Gündeme damgasını vuran yazılar!
8 gazeteden 15 yazar çarpıcı yazıları ile okurlarına gündem maddeleri hakkında bilgi verdi. İşte o yazılar...
GAZETECİLER.COM - Hürriyet’ten Kanat Atkaya, Sedat Ergin; Milliyet’ten Melih Aşık, Sami Kohen;Radikal’den Murat Yetkin, Oral Çalışlar; Yeni Şafak’tan Atilla Yayla, Abdülkadir Selvi;Zaman’dan Mümtaz’er Türköne, Bülent Korucu; Star’dan Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan;Cumhuriyet’ten Oktay Akbal, Hikmet Çetinkaya; Habertürk’ten Umur Talu gündem hakkında yazdı.
İşte gündemi yorumlayan 15 yazarın gazetelerindeki
analizleri:
Kanat Atkaya – Hürriyet
Hişt! Uyanın balığa gidiyoruz
Genç milletvekillerinden Bal, 45 yaşında henüz. İstanbul
Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi’ni bitirdikten sonra Büyük
Britanya’da akademisyenlik yapmış, daha sonra Türkiye’de Polis
Akademileri’nde kariyerini geliştirmiştir; böyle diyor
biyografisi.
İdris Bal’ın başkanı olduğu AGAM, raporunda ne diyor peki özetle?
Parantez içleri benim özetimdir, belirtmiş olayım da...
-Başbakan Erdoğan yanlış yönlendirildi, stratejik hatalar yapıldı.
(O son mitingi düzenlemeyecektik.)
-Demokrasi sadece sandık/seçim değildir. (Başıma bir şey
gelmeyecekse, söyledim gitti valla!)
-Çevreci duyarlılıkla başlayan protesto yanlış okunmuş ve olaylar
hükümeti ve özellikle Başbakan’ı hedef alır hale gelmiştir.
(Çapulcu diyeceğine açaydın kollarını, çıkaydın balkona, ‘Yerim
kışlayı, size bir şey olmasın’ diyeydin...)
-Halka fikri sorulmamış, yeterli alternatif sorulmamıştır.
(Referandum kartı yanlış masada, yanlış şekilde, yanlış zamanda
sunuldu desem?)
-Beyoğlu Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni
ilgilendirmesi gereken bir uygulama “Başbakan protestoculara karşı”
filmine dönmüştür. (Pekâlâ Ahmet Misbah ve Kadir beyler arkadan
itilebilir, iyi polis olunabilirdi yani liderim...)
- Başbakan Erdoğan kriz çözücü olacağına, krizin bir tarafı
konumunda kalmıştır. (Kendisi çok iyidir ama çevresi
kötüdür...)
-Herkes bu yanlış yönetilmiş süreçten ders çıkarabilmelidir. (Biz
nerede yanlış yaptık makamında okuyoruz lütfen arkadaşlar...)
Sedat Ergin – Hürriyet
Erdoğan ve Obama’nın açıklamaları arasında ilginç
farklılıklar
Obama ile Erdoğan, telefon görüşmesinde Mısır’daki gelişmeleri
de görüşmüşler. Başbakanlık açıklamasında görüşmenin sonucu
açıklanırken “Mısır’daki şiddetten kaygı duyulduğu” ifade ediliyor.
Amerikan tarafının açıklamasında ise “Mısır’daki durumdan duyulan
kaygılara” atıf yapılıyor.
Erdoğan, “şiddet” ifadesiyle özellikle darbeci Sisi yönetiminin
Mursi yanlılarının üzerine ateş açarak sivilleri öldürmesi
eylemleri karşısında kuvvetli bir duruş sergilemiş oluyor. Obama
ise -muhtemelen görüşmede farklı şeyler söylememiş olmakla
birlikte- konu kamuoyuna yapılacak açıklamaya geldiğinde, bu yönde
bir atıftan uzak durmayı tercih ediyor.
Bu arada, Türk tarafının Mısır söz konusu olduğunda içinde “darbe”
tanımlaması geçmeyen bir açıklama yapmış olması dikkat çekici bir
nokta olarak vurgulanabilir.
Yine de her iki açıklamada “Mısır’da demokratik ve kapsayıcı bir
adım atılması” konusunda ortak bir tutumun duyurulmuş olması
önemlidir.
Melih Aşık - Milliyet
Engizisyon usulü
Yargıçlar sendikası açıklama yaptı: “Ergenekon kararları yok
hükmündedir...”
Peki ne olacak?
Yargıtay konuya el koymalıdır...
Neden kararlar yok hükmünde? Çünkü karar sürecine yedek yargıçlar
Fatih Uslu ve Ercan Fırat’ın da katıldığı kendi ifadeleriyle sabit
oldu.
İki yedek yargıç Milliyet muhabiri Esra Alus’a verdikleri
röportajda “İddiaları 45 gün boyunca değerlendirdiklerini,
kişilerin durumlarını hassas terazide tartar gibi tek tek
incelediklerini” vs. anlatarak karara katıldıklarını ifade ettiler.
Oysa, CMK’nin 227. maddesi:
“Müzakerede ancak karara ve hükme katılacak hakimler bulunur”
diyor.
Yedek üyeler dahil, başka hiç kimse karar odasında bulunamaz.
Ergenekon süreci usulsüz ve hukuksuz başladı ve aynen öyle
sürüyor.
Sürecin en başında ev aramalarının, gözaltıların, sorguların nasıl
usulsüz başladığı hatırlardadır. Beş yıl süresince binlerce
hukuksuzluk yaşandı.
Bu hukuksuzlukları dile getirenler “Ergenekoncu” ilan edildi...
Ergenekon yargılamaları, yaratılan korku ortamında her türlü
adaletsizlik gözden kaçırılarak sürdürüldü.
Hukuk ve yargı, hesaplaşma aracı olarak kullanıldı...
Ancak bu işten sonunda yargı da zararlı çıktı, güvensizliğe mahkûm
oldu...
Hukukla oynamanın bedeli hem ömürleri ziyan edilen
değerli insanlar hem iktidar için ağır olacak...
Sami Kohen – Milliyet
Ortadoğu politikasında sıkıntılar
Hükümetin Suriye politikasının yarattığı başka sıkıntılar gün
geçtikçe ortaya çıkıyor. Türkiye, Esad’a karşı aldığı “ilkesel
tavır’da yalnız kalmış durumda. Başbakan’ın ve Dışişlerin
Bakanı’nın tüm çabalarına rağmen, Rusya ve İran,
Esad’ı ayakta tutma politikasını
sürdürüyor. ABD veAvrupa -ve
de Arap dünyası- bu işe bulaşmamayı tercih ediyor.
Suriye krizi artık Kuzey Suriye sorunu ile Türkiye’yi
direkt olarak etkiliyor. Ankara, burada yeni bir Kürt realitesi ile
karşı karşıya. PYD ile El Nusra arasındaki savaş da Ankara için bir
ikilem yaratıyor.
Neresinden bakılırsa bakılsın, Esad rejiminin kısa sürede
devrileceği ve Ankara’ya sempatisi olan bir rejimin iktidara
geleceği tahminine dayalı hesapların yanlış çıktığı artık açıkça
görülüyor.
Mısır politikasında da benzer aksamalar ve sıkıntılar yaşanıyor.
Hükümetin Mursi rejimine karşı darbeyle ilgili “ilkesel tutumu”nu
sert demeçler ve davranışlarla sürdürmesi, pratikte Türkiye’yi bu
krizde de bir “taraf” durumuna getirdi. Başkaları “arabulucu”
olarak devreye girerken, Türkiye’nin çağrıları yankı bulmadı.
Murat Yetkin – Radikal
El-Kaide-PKK savaşı Türk-Suriye sınırında
PKK’nın cephe örgütü KCK’nın yeni eşbaşkanı Cemil Bayık, hafta
sonunda Irak, Suriye ve İran’dan Kürt örgüt liderlerini Kandil’de
ağırlayarak Suriye’deki durumu görüştü. Bu görüşme sonrasında
Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani,
gerekirse PYD yardımına gideceklerini söyledi. İşte bu koşullar
altında, PKK, Ankara’dan El Nusra’nın PYD’ye saldırmasını
engellemesini istiyor.
Hükümetin PYD’ye, yani PKK’ya yardım ettiğini iç kamuoyuna
anlatması güç olur. Hiçbir şey yapmaması da PKK ile diyaloğu
tehlikeye atabilir; o nedenle en fazla dün yaptığı gibi kapıları
açarak sivil halkı koruyabilir. Öte yandan Ankara, Suriye’deki
muhalif güçlerin zayıflamasını istemiyor. Bu durum El Nusra ya da
El Kaide’nin umurunda olmamasına ve ÖSO resmen El Nusra’yı dışlamış
olmasına karşın, Şam’a karşı cephenin daha fazla zayıflamasını
istemiyor.
Oral Çalışlar – Radikal
Öcalan sırtını mı döndü?
Kürtlerin barış sürecine verdiği destek, ‘yalnızca onların
kaderiyle ilgili bir sorunun halledilmesi iradesi’ olarak
görülmemeli. Kürtler ne kadar özgür olursa, Aleviler ne kadar özgür
olursa, ülkenin değişik kimlikleri ne kadar özgür olursa, ‘Türkler’
de o kadar özgür olabilirler.
Öcalan’ın da etkili bir rol oynadığı bu süreci, hepimizin
geleceğinin yeniden şekillenmesinin anahtarı olarak, ‘silahların
susması’nın ötesinde, bir ‘pozitif barış’ perspektifi içinde
görmekten yanayım. Kürtlerin, çok acılar çekerek ve kayıplar
vererek geldikleri nokta, tüm ülkenin özgürleşmesine katkı
sağlayacak bir potansiyeli içinde barındırıyor.
Bu yolculuk devam etmeli. Türkiye’nin batısındaki demokrat
kamuoyunun barışa daha net bir destek vermesi, hepimizin daha
kaliteli ve huzurlu bir yaşama ulaşmamız açısından
gerekli.
Kürtlerin kimlik ve özgürlük taleplerine Türkiye’nin batısından
verilen destek, onlara bir lütuf değildi. Türkiye’nin
demokratikleşmesinin olmazsa olmazıydı.
Bu nedenle kimse kimseden alacaklı veya borçlu değil.
Atilla Yayla – Yeni Şafak
Direkten dönen liberal düşünce
2013 Türkiyesinde Gezi olayları liberalleri benzer bir testle karşı
karşıya getirdi. Gezi, okunması zor bir olaydı. Çevre hassasiyeti
ve aşırı polis şiddetine tepki boyutları vardı. Bazı Ak Parti
icraatları ve Başbakan'ın zaman zaman en azından maksadı aşan
üslubu da olayın parçaları arasındaydı. Bunları bütün liberaller
gördü ve eleştirdi. Bu dar anlamdaki Gezi'ydi. Ancak, her şey
bunlardan ibaret değildi. Reaksiyondan bir tür aksiyon çıkartmak
istendi. Bu yüzden, geniş anlamda Gezi dindar muhafazakârların
siyasî çoğunluk olduğu için elde ettiği yönetme hakkına ontolojik
bir itiraza ve 'memleketin efendisi biziz' deme çabasına dönüştü.
Askerî darbenin geçici olarak da olsa denklem dışına atıldığı bir
vasatta demokratik meşruiyeti bulunan bir hükümeti sokak şiddetiyle
alaşağı etme ve kademeli olarak siyaseti devlet iktidarı lehine
tanzim etme teşebbüsü hâlini aldı.
Ne yazık ki, işin bu kısmını, bazı liberaller veya liberal denen
kişiler (liberalimsiler) göremedi. Yapılan, 2007'de üç büyük
şehirde gerçekleştirilen Cumhuriyet mitinglerinin lokalize
edilmesi, şiddete bulandırılması ve müthiş bir propaganda
harekatıyla desteklenmesiydi. M. Esayan'ın dediği gibi, bu süreç,
demokrat sandığımız bazı aydınların içinden adeta birer canavar
çıkardı. Aynı sıralarda gündeme düşen Mısır darbesi herkesin
pozisyonunun daha da netleşmesini sağladı. Gezi Kalkışması'na
koşulsuz destek veren liberal veya liberalimsilerin birçoğu Mısır
darbesini de alkışladı.
Abdülkadir Selvi – Yeni Şafak
Bese Hozat neden dağlarda?
'Bizi PKK'ya yönelten Dersim'deki katliamlar oldu.'
Bu sözler, 1 ay önce PKK'nın eş başkanlığını üstlenen Bese Hozat'a ait…
Temmuz ayında PKK yönetiminde çok önemli değişiklikler oldu.
Biz bunun çözüm sürecine dönük yüzüne odaklandık.
Doğru bir iş yaptık. Ama onun ötesinde de analiz edilmesi gereken değişiklikler yaşandı.
Bunun başında da PKK'nın her kademesinde kadınların eş başkanlık görevini üstlenmeleri geliyor.
Biz PKK'da Murat Karayılan'ı ya da Cemil Bayık'ı hadi bir adım daha ileri gideyim Behoz Erdal'ı ya da Sabri Ok'u tanıyoruz. Zorlasanız buna 5 isim daha ilave edebiliriz ama onun ötesinde yok.
Aslında 30 yıldır mücadele etmemize rağmen PKK'yı da yeterince
tanıdığımız söylenemez.
Mümtaz’er Türköne – Zaman
İktidar mensubu olmak
Bu seferki tartışmanın, çoğu kimsenin gözünden kaçan tuhaf bir
tarafı var. Aslanlar gibi savunmaya geçenler, acem kılıcı gibi iki
tarafı kesen sözlerle kime saldırıyorlar?
Üstelik nasıl? Sadece bir parti amblemini, sorgulanamaz bir aidiyet duygusu ile takım tutar gibi en ilkel düzeyde savunmanın bir partiye faydası olur mu? Ak ve karadan müteşekkil iki renkli bir dünyada yaşamak? “Kime karşı?” sorusu, ilkelliğin sebebini de açıklıyor. Kime karşı? Bu sefer doğrudan, oyunu AK Parti’ye verenlere karşı. Bu tartışmanın, hükümetin arkasındaki % 50’nin içinde geçtiğinin, iktidarı savunanların farkında olmaması mümkün mü? Düşmanlık AK Parti’ye desteğe devam edip, bazı rezervlerini sıralayanları da karşısına alıyor. Hâlbuki karşımızda bir doktrin partisi değil, bir kitle partisi duruyor. Doktrin partileri her şeyinizi sorgusuz isterler ve bu yüzden % 1’i geçemezler. Kitle partileri ise en çok sayıda insanın sadece oyunu ister; kimsenin inancını, hayatını, dünyasını mensubiyetin gereği olarak talep etmez. Normal olanı da zaten budur. Öyleyse süregiden tartışmalarda gerçekten bir tuhaflık yok mu?
Ben oyumu, 2002’den beri AK Parti’ye veriyorum. Yerel seçimler
için endişelerim var. Ama cumhurbaşkanlığı seçiminde -şayet olursa-
Erdoğan’a, genel seçimlerde de istikrarın devamı adına yine AK
Parti’ye oy vermeyi düşünüyorum. Son tartışmada AK Parti’nin keskin
kalemleri ve fanatikleri tarafından ağır hakaretlere maruz kalanlar
istisnasız bu % 50’nin içinde yer alıyorlar. Üstelik çevrelerini ve
hitap ettikleri kitleleri de bu yönde etkileyen insanlar. Peki, o
zaman keskin kılıçlar, kime karşı AK Parti’yi savunmuş oluyorlar?
Bu sorunun cevabı şu ince farkta saklı: Aslında AK Parti’yi değil,
iktidarı savunuyorlar.
Bülent Korucu – Zaman
Ergenekon, terör örgütü değil midir?
Ergenekon’un bir silahlı terör örgütü olduğunu savcılar ilk iddianameye yazmışlardı.
Sanıklar mahkemeden henüz mahkumiyet almadıkları gerekçesiyle yerinde bir taleple yayınlarda ‘iddia’ ifadesiyle birlikte kullanılabileceği kararı aldırmıştı. O günden sonra kimse bu ifadeye itiraz etmedi. Ne zaman eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ aynı suçtan tutuklandı, itirazlar yükseldi. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yönetmiş bir komutanın bu suçlamaya muhatap olmasını kabul etmek kolay değil. İlk günlerdeki şok mazur görülebilir. Ancak takip eden zamanlarda tam bir psikolojik operasyona dönüştü. Başbuğ ve avukatları teknik ve hukukî savunmadan ziyade kamuoyu oluşturmaya öncelik verdi. Başbuğ’un neyle suçlandığını kamuoyundan ustalıkla gizlediler. Halbuki soruşturma aşamasından itibaren darbe davalarına muhalefetiyle bilinen kalemler bile en güçlü dosyanın Başbuğ hakkındaki olduğunu yazmıştı.
Sadece Danıştay cinayeti bile Ergenekon’un silahlı terör örgütü olduğunu ispat etmeye yeter. Savcılar, iddianame ile ilgili muhtemel tartışmalara karşı cevaplar yazmıştı.
Fehmi Koru – Star
Basına siyasi müdahale –yeniden
Demokrasi, hemen her alanda olduğu gibi, basın-siyaset ilişkilerini
de disipline kavuşturmuştur. Hukuki çerçeveye riayet etmek şartıyla
basın özgürdür demokrasilerde ve özgürlüğü kısıtlayıcı yasalar
çıkarılmasına hoş gözle bakılmaz.
Konuyu yeniden ele almamın sebebi, son zamanlarda şikâyetlerin ayyuka çıkmasına yol açan, iktidarın medyaya müdahale ettiği iddialarıdır. İktidar partisinden birileri, genellikle bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan, hoşlanmadığı yazarların gazetelerinden atılmalarını istiyor ve patronlar da onun bu talimatını yerine getiriyormuş...
Atılan gazeteciler listeleri yayımlanıyor ve bu yolda yapılan yayınlar dışarıda da dinleyici buluyor...
İddia doğruysa, Türkiye’nin ‘demokratik’ olduğu kanaatini zedeleyecek gerçekten vahim bir durum var demektir.
Yalçın Akdoğan – Star
Hukukun hesap sorması siyasileşme değildir
Geçen haftaki yazımızda söylediğimiz, Ergenekon davasının
Cumhuriyet tarihinin en büyük “hukuki” hesaplaşması olduğu, bu
davanın “sembolik” açıdan geçmiş müdahalelerden gelen darbeci
anlayıştan bir tür hesap sorma olduğu, hiçbir demokratik ülkede
kabul edilemeyecek darbe teşebbüsü iddialarının hukukun konusu
olması ve cezalandırılmasının başlı başına tarihi bir olay
olduğudur. Bu yorumlardan kalkarak yapılan “Cumhuriyetle
hesaplaşıyorlar”, “siyasi muhaliflerinden yargı marifetiyle hesap
soruyorlar”, “davanın siyasi hesaplaşma ve intikam olduğunu
söylüyorlar” gibi eleştirilerin bizim meramımızla hiçbir ilişkisi
olmadığı çok açık.
28 Şubat müdahalesinin ürettiği travma hayatın her alanında derin yaralar açmıştır ve bir yönüyle AK Parti’nin iktidara gelmesi, bu zihniyetten bir tür ‘siyasi hesap sorulması’ olarak da görülebilir. Darbelere ve dolaylı müdahalelere maruz kalan insanlar her türlü haksızlığa rağmen sokağa dökülmemiş, başka yol ve yöntemlere sarılmamış meseleyi ‘hukuka’ havale etmiştir. Bu tür durumlarda vatandaşın yapabileceği tek şey (Allah’a sığınmaktan başka) hukuk zemininde hesap sorulmasını beklemek olmuştur. Bu açıdan hukuki hesaplaşma siyasileştirilmiş bir yargılamayı veya mücadeleyi değil, hakkın yerini bulması için mağdurların başvurduğu demokratik bir yöntemi ifade eder. Bizim söylediğimiz de budur. Elbette yapılan haksızlıklar hukuki zeminde karşılığını bulmak durumundadır.
Oktay Akbal – Cumhuriyet
Müebbet
Türkiyemiz bir türlü yerli yerine oturmuyor. Bırakmıyorlar huzura
kavuşmasını. Tam her şey iyi, düzgün, yararlı, olmuş diyemiyoruz.
Hep bekliyoruz acı haberleri... Sanki kapımız çalınacak, birkaç
görevli yakamıza yapışıp bizi bir yerlere götürecek. Ya bir
savcının dileğidir ya da iş becermeyi seven sıradan bir görevlinin
özel davranışıdır. Zamanla yanlışlıklar ortadan kalkacak sandım.
Ülke sağlam yasalarla yönetilirse...
Müebbet, müebbet... Son zamanlarda dilde hep bu söz. Ağır ceza
mahkemeleri gide gide sıkıyönetim mahkemelerine benzedi. Aynı
davranış, aynı tutum, hatta daha fazlası. Oysa toplum eski düzenini
sürdürmekte. Olağanüstü bir korku bir umutsuzluk yok gibi. Ama
müebbet sözleri günden güne dillerde...
Müebbet demek ölünceye kadar...
Önce sözcüklerden şu “müebbet”i çıkartalım. Yerine
daha uygun bir söz yakıştıralım. Her toplum olayında boşuna
hatırlatılacak bu çirkin sözden bir an önce kurtulmaya bakalım.
Müebbetin yerini müebbet olarak tarihe gömelim.
Hikmet Çetinkaya – Cumhuriyet
El mi yaman bey mi yaman?
Beni sürekleyip getiren hayatın
içinde yakarışlar vardı, ölümler,
zindanlar...
Biliyordum faşizmin eli, kolu, ayağı, dili yoktu...
Çok genç yaşlarda öğrenmiştim bunu!
Stadyumlardan korkan bir düşünce ülkeye
demokrasi ve özgürlükler getirir miydi?
İspanyol faşizmi, stadyumlar sayesinde
yaşayabilmişti...
Halkı köle olarak görenler, bir başka deyişle sadaka
toplumu yarattıklarını
sananlar, üniversiteli gençlere gözdağı
verirken, “Stadyumlar siyasi gösteri alanı değildir,
hukuki bedelini öderler” diyerek korku imparatorluğunu
sürdürerek ayakta kalmak istiyorlardı...
Başarabilecekler miydi?
Sandıkta göreceğiz!
El mi yaman bey mi yaman?..
Umur Talu – Habertürk
Kalan sağlar
“Bayram kazaları” denen bir toplu ölüm biçimi var, ölmediyseniz,
içinde paramparça olmadıysanız, bir parçanız kopmadıysa bile
biliyorsunuz.
(70 kişi daha böyle öldü… 400 kişi daha böyle yaralı, sakat, parça
parça kaldı!)
“Bayram kazası”, koştura koştura, bir ötekini ittire ittire,
kendine yer açmaya çabalaya çabalaya, bir başkasını umursamadan
yaşadığın bir hayatın belli bir anında…
Aynı telaş ve hoyratlıkla “bayram, neşe, kavuşma, buluşma” kapmaya
koştururken öldüğün, öldürdüğün kazaların adıdır!
“Bayram kazası”, bu kadar çok ölüme koşturmanın yanında, ölümü
böylesine umursamamanın da resmidir.
Bir bakıma, koşarken, coşarken, hayatın temposunu da hayatın
arasını da telaşla yaşarken, içimizden bazılarını o hızla
düşürmenin, dönüp arkaya bile bakmamanın, gülüşün ve unutuşun
kitabıdır!
Bayram kazası, hayatla ölümün, neşeyle kederin, kendine affettiğin
ölümsüzlükle kaderin, düğünle cenazenin, adı üzerinde, bayram ile
matemin sentezidir.