Günün yazarı Süleyman Seyfi Öğün...

Bilhassa Ak Parti hükümetlerinin Türkiye’yi AB’den koparmak istediği yalanı üzerine siyaset yapanlara “ders” niteliğinde bir makale…

Süleyman Seyfi Öğün bugünkü Yeni Şafak’ta “Türkiye'nin Batı macerası” başlığı altında yayımlanan makalesinin bir yerinde şöyle diyor:
*
“…. ‘kırılma’lar mutlak sûrette bir ‘kopuş’ gerektirmez.”
*
Ve aynı yazısını şu cümleleriyle bağlıyor…
*
“Rûmî temelde Türklüğün târihsel, geniş ve çoğulcu manâsını sâhiplenmektir bu. Batı mâceramızın ‘nesnesi’ olmaktan çıkıp ‘öznesi’ hâline gelmek adına tünelde bir ışık belirdi. Aman iyi kullanalım. Kırılmayı kopmaya dönüştürmek isteyen avanturizmden uzak duralım.”
*
Bilhassa Ak Parti hükümetlerinin Türkiye’yi AB’den koparmak istediği yalanı üzerine siyaset yapanlara “ders” niteliğinde bir makale…
Çünkü…
*
S. Seyfi Öğün Yeni Şafak’ta yazıyor bunları…
Çünkü…
S. Seyfi Öğün, ülkemizi yöneten kadroların danıştıkları değerli bir akademisyen…
Ve
S. Seyfi Öğün: “Günün Yazarı”…


TÜRKİYE'NİN BATI MACERASI
SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN…


Artık Türkiye'nin târihi açısından son derecede mühim bir “kırılma”nın içinde olduğumuzu görebiliyoruz. Bu, özünde “Batı” ve “Batlılaşma” kavramlarının odağında yaşanan bir kırılmadır. Gerek “içeride”, gerek “dışarıda” Türkiye'nin “Batılılaşma” mâcerâsının enine boyuna; üstelik yer yer “radikâl” bir şekilde tartışıldığına şâhit oluyoruz. Bu tartışmalar sert bir söylem üzerinden yürütülüyor. O kadar ki yaşanan ve yaşanacak gelişmelerin, bu “kırılma”nın bir “kopuş” ihtimâlini gündeme getirdiğine de şâhit oluyoruz. Türkiye'nin Batılılaşma mâcerâsı her zaman “netameli” oldu. Ama, belki de ilk defâ bu kadar trajik ve dramatik olarak tartışılıyor.

Evvelâ şunu hiç değilse teorik olarak kaydedelim ki; “kırılma”lar mutlak sûrette bir “kopuş” gerektirmez. Kırılmanın kopuş doğurması târihsel olarak o kadar da kolay değildir. Bunun olması, kültürel bir kırılmayla berâber giden başka süreçleri de gerektirir. Kültürel kırılma, özellikle de büyük ölçüde coğrâfya düzlemindeki demografik yer değiştirmeyle -dağılma, savrulma gibi- besleniyorsa, “kopuş” ihtimâl dâiresine girebilir. O da mutlak olmak zorunda değildir.

Türkiye, hem “içerideki”; hem de yâd ellerdeki büyük nüfûsu ile böylesi bir ihtimâli düşündürmekten çok uzak bir resim çiziyor. Kısacası böyle bir ihtimâli peşinen devre dışı bırakmak gerekiyor. Zâten böylesi bir ihtimâl târihsel olarak da çok tutarlı gözükmüyor. Geniş bir perspektiften bakacak olursak; Anadolu ve Trakya Türklüğünün, Türklerin târihsel serencâmının Batı ayağını temsil ettiği hakikâtiyle karşılaşmamız kaçınılmaz olur. Oğuz Türkleri olarak bilinen bir kabileler ağı, 1000 seneyi mütecâviz olarak sürekli gözü “Batı”ya odaklanmış olarak bu topraklarda. Bu toplulukların azmi, asla “geriye bakmayan” bir kesinlikte somutlaştı. Meselâ İran'ın da gözü Batı'daydı. Ama İran'ın “merkezi” bu topraklar değildi. İranlılar için dâima “dönülecek” bir yeri vardı. Onların gayreti “Batı”sındaki coğrafyayı kendi aslî coğrafyasına bağlamaktı. Bu sâdece İranlılar için değil, Timur gibi Asya Türklüğünü temsil eden başka Türk toplulukları için de geçerli olan bir paradokstu. Dönecek bir yeri olmayan Oğuz Türkleri, Doğu Akdeniz'deki târihsel boşluğu büyük bir beceri ve başarı ile doldurdu. Doğu Akdeniz'i; başta Anadolu ve Rumeli olmak üzere Türkleştirdi. Dünyâ târihine Roma'dan sonra ikinci büyük “Barış” sistemini armağan etti.

Aslında Türklerin İran ve diğer İslâm devletleriyle tanışmasını da kendi “orijinâl” Batılılaşma tecrübesinin odağında değerlendirmek en doğrusudur. Tabiî ki burada “Batı” kavramı büyük ölçüde kültürel olarak nötr bir kavram olarak değerlendirilmelidir. Türklerin, mâruz kaldığı Haçlı saldırıları ve savaşları için bile Batı-Doğu ayırımlarının kullanılması anlamsızdır. Hilâl-Sâlip ayırımı bir Doğu-Batı ayırımına denk düşmez.

Türklerin Batı'ya yönelişi Orta Avrupa'ya kadar devâm etti. Viyana'da durdurulduk. Modern Avrupa ise karşımıza çok başka bir “Batı” çıkardı. Güç dengeleri tamâmen değişti. Buna bağlı olarak, kültürel düzeyde bizzat Avrupa tarafından Batı-Doğu ayırımları oluşturuldu. Türklerin Rûm diyârının sâhibi olarak hüküm sürmesini reddeden ve onları “orijinal” coğrafyası olan Asya topraklarına sürülmesi fikri peydahlandı. Bunu bir dereceye kadar başarabildiler. Balkanlar'dan ve Mezopotamya'dan çıkarıldık. Ama Trakya ve Anadolu elimizde kaldı. Daha beter olan Batı'ya adanan mâceramızın, Batılılaşma gibi edilginleştirici bir kültürel emperatife bağlanması oldu. Batı'ya gittikçe kültürel düzeyde de Batılılaşıyorduk zâten. Meselâ Müslümanlaşmamız da aslında Batılılaşmamızın bir armağanıydı. Ama bu defâ nasıl Batılılaşacağımıza biz, rastlaşmalar, ilişki kurmalara dayanan kendi tecrübî sindirimlerimizle değil; önümüze konulan programların dayatmalarıyla karar vermek zorunda bırakıldık. Sıkıntılar da buradan çıktı… Aşk ve nefret arasında salınan derin bir “Batı” kompleksi edindik. Bu sıkıntıları da, bize biçilen anakronik ve nâfile bir Doğulu hissiyatı üzerinden çözmek istedik..Ama son tahlilde, buradan bizi sökemediler. Düşe kalka; itişerek kakışarak da olsa, târihsel becerilerimiz; bu da olmazsa târihsel reflekslerimizle tutunduk. Dahası Viyana'nın çok ötelerine; Almanya, Hollanda, Danimarka'ya ulaştık. Ezilerek gittiğimiz o diyârlarda ayağa kalkmasını da bildik..

Gelinen aşamada Batı'nın iç çelişkileri ve sorunları galebe çalıyor. Batı Blôku çatırdıyor. Bu bize nefes aldıracaktır. İşte AB bütün ağırlığıyla göğsümüzden kalkıyor. Uğruna Kore'de sayısız askerimizi fedâ ettiğimiz NATO'nun ne olduğunu artık anladık. Aklımızı başımıza almak ve süreci iyi yönetmek zorundayız. Oğuzların torunları ve onlara mukadderat birliği üzerinden eklemlenen sayısız halklarla demlenen çoğulcu bir birliği başarmak durumundayız. Rûmî temelde Türklüğün târihsel, geniş ve çoğulcu manâsını sâhiplenmektir bu. Batı mâceramızın “nesnesi” olmaktan çıkıp “öznesi” hâline gelmek adına tünelde bir ışık belirdi. Aman iyi kullanalım. Kırılmayı kopmaya dönüştürmek isteyen avanturizmden uzak duralım.