Haddini aşıyorsun Emre Aköz!..
Gençlere takındığın acımasız ve hoşgörüsüz tavrı gördükten sonra çok rahat bir öğrencilik geçirdiğini tahmin etmek zor değil…
ADNAN BERK OKAN
Sevgili Emre (Aköz);
Geçtiğimiz Cuma da bir mektup yazdım sana hitaben:
diyordum o mektubumda da…
Çünkü aynı gün SABAH’ta başlığı altında yayımlanan makalende gençlerin siyasi görüşleriyle dalga geçiyordun…
Fikirle dalga geçilir mi Emre?..
“Fikri”, bir insanın onurudur…
Haysiyetidir...
Şerefidir...
Kimliğidir...
Kişiliğidir...
Hele bir genç için ne kadar da önemlidir “fikir”…
Sen o gençlerin fikirlerine elbette katılmayabilirsin…
Tabii ki o görüşlerin “yanlış” olduğunu söyleme özgürlüğün var…
Ama…
Sana göre “Yanlış", o gençlere göreyse iman ettikleri bir “doğru”dur o görüşler…
10 Aralık'ta yayımlanan o yazının bir yerinde şöyle diyordun:
“Onlar 'Sol Kemalist'ler... Bunların Sosyalizm ile Kemalizm'in harmanından oluşan bir fikir aşureleri var.”
Ne ayıp Emre!..
Ne ayıp!..
Birisi senin fikirlerinin “aşure” olduğunu söylese ne hissedersin?..
Samimi ol ama…
Eğer “Güler geçerim” diyorsan, o gençlerin protestolarına niçin gülüp geçmedin?..
Yumurta dediğin ne ki?..
Kaş – göz yarmaz…
Ama senin o gençlerin fikirleri için “aşure” demen kafalarına yumurta atmandan daha saldırgan…
Çünkü yumurta bir insanın bedenine saldırıdır, (eğer verirse) fiziki zarar verir…
Ya da giyside kalıcı olmayan bir leke bırakır (Bakan Bağış'ta olduğu gibi)…
Ama bir fikrin aşağılanması öyle mi?..
Bir gencin onurunun yaralanmasını bedeninin yaralanmasıyla kıyaslayabilir misin?..
Ya da bu soruyu kendine sor?..
Bedensel acı duymayı, ruhunun duyacağı acıya tercih eder misin?..
“Ederim” diyorsan film repliği ile cevap vereyim: O gençlerle ayrı âlemlerin canlılarısınız…
Onların dünyalı oldukları kesin de senin ait olduğun âlem konusunda net bir şey söyleyemeyeceğim…
Değerli kardeşim;
Boğaziçi Üniversitesi’nde baba parasıyla mı yoksa bursla mı okuduğunu bilmiyorum…
Ailenin varlık durumunu da bilmiyorum.
Beni ilgilendirmiyor da…
Ama…
Gençlere takındığın acımasız ve hoşgörüsüz tavrı gördükten sonra çok rahat bir öğrencilik geçirdiğini tahmin etmek zor değil…
Çünkü yoksul öğrenciyle, varlıklı öğrencinin olaylar karşısındaki tepkisi aynı olmuyor Emre…
Sabah evden kaçarcasına çıkan, eşi ve çocuklarıyla harçlık isterler diye göz göze gelmekten korkan “işsiz” bir babayla; yol parası, yemek parası, kitap parası ve en önemlisi harç parası bulamamanın kuşkusuyla yaşayan bir öğrencinin hisleri, sinirleri aynıdır…
Bütün bunları görmezden gelip (16.1.22010) bir yerinde ise şöyle diyorsun:
“…. Mesela, yüzleri hiç kızarmadan, ‘parasız eğitim’ istiyor ve bunu bir ‘hak’ olarak görüyorlar.”
Değerli kardeşim;
Tabii ki biz Liberaller “parasız üniversite” talebine karşıyız...
Ama…
"Parasız üniversite" istemek de bir siyasi görüştür…
İsteyenin yüzünün kızarmasına sebep olmaz...
Sahi...
“Seçmen” nedir?..
“İsteyen”dir…
İstemeyen seçmen olur mu?..
Tamam…
Liberal Kapitalist demokrasilerinde esas olan “Fırsat Eşitliği”dir…
Tabii ki; “İmkân eşitliği” Sosyalist Demokrasilerin talebidir bizim değil…
Ama bizim sistem Liberal Kapitalist diye, Sosyalistlerin taleplerini mi yasaklayacağız?..
O halde demokratlığımız nerede kalacak?..
Sevgili Emre;
Bugün neyi tartışıyor, neyin mücadelesini veriyoruz?..
Halkın seçtiği iktidarı, silâh gücüyle yıkmak isteyenlerin suçları sabitse cezalandırılmalarının mücadelesini…
Eeee…
Biz, halkın seçtiklerinin Faşist güçlerce yıkılmasının önüne geçmek için kavga verirken, bizden başka türlü düşünüp seçimle iktidar olmak isteyenlerin ya da siyasi inançları gereği mevcut hükümetten “parasız üniversite” talebinde bulunanların yollarına taş mı koyacağız?..
Seslerini mi keseceğiz?..
Olur mu öyle şey kardeşim!..
Seçilirlerse iktidar olurlar ve üniversiteleri “parasız” yaparlar yapabilirlerse…
Bilebildiğim kadarıyla bunu Avusturya ve uzun süre İtalya ile Fransa uyguladılar…
Ama olmadı...
Olamazdı da...
Hele bizim gibi kıt kaynaklı bir ülkede “imkân eşitliği” ya da "parasız üniversite" asla olmaz...
12 Mart 1971 muhtırasından sonra kurulan “Toprak Reformcu ve Solumsu” hükümetler de denediler ama tutmadı…
Ama Emre…
İmkân eşitliği isteyen gençlerin o talepleriyle alay etmek, o taleplerin dayandığı Sosyalist düşünceyi “aşure”ye benzetmek, o genç insanları “yüzünüz kızarmıyor mu?” diye ayıplamak da kimsenin haddi değildir…
Tabii senin de haddin değildir!..
Meselâ ben sana şöyle desem:
Karışık kafalı insanların vicdanları da soğumuşsa eğer; gençlerin yaşadıklarını, hissettiklerini ve çektikleri acıları asla anlayamazlar…
Senin hem kafan karışık…
Hem de vicdanın soğumuş Emre…
Ne dersin?..
Bu söylediklerim “doğru” mu?..
Yoksa benim penceremden gördüklerim mi?..
Tabii ki doğru değil…
Zarf atıyorum…
”Ağam be senin geçen sene ölen kır at yaşıyo mu?” diye soran Hüsmen’in, “ulan teres!... Geçen sene ölen kır at yaşar mı?” karşı sorusuna “lâf olsun beri gelsin be ağam… Ver bi cigara da yakayım” deyişi gibi, “laf ola beri gele…”
Zira sen benim penceremden de son derecede mantıklı bir Liberal olarak görünüyorsun…
Hatta Liberal aklının o gençlere hak vermese de onları hoş görmesinden yana olduğundan emin olmak bile istiyorum…
Ancak…
İşi inada bindirdin Emre…
Son zamanlarda aklının değil, duygularının etkisi altındasın...
Sevgili Emre;
Martin Luther King, “Sevginin Gücü” isimli kitabının 19. sayfasında şöyle diyordu:
“İdealistler genellikle gerçekçi değildir; gerçekçiler de genellikle idealist değildir”…
Sen ve ben gibi yaşı ortanın üstüne çıkmış insanlar tabii ki o gençlerden daha gerçekçiyiz…
Haliyle onlar kadar idealist değiliz…
Ama…
King’in tespitinin doğruluğunu da o gençlerden çok daha kolay kabul edebilecek olgunlukta olmalıyız…
Haliyle o gençlerden “gerçekçi” olmalarını beklemek abestir…
İdealizmlerini anlayışla karşılasak daha doğru olmaz mı Emre?..
Sana ve biz Liberallere yakışan bu olgunluk değil mi?..
Hem sana ne ya Emre?..
Sen “utanma dedektörü” müsün ki gençlerin fikrilerinden utanmaları gerektiğini ima ediyorsun...
İsteyenin “utanmama özgürlüğü” yok mu bu memlekette?..
Bir gencin, (sana göre) köhnemiş Sosyalizmi savunması “ayıp” mı?..
Yoksa “suç” mu?..
Ne ayıp, ne suç ama…
Bir zamanlar Sosyalist olmak ve söylemde bulunmak suçtu…
“Sermaye düşmanlığı” neredeyse vatana ihanet suçuyla eşdeğerdi…
Allah razı olsun Turgut Özal’dan…
Parlamenter sistemin gelmiş geçmiş en ilerici gurubunun desteğiyle kaldırıp attı o çağdışı yasakları…
Şimdi sen ne yapıyorsun (ki sözüm ona Liberalsin)?..
Sosyalist terminolojinin nostaljisini yapan 19 yaşındaki bir genç kıza “hakaret” ediyorsun…
Ha yumurta atıp karizma çizen gençler, ha senin o gençlerin “utanmaz” olduklarını söyleyişin…
İkisi de “şiddet” uygulamak değil mi?..
Rosa Park ismi sana neyi hatırlatıyor Emre?..
Git, git…
55 yıl önceye git…
Afrika kökenli Amerikalıların, Birleşik Devletlerde ikinci ve hatta üçüncü sınıf insan muamelesi gördükleri yılları hatırla…
Ve…
Metroda, otobüslerde oturarak yolculuk eden o insanların ayakta yolculuk yapan beyaz Amerikalılara yerlerini (kanunen) vermek zorunda oluşlarını…
Rosa Park işte o vahşi yasaya ilk karşı çıkan ve otobüste, yerini ayakta yolculuk yapan beyaz derili bir Amerikalıya vermeyen bir Afrika kökenli Amerikalıdır…
Bugün aynı Birleşik Devletlerin en tepesinde hem Afrika ve hem de Müslüman kökenli bir Amerikalı, “Başkan” olarak ülkeyi yönetmektedir: Barak Hüseyin Obama…
Her şey bugünden yarına değişiyor be Emre...
Bugün bizde de Liberal Kapital Demokrasi var diye ilelebet aynı sistem devam edecek değil...
Romanya Devlet Başkanı Çavuşesku’nun sonunu da hatırlamayacak değilsin herhalde…
Çünkü sen de hani “çocuk” yaşında sayılmazsın…
Ne yapmıştı Çavuşesku?..
Timaşvar'da gösteri yapmak isteyen halka hoşgörü göstermemişti…
Değişimi okuyamamıştı…
Ve halkın üzerine ateş açılmasını emretmişti…
Pekiii…
Halkın üstüne ateş açıldı da ne oldu?..
Ne olacak?..
Halk hareketi başladı…
Halk sarayı bastı (21 yıl önce tam da bu aydı)…
Bay ve Bayan Çavuşesku’yu kurşuna dizdi…
Ve dön bir de bize bak…
Başörtülü kızlarımızın, kadınlarımızın öcüleştirildiği (ve ne yazık ki halen üniversitelere sokulmadığı) ülkemizde bugün hem cumhurun hem de burnundan kıl aldırmayan TSK’nın komutanı olan Cumhurbaşkanı’nın eşinin başı örtülü…
Başbakan’ın eşinin başı da örtülü…
Meclis Başkanı’nın eşinin başı da örtülü…
Sevgili Emre;
Tibet’in ruhani lideri Dalai Lama, bir dizi seminer vermek için Amerika’da bir otelde konaklıyordu.
Bir sabah odasına çıkarken asansörün önünü temizleyen Katolik Meksikalı bir görevliyle ilgilendi. Hatırını sordu…
Ertesi gün asansöre geldiğinde bu kez iki Meksikalının saygıyla gülümseyen gözleriyle karşılaştı…
Bir hafta sonra neredeyse otelin Meksikalı bütün personeli aynı saatte asansörün önünde sıra olmuş, Tanrısı bile olmayan bir dini lideri saygıyla selâmlıyorlardı…
Çünkü Dalai Lama gülmeyi, sıcak ilişki kurmayı ve olumlu elektrik yaymayı biliyordu…
Çünkü Dalai Lama insanların dini, fikri, milleti ne olursa olsun onları anlamayı biliyordu...
Bir de bize dönüp bakalım yine Emre…
Kendileri gibi düşünmeyen, gençlik ateşiyle yanan, belki evinde yiyecek ekmeği, belki otobüse binecek, kitap alacak parası olmayan; gelecekte harç ödeyebileceğine güvenemeyen gençleri dövdüren bir Hükümet…
Ve o dayağı “haklı” bulup “oh olsun!” diyen senin gibi yazarlar…
Kısa bir süre öncesine kadar gençliğin bir bölümünün öfke duyduğu Ahmet – Mehmet Altan kardeşler, Ali Bayramoğlu, Fehmi Koru, Cengiz Çandar, Salih Tuna gibi genelde hükümete destek veren yazarlardan nasıl da saygıyla söz eden mesajlar alıyorum...
Aynı mesajlarda bilhassa sana ve Engin Ardıç’a ise öfke kustuklarına tanık oluyorum…
Sebebi belli…
Gençler, siyasi görüşleriyle ters düşseler de kendilerini anlayışla karşılayan yazarları sevdiler…
Gençlik bu be Emre…
Sevilince seven, tepki konulduğunda çok daha fazlasını yansıtan bir genç sıra dağ…
Bunu nasıl oluyor da göremiyor ve o gençleri yanınıza çekeceğinize itiyorsunuz, aklım almıyor…
Beni değil ama gençleri daha hoşgörüyle karşılaman dileğiyle gözlerinden öperim sevgili kardeşim…
Adnan
adnanberkokan@gmail.com