?

Başka bir deyişle, ben canım babamın hayat hikayesine mi Önsöz yazacaktım, yoksa içinde bulunduğum sektörün en büyük ibret hikayelerinden birine mi?

Hoş, her iki “klasmanda” da, çeyrek asrımız birbirimizi çok sevmek ve hiç durmadan çatışmakla geçmişti...

 Ama üzerimde öyle büyük ve kutsal bir emeği, uğrumda öyle şerefli bir mücadelesi vardı ki; bu satırları okuduktan sonra gelip “Canım oğlum!” diye sarılmasına sebep olabilecek şeyler yazmak, sadece “kolaycılık” ve “görevimi kötüye kullanmak” olurdu...

Oysa bütün görev bilincimi, sorumluluklarımı, ilkelerimi ve belki de en önemlisi; kendisinden aldığım bütün duygusal genetik mirasa, yine kendisinden öğrendiğim acımasız mantıkla direnme kabiliyetini ona borçluydum...

Öyleyse bu borcun karşılığı iltifat değil, eleştiri olmalıydı...

Bu satırları onun “bir dediğini iki etmediği oğlu” değil, “hiçbir sözünü dinlemediği en acımasız eleştirmeni” yazmalıydı...

Çünkü bu kitap, sevdiklerinin bir dediğini iki etmezken, onu eleştiren hemen herkesin kendisinden nefret ettiğini düşünen çılgın bir dahinin, sevgilerin ne kadar yalan ve fakat eleştirilerin ne kadar gerçek olduğunu fark edişinin destanıydı...

Diyeceksiniz ki “Madem sen bir oğul değilsin, söyle bakalım kimdir baban?”

Söyleyeyim;

Bu kitabın yazarı olan babam, tedavi edilmesi mümkün olmayan bir “hiperaktif”dir...

Babam, kalbinin götürdüğü her yerde mahsur kalan bir adamdır…

Babam, yaptığı bütün işleri “ideal”; işbirliği yaptığı herkesi de “kendisi gibi” sanan bir ütopyacıdır...

Babam, kendi ilkelerini ve hukukunu, bütün geleneklerin üzerinde tutan bir “egosantrik”tir...

Babam, amaçları ve inançları ile gerçekler ve sorumlulukları arasında bocalamaya mahkum edilmiş bir hayat yolcusudur...

Babam, Tanrı’nın “Ben bu adamı fazla zeki yarattım” kaygısıyla dengeyi sağlamak adına dikenli bir dil ve kan kusan bir kalemle donattığı “dengesiz bir dahi”dir...

Babam sevgi, doğruluk ve sadakatin en büyük hata ve günah sayıldığı çevrelerde, en “doğal” neticeler ve en “adil” cezalarla yüzleşmiş bir ibret-i alemdir...

Babam, Alfred Hitchcock, Quentin Tarantino ve Coen Kardeşler’in bir araya gelseler yönetemeyecekleri kadar başına buyruk ve dehşet dolu bir yanlışlıklar komedyasıdır…

Babam, açık ve net olarak görmekle ödüllendirildiği geleceğe kimseyi inandıramamakla lanetlenmiş bir “Erkek Kassandra”dır...

Ve fakat babam;    



Lânetli Prenses...


Kassandra Truva Kralı Priam
’ın, geleceği bilmek ama buna kimseyi inandıramamakla lanetlenmiş ya da cezalandırılmış dünyalar güzeli kızıdır…

Bir Tanrı’yı kendine âşık etmiştir…

Ya da…

Bir Tanrı’nın kendisine âşık olmasını engelleyememiştir:

Kassandra
'ya âşık olan ama kendini genç kıza sevdiremeyen Tanrı, Apollon'dur

Yani…

Tanrı da olsa, dünyalar yakışıklısı da olsa Apollon; Kassandra’dan aşkına karşılık bulamamıştır…

Bunun üzerine genç kıza hem “geleceği görme” yeteneği vermiş…

Ama…

Hem de gördüklerine kimseyi inandıramamakla lânetlemiştir…

Truva’nın, hediye bir tahta atın içinden çıkacak askerlerin kalenin kapılarını içeriden açarak işgal edileceğini çok önceden görmüş; bunu babası başta olmak üzere iki erkek kardeşine (Hector ve Paris) de anlatmış ama lanetli olduğu için inandırıcı olamamıştır…

Türkiye’nin bütün kirli, çürük ve adi gerçeklerinin çemberinden yozlaşmadan geçmeyi başarmış;

akıl sağlığını mucizevî biçimde korumakla kalmamış, onu kendisinden nefret edenler için bile vazgeçilmez kılmış;

ve hepsinden öte;

en zor zamanlarında bile “kurtulmak” veya “yaranmak” adına mücadelelerinden, ilkelerinden, fikirlerinden ve sevdiklerinden vazgeçmemiş yalnız bir savaşçıdır...

O, nafileliklerin yılmaz şövalyesidir...

Peki; babam iddia edildiği ve “itiraf ettiği” (!) gibi bir “yalaka” mıdır?

Bu satırların yazarı ne kadar “yalaka” ise, babası da o kadar “yalaka”dır.

Onun sorunu, kimi küçük adamların “doğru ata oynama” kabiliyetiyle servetine servet kattığı bir ortamda, büyük adamlık iddiasıyla “yanlış” atları ehlileştirmeye çalışmasıdır...

Onun sorunu, “ihanet”in çok kârlı bir yaşam tarzı olduğu çevrelerde, koca koca hiçler ve dramatik kayıplar pahasına “sadakat” çığırtkanlığı yapmasıdır...

Onun sorunu, bir TV editörünün “Eğer ülken için faydalı olacağına inandığın lideri, doğru eleştiriler ışığında desteklemek yalakalık ise; evet ben bir yalakayım” çok uzun cümlesinden ancak ve ancak “Evet ben bir yalakayım” itirafını (!) alıp yayınlayacağını düşünememesidir...

Onun sorunu, rüzgar nereye eserse oraya eğilen otlar yerine, en sert fırtınalara bile çatırdaya çatırdaya direnen koca yalnız ağaçlar gibi “dik durmak” istemesidir...

Ve bu ağacın en büyük sorunu da; “kurusun” diye üzerine asılan bütün ıslak çamaşırların “temiz” olduğunu sanmasıdır...

Liberal kapitalizmde sosyal adalet arayan, sağın gerçek bir “devrime” ihtiyacı olduğunu savunan, Türkiye’nin en ulusal menfaatlerini ulusalcılıktan en uzaklarda bulan, enflasyonun dizginlenebilmesi için para basılması gerektiğini söyleyen bir garip “muhafazakar”dır babam...

Ve işin en garip yanı da; bu fikirleri yüzünden onunla bir zamanlar dalga geçenler, “tezat dolu” buldukları bu öngörülerin birer birer gerçekleşmesi karşısında sadece “ortama uymakla” yetinmişlerdir...

 Ama uyum sağlayanlar köşelerinde kasım kasım kasılırken, o evinin aidatını bile zor öder hale gelmiştir...

Yıllar önce bir konuşmamızda ona “Sen sağın Uğur Mumcu’su olabilirdin ama gittin taraftar oldun!” demiştim...

 Gülmüştü…

“Sağın Uğur Mumcu’su olamaz. Uğur Mumcu’su olan bir taraf ise sağ olarak kalamaz!” diye cevap vermişti...

Ben bu cevabın anlamını, onunla birlikte yaşayarak gördüm...

Ama o, sağın içinde ve hatta en dibinde, soldan da sol kalmaktan asla vazgeçmeyecekti...

68 kuşağının “şarkıdan başka bir şey söylemeyen” delikanlısı, 98 senesinde “aslında kim olduğunu fark etmemek” için oğlunu “komünist pezevenk” ilan etmek pahasına taraftarlığında direnecekti...

Ve sonunda kitabının önsözünü yazmak için o “Komünist pezevenk”ten başka kimseyi bulamayacak olması, öyle doğal, öyle kaçınılmaz, öyle normal, öyle adildi ki...

Garip ama insanın bazen herkesten daha iyi anladıklarını asla anlatmaması gerekebiliyor...
Ve George Bernard Shaw’ın da dediği gibi “Dürüst adam” ile “Akıllı adam” arasındaki farkı, bu konudaki başarısı belirliyor...

Gelin görün ki, genlerim beni hiç de “akıllı” olmaya çağırmıyor...

Söylesenize bana; hayatımın ilk 20 yılında “sevmeden edemediğim yenilmez rakibim”in (bkz. Oedipus Kompleksi), geçtiğimiz 8 yılda nasıl gözlerimin önünde anlaşılması ve sevilmesi gittikçe zorlaşan bir kavgacıya dönüştüğünü anlatmanın “akıllıca” bir yolu var mı?

Koca bir aile olarak onu “gerçeğe” yani “kendine” döndürebilmek için verdiğimiz mücadeleyi nasıl gizleyebilirim?

Bütün uyarılarımızın “çok güvendiği dostları” (?!?!?!?!) tarafından nasıl aleyhimizde kullanıldığını ve nasıl giderek hepimizi birer “Emin Çölaşan” gibi görmeye başladığını da anlatayım mı?

Aynı Emin Çölaşan’ın çok ağır ama ona hak da veren bir yazım üzerine bana telefon açıp “Bizi ağlattın, lütfen Ankara’ya gel, görüşelim” dediğini anlatmak zorunda mıyım mesela?

Hayatımdaki en önemli ve değerli iş görüşmelerinden birinde karşılaştığım “Aslında biz sizi onun oğlu olduğunuz için hiç ciddiye almıyorduk” cümlesini nasıl hazmedebildiğimi şu lanet kelimelere sığdırmam mümkün mü?

Saçma sapan bir komşu tartışmasında “Herkes yazıyor zaten sizin ne mal olduğunuzu!” lafı üzerine cinayet işlememin son anda engellendiğini de söyleyeyim mi?

Herkes bizi “yalakalık zengini” sanırken hayatta kalabilmek için satmaya mecbur edildiklerimizi de sayıp dökeyim mi?

Bütün bunlar bir “savunma” olabilir mi?

Bunların “sebebini” savunmak mümkün olabilir mi?!

Peki ya onu sevmemek..?

Anlayacaksınız...

Koşullar sizi anlamamak zorunda bıraksa bile, anlamak hem kendinize, hem sektörünüze, hem de ülkenize karşı sorumluluğunuzdur!

Bir babanın görevi, oğluna yol göstermek ise şayet; babam bu görevini “Neler yapmamam gerektiğine dair en büyük canlı kanıt” olarak yerine getirmeyi tercih etmiştir.

Ama bütün bu yanlışlarında öyle gerçek, öyle dürüst, öyle haklı, öyle onurlu, öyle samimidir ki; herhangi bir babanın asla hak edemeyeceği ve ulaşamayacağı kadar yüksek mevkilere layıktır...

Canım babam...

Sen benim hayatımda gördüğüm en büyük “yanlış”sın;

Ama bu seni öyle “doğru” kılıyor ki...

Seni çok seviyorum!

Gelecekte, Türk medya ve siyaset tarihi yazılırken, kişi ve kurumlarla ilgili olarak, 1998-99 yıllarındaki korkunç aldanışların değil, buradaki samimi haykırışların göz önünde bulundurulması dileğiyle...

Oğlun A. Samuray

 

*   *   *

 

Ey güzel insanlar!..

Doğru söyleyenin çok sevildiği palavrasını atanlara inanmayın…

Dünyanın en az sevilen insanları, doğru söyleyen; kasabanın delileridir…

Nasrettin Hoca, “fincancı katırlarını ürkütmezseniz başınıza bir belâ gelmez” diyen öyküsünde bunun böyle olduğunu anlatmaktadır…

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” diyen atalarımızın amacı bunu söylemektir…

İyi hafta sonları efendim…

Size de teşekkürler Nuran Hocam... 

adnanberkokan@gmail.com