Hasan Cemal, Dersim için işin kolayına kaçtı
Hasan Cemal, Dersim Kırımının yıl dönümünde işin kolayına kaçtı, daha önce yazdığı yazılardan derlenen kitabını köşesinde alıntıladı.
Hasan Cemal bugün işin kolayına kaçtı, Everest Yayınları
tarafından basılan Barışa Emanet Olun, kitabının 217 ve 222.
sayfalarını köşesine taşıdı.
T24 internet sitesinde yayımlanan yazısında Dersimilerin
"Tertele" dediği, Türkçe'ye o günün deyişi ile
"Tenkil" diye yerleşen ve "Dersimliler isyan etti,
bastırıldı" diye adlandırılan süreci, 1937 ve 1938
yıllarında Dersim'de ne olmuştu? sorusunun yanıtını arayan
Hasan Cemal, Cafer Solgun'un “Yüzleşmezsek, hiçbir şey
geçmiş olmuyor” sözlerini de yazısının finaline
yerleştirdi.
İşte Dersimlileri mağaralarda fare gibi zehirlemek hiç
unutulabilir mi?.. başlıklı yazısından çarpıcı
bölümler:
“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır”
zihniyetinin cumhuriyet tarihinde en içler acısı örneği, 1937 ve
1938 yıllarında Dersim’de yaşanan
kıyımdır.
Resmi tarih Dersim’den, “Tunceli’de eşkıya isyan etti,
bastırıldı” diye bahseder.
Gerçek bu değildir.
Dersim’de isyan olmadı.
Dersim’de, Dersimlilerin Tertele dedikleri,
(soykırım diye niteledikleri ve başlangıç tarihi
olarak 4 Mayıs 1937’yi aldıkları) bir kırım
yaşandı.
Devrin hükümetleri tarafından planlı programlı olarak önceden
hazırlanmış ve acımasızca uygulanmış olan, eski deyişle bir
tenkil (yok etme) harekâtı, bir katliam, bir
kırım.
(...)
Ne olmuştu Dersim 1937/38’de?
Ailesi Kürt ve Aleviydi.
Tunceli’den, yani esas adıyla
Dersim’dendi. “Okula ilk gittiğimde bana sıkı sıkıya tembih
ettiler. Kimselere Alevi olduğunu söylemeyeceksin ve hiç kimseyle
de Zazaca
konuşmayacaksın” dediler.
Sema Kaygusuz,
Yüzünde Bir Yer
isimli romanında Dersim’i şöyle
anlatır:
“Zülfü üst üste birkaç sigara
içti. Türkçesi zaman zaman kayıp Zazacanın içinde kayboluyor, sonra
tekrar yüzeye çıkıyordu. ‘Bir köprü olmasaydı eğer’ diyordu,
Munzur’un üstünden geçen Harput Köprüsü olmasaydı,
Dersim cehennem olurdu.’ Meğerki köprü sayesinde kaçabilenler
kıyımdan kurtulmuştu.
Köye varıncaya kadar jandarmalar
defalarca yolunu keserek, insanı sindiren anlamsız bir öfkeyle her
keresinde kimliğini istemiş, yanındaki fotoğraf makinesi yüzünden
gazeteci misin nesin, kime geldin, niye geldin diye biteviye
sorgulamışlardı seni.
Kayalara çizilmiş devasa komando
figürlerinin verdiği tedirginlikten başka, buzlanmış bir
tinsellikle örtülüydü orası. Çığın altında kalan insanlar, otuz
sekiz yılında çoluk çocuk katledilenler, meçhul bir sesin peşinden
gidip geri dönmeyenler sanki dipdiri bir kederle etrafta
dolaşıyorlardı.
Yarı Türkçe yarı
Zazaca konuştukları
için onları doğru dürüst anlayamıyordun. Babaannenin anlatmaya
koyulup belli belirsiz bir ağlayışla yarıda kestiği trajik olayları
niçin tamamıyla anlatmadığını, köylülerin yüzüne bakar bakmaz
anladın.
Utanç
aranıza gerilen bir perde gibiydi.
Kardan yansıyan ışınlarla kırış kırış olmuş bu yüzlerde berrak bir
hafızanın derinleştirdiği başka çizgiler de vardı.
Acı bilginin yerleştiği derin
çizgiler... Bu topraklarda olup bitenleri saymaya gücü yoktu
hiçbirinin. Üstelik hâlâ korkuyorlardı.”
Ne isyan, ne örgütlü direniş!
Ne olmuştu Dersim 1937/38’de sorusunu Mesut Yeğen şöyle yanıtlar:“1930’lara gelindiğinde
cumhuriyet, Tanzimat’tan beri boyun eğdirilemeyen Dersim’i, önce
İskân Kanunu (1934), ardından da Tunceli
Kanunu’yla adım adım kuşattı, 1937 ve 38’deki harekâtla da
‘fethetti.’
Dersim’in Alevi-Kürtleri fiziki ve
kültürel habitatlarına kasteden bu fetih harekâtına, rehberleri
Seyid Rıza’nın önderliğinde direndi direnmesine,
lakin sonuç hüsran oldu.
Hülasa, 1937-38’de ne bir anda
patlayıp da bastırılan bir isyan vardı ortada, ne de örgütlü,
planlı bir ayaklanma.
Olan biten, Dersimlilerin ‘hayat
alanlarını’, ‘hali’ korumak için gösterdikleri ve bedelini
‘mübalağa katliam, mübalağa sürgün’ ödedikleri kararlı ve fakat
‘nafile’ bir direnişten ibaretti.”
Başbakan Erdoğan’ın daha yakın geçmişteki
“Dersim’de 50 bin kişi katledildi” sözüyle
birlikte, Çağlayangil’in tanıklığı ve Muhsin Paşa’nın söyledikleri
bile, kendi başına Dersim 1937-38’in nasıl bir
kıyım olduğu gerçeğinin altını çiziyor.
Aradan 70 küsur yıl geçmiş olmasına
rağmen tarihimizin bu rezil sayfasının bugün bile hâlâ gizli
tutulmaya, unutturulmaya çalışılması ve devlet arşivlerinin yasak
olmamasına rağmen hâlâ açılmamış olması, yalnız acı değil, aynı
zamanda acıklıdır.
Cafer Solgun’un dediği gibi:
“Yüzleşmezsek, hiçbir şey geçmiş olmuyor.”