Hasan Pulur: Gözyaşı değil mürekkep kullanın!
Kendisine ‘dinozor’ diyen Hasan Pulur’la eski bayramları, politikayı ve kadın gazetecileri Milliyet Cadde konuştu.
Kendisine ‘dinozor’ diyen Hasan Pulur’la eski bayramları, politikayı ve kadın gazetecileri Milliyet Cadde konuştu.
Hayatını yazı işine, gazeteciliğe adamış bir insanın odasının
kitaplarla dolu olması elbette şaşırtıcı değil. Ancak dikkatimi
evraklardan ziyade eski fotoğraflar, antika bir daktilo ve
plaketler çekiyor. Hasan Pulur’un ne kadar esprili bir adam
olduğunu, 50’nci yıl plaketinin önünde duran oyuncak dinozoru
görünce keşfediyorum. Zaten bir süre sonra iyice samimi oluyoruz ve
kendisinden ‘dinozor’ diye bahsediyor. Bir ara “Bu plaketler
kararmış, onları güzelce parlatmak lazım” diyorum. “Biz karardık
artık, plaketler ne yapsın” diye cevap veriyor. Başucunda duran bir
başka fotoğrafta iki oğlu var Hasan Pulur ustanın. Cümleleriyle
gündeme yön veren, okuyucuya yol gösteren kocaman yüreğinin ortası
alev alev aslında. Can sıkıcı bir dertle boğuşan büyük oğlu için
dua ediyor.
Konuştukça seviyor, sevdikçe yanından ayrılmak istemiyor ve bir
zamanlar kadın gazetecilere attığı fırça için kırıldığım Hasan
Pulur’un müptelası oluyorum.
“Nerede o eski bayramlar?” diyor musunuz?
Hayır. Ben nostalji yapmıyorum eski bayramlarla ilgili. Ancak
Kurban Bayramı’yla alakalı şunu söyleyebilirim, evvelden sokaklarda
olur olmaz yerlerde kurban kesilmezdi. Artık belediyeler yer
gösteriyorlar ama bu yıl inşallah ortalık kan gölü olmaz.
Küçükken kurban kesilir miydi evinizde?
Bizim bahçemiz vardı, kayısı ağacının altında kesilirdi.
Nişantaşı’nda otururduk. Babam, babaannem çocukları oraya sokmazdı.
Ben hiç görmedim kesim yapılırken, şu anda bile bakamam zaten.
Çocukken meraklıydık tabii, bakmak isterdik ama bahçeye giremezdik.
Bir gün önceden kurban alınır eve getirilirdi, sabaha kadar da
melerdi. “Anladı kesileceğini” derlerdi ama ne alakası var? Hayvan
karanlık bir yere kapatılmış, tek başına korkmuş belli ki. Çok
hüzünlü olurdu.
Bayram yemeği adetiniz var mıydı?
Benim babam subaydı. İstanbul doğumluyum ben, aslen Erzurumluyuz.
Annem Trabzonlu. Evde muhakkak bir öğlen yemeğinde bir araya
gelinirdi. Etli yemekler yapılırdı. Kurban, konu komşuya
dağıtılırdı. Rahmetli babam o konuda çok hassastı ve “Sadece bir
but ayırın, kalanı dağıtın” derdi.
Şimdi bayramlar başka kutlanıyor!
Öyle. Ama normaldir. Herkes bir yerlere gitmek derdinde. Dindar
olanların gidecekleri yerde camii bulunur zaten. Kurbanı gittikleri
yerde kesebiliyorlar. İstanbul’da bayram yerleri artık varoşlarda
var.
Gazeteciliğe ne zaman başladınız?
1954 yılında. Lise son sınıftaydım.
Başka bir iş var mıydı yapmak istediğiniz?
Ben tıbbiyeye gitmek istedim, hep doktor olmak isterdim
çocukken.
Bence siz iyi bir cerrah olurdunuz?
Çocuk doktoru olmak isterdim. Lise sondaki olgunluk sınavında iyi
not alamadım.
Tıp dünyası için kayıp olmuş. Ama biz sizin gazeteci
olmanızdan dolayı çok mutluyuz, peki politikacı olmak ister
miydiniz?
Ben istemedim de beni çok istediler.
Sizi çok farklı çizgilerdeki partiler istemişti
hatırladığım kadarıyla?
Ben hiç istemedim ve şunu düşündüm “Ben her gün yazı yazıyorum,
politikacı olursam yazılarımı yayınlayacaklar mı?”
Aklınız hep yazı yazmakta! Dünyaları verseler elinin
tersiyle itiyor insan, değil mi?
Öyle, ben dünyaya yazı yazmak için geldim. Siyasetin içinde çok
yaşadım ama. Çok arkadaşım politikanın içinde harcandı.
Ne derler bilirsiniz, “Politika politikacılara
bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir.” Bugünkü siyasetçilerle
ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bugün Deniz Baykal’ın siyasetin içinde yer almasını çok olumlu
karşılıyorum. Politikacılara özgü bütün meziyetler onda da
vardır, üstelik yalanı yoktur. Dürüsttür.
Yakın mısınız?
Yakınız, siyasetten uzak kaldığında bile biz uzak kalmadık.
Türkiye’de Baykal’ın muhalefet partisinin başında olmasını
şanstır.
Sizin gibi tecrübeli yazarlar hep televizyonda.
Siz neden yoksunuz?
Ben sevmiyorum televizyonu. İnsanı çok yıpratıyor, hem de canlı
yayın çok riskli. Çok gaf yapabiliyor insan. Geçen gece Medyatör
programına Canım Ailem dizisinden üç hanım katılmıştı konuk olarak
ve gördüğüm kadarıyla çok da derli toplu insanlardı. Orada çeşitli
gafları gösteriyorlar. Ama bir görüntü vardı ki şaştım kaldım.
Safiye diye bir kadın var şarkıcı.
Safiye Soyman! Tanımanıza şaşırdım?
Yok canım, tanımam zaten, televizyondan görüyoruz. Safiye Hanım’ın
çantasını getirdiler, içinde ne var diye sohbet edildi. Sonra malum
şey çıktı. İç çamaşırı.
Peki televizyonda kimi beğenirsiniz?
Ruhat Mengi’nin programı güzel. Dersini çalışarak gelen Balçiçek
Pamir’i beğeniyorum. Ali Kırca’yı beğenirdim ama lafı çok uzatmaya
başladı. Televizyon çok değerli bir alet, boş yere harcamamak
lazım.
Bunca yılda küstüğünüz veya küstürdüğünüz kimseler oldu
mu?
Olmuştur muhakkak. Küstürdüm mü bilemem ama benim küstüğüm bir-iki
kişi var.
CADDE’yi beğeniyor musunuz?
Çok hareketli, beğeniyorum. Yönetime de söylemiştim, “Sokaktan
caddeye çıktık” diye.
Kolonya mı parfüm mü?
Anlıyorum senin ne demek istediğini! Rebul’un lavanta kolonyasını
kullanıyorum.
Şimdi bakımlı erkeklere ‘metroseksüel’ deniyor. Eskiden
traşsız sokağa çıkılmazmış!
Traşı bırak, takım elbisesiz, bastonsuz, şapkasız, kravatsız
çıkılmazdı. Hatta o zamanlar ayakkabının üzerine başka bir şey daha
giyilirdi, sen bilmezsin. Köstekli saatler vardı. Tek göze takılan
gözlükler vardı. Mendilsiz çıkmazdık, hatta iki mendil olurdu.
Gazeteler de farklıydı değil mi?
Nerede yediğimizi içtiğimizi yazmazdık, hatta kızardık yazan
olursa. “Reklam mı yapacağız?” derdik. Ben eğlence yerlerinin yazı
malzemesi olarak yazılmasına karşıyım, ancak haber olarak
verilebilir.
“Kral çıplak demek
suçtur”
Gazeteciliğin saygınlığını çok önemsiyorsunuz değil
mi?
En çok ağırıma giden şey, bu mesleğin başka şeylere alet edilmesi.
O yüzden kadın gazetecilere, “Gözyaşı kullanmayın, mürekkep
kullanın” diyorum.
Hımm, kadın gazetecilere fırça geliyor!
Ben çok kadın gazeteciyle çalıştım. Onlara hep aynı şeyi tavsiye
ettim, kadınların bazıları o silahı gayet iyi kullanırlar.
Yani kadın gazetecilere karşı değilsiniz, aklıma bir
süre önce yazdığınız Ayşe Özyılmazel yazısı geldi de!
Bu konuda yazmıştım, kadınlığınızı nerede kullanırsanız kullananın
bana ne. Ama gazeteciliğe alet etmeyin diye. Hıncal Uluç kıyameti
kopartmıştı.
Bir hayli sert bir yazıydı!
Evet. Fatma, Türkan falan kusura bakmasınlar. Sinema oyuncuları
için “Oyunculuğa giden yol yönetmenin yatak odasından geçer”
derledi eskiden. Şimdi aynı şeyi genel yayın yönetmenleriyle
yapıyorlar, demiştim, kıyamet kopmuştu.
Sizin yazıdan sonra 32. Gün’e konuk olup kulaklarınızı
çınlatmıştık!
Ben işini doğru yapanları bu cümlenin dışında bırakarak,
diğerlerini kastederek doğru söylemiştim, kral çıplak demek suçtur.
Kimse demez, bir tane deli adam çıkar, der.
Life-style yazanları mı eleştiriyorsunuz
siz?
Ben bir kere işini doğru yapanlara da kadın gazetecilere de
karşı değilim. Kadın her işi yapar, işin evrensel kuralları
çerçevesinde. O yolla köşe kapıyorsan ona karşıyım.
Erkekler böyle yolları seçmiyor mu peki? Onlar da ne
dolaplar çeviriyorlar!
Ben, erkekler yapsın kadınlar yapmasın, demiyorum ki. Kimse
yapmasın.
Baba ‘nasihati’
Hasan Pulur, Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı okuduğu günleri
anlatırken, şöyle diyor: “Eve çıktığım bir gün banyoda traş
olurken, babam yanıma geldi. ‘Oğlum öyle bir insan ol ki,
tükürülecek yüzün olmasın’ dedi. O zaman anlamamıştım. Şimdi
sokaktakileri görünce bu sözü hatırlıyorum.”
“Hiç spor yapamadım”
Sekerek yürüdüğümü gören Hasan Pulur, “Ne oldu bacağına?” diye
soruyor. Dizimin yan bağlarının koptuğunu söylediğimde, “Benim de
başıma gelmişti. Hiç spor yapamadım o yüzden. Ama sen yüz mutlaka”
diyor.
Röportaj: Elif Aktuğ
Fotoğraflar: Hüseyin Özdemir