Gökçer Tahincioğlu

Milliyet

"2002'de, o güzelim Mardin'de, bilmediği dille gözaltına alındığı söylendiğinde genç kadına, elbette ki başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu..." diyerek başlıyor yazısına Gökçer Tahincioğlu...

Öyle bir yaşanmışlık anlatıyor ki okurken yüreğiniz dayanmıyor. Acı bir edebiyat öyküsü gibi bir çırpıda okuyorsunuz ama bir ömür izi silinmeyecek bu olayın gerçek olması beyninizi bir anda zonklatıyor.

Hem de Resmi Gazete'ye geçecek kadar gerçek...

Daha fazla lafı uzatmanın alemi yok. Yazıyı okuyunca siz de neden Gökçer Tahincioğlu'nu günün yazarı seçtiğimizi anlayacaksınız...

"2002'de, o güzelim Mardin'de, bilmediği dille gözaltına alındığı söylendiğinde genç kadına, elbette ki başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu..."


Ama ne kadar bilseniz de nasıl hazır olabilirsiniz ki işkenceye.

Kocasıyla birlikte oturtuldukları arabada, kafasına bir çuval geçiriliverdi genç kadının.

Bilenler bilir, bu şekilde içeriye girdiğinizde yapılanlara, "hoş geldin dayağı" denir.

Emniyette, kocasının nefesi uzaklaşırken giderek, üzerine kalkıp inen yumrukları acıyla hissetti.

O acı bir süre sonra bilinçsizliğe bıraktı yerini.

Ne zaman sonra uyandığında elleri arkadan sandalyeye kelepçeli, çıplaktı.

Kelepçe açıldı, ayağa kaldırıldı.

Yumrukları bekliyordu ki zihni, bedenini duvara çarpan suyla uyandı.

İç organlarına ayrı ayrı vuruyorlar gibi acıdı canı.

Hissizleşti organları, ağzına sıkıştırılan kanlı bez yere düştü, bir süre sonra acıya alıştı.

Elbette ki işkenceciler deneyimliydi.

Klimanın hemen önüne oturtuldu yeniden hissetmesi için, ıslak ve çırılçıplak.

Sonra tanıdığı bir nefes hissetti yanı başında.

Kocası.

Yıllar sonra, yani işkencenin acısının tamamen geçtiği ancak örselenmişliğinin unutulamadığı o uzun yıllardan sonra yaşadıklarını, "Bir tek o an, en çok o an utandım. Ne çok utandım o an kocamın yanında" diye anlatacaktı.

* * *

Sabah mı akşam mı, ne kadar vakit geçti, kaç gündür burada bilmiyordu.

O ana kadar hiç soru sormamışlardı, sordular.

Anlamıyordu ki dillerini.

Dört kişi saydı, yumruklar yeniden vücuduna inip kalktığında.

Saçından tutup yüzünü yere yapıştırdılar.

Bir acı hissetti.

Anlamadığı dille konuşup gülüyorlardı.

Copu kalçalarına doğru iten kişiyi engellemek için elini uzattığında geriye, o kişinin göğsü geldi eline.

Gözyaşları akarken, o kişinin kadın olduğunu fark etti.

Sonra tanıdığı nefesin yine yakında olduğunu hissetti, kocasına da tecavüzü izletmişlerdi.

Bayıldı acıdan, neyin daha acı olduğunu bilememişti.

* * *

O akşam iki kez hastaneye götürüldü aralıklarla.

Hiçbirinde doktora yalnız muayene olamadı.

3 gün kaldığı emniyette yaşadıklarını doktorlara bir türlü dinletemedi.

Cinsel organından, makatından kan geliyordu ama gösteremedi.

Kocaman bir "sağlam" mührüyle her seferinde geri gönderildi.

3. günün sonunda savcılık ve hâkim tutuklanmasını uygun gördü, bir sürü tutanak imzalamıştı.

Ama hemen cezaevine götürülemedi.

Cezaevi "Bu şekilde alamam" deyince, önce tedavi, sonra yeniden cezaevi.

Cezaevine gelen avukatlara tecavüzü anlatabildi.

O avukatlar savcılığa başvurup doktor raporu isteyince, o dönemki AB rüzgârının da etkisiyle başladı sonucu belli maraton.

Mardin Devlet Hastanesi, vücudundaki izlere rağmen, "Hastalık uyduruyor" diye rapor vermişti ama sonradan anlaşıldı ki mecburiyetten biraz da işkence izlerini de raporuna geçirivermişti.

Diyarbakır Adli Tıp ise 5 günlük rapor verdi işkenceden günler sonra geçmeyen izleri gördüğünde.

Sonra tecavüz iddiası, neredeyse 1 ay sonra incelendi.

"Yırtık izi yok" denilip gönderildi. Israr etti.

İstanbul Adli Tıp Kurumu'na gitti.

Adli Tıp anladı olan biteni ama raporuna bir ihtimal daha düşüverdi:

"Evet yabancı cisim sokulmasından olabilir ama kabızlık halinde böyle olduğu olmuştur."

Mahkeme de durmadı elbette bu raporların "boş ver" havasından sonra.

"Dört polisin beraatlerine..."

Ancak o kadar açıktı ki vücudundaki izler, Yargıtay bozdu dosyayı görür görmez.

"İşkence açık, ceza verin."

Yeniden yargılama yapıldı.

O polisler, İstanbul'da, Bursa'da, Sinop'ta yeni görev yerlerinde huzurla korurken asayişi, o hâlâ gördüğü işkenceyi anlatıyordu hâkimlere. Sonunda, "mahkumiyet" verdi mahkeme.

Ancak işkence değil kötü muameleydi yapılan mahkemeye göre.

1 yıl ceza yeterdi. Bir de iyi halleri vardı. Takdir indirimiyle 10 aya inmesi gerekirdi.

E bir de suç işlemeyeceklerine yönelik kanaat oluşmuştu heyette, hep oluşan haliyle.

Hükmün açıklanmasının geriye bırakılmasına karar verdiler o kanaat nedeniyle.

"5 yıl içinde bir daha copla tecavüz, dayak falan söz konusu olursa 10 ay ceza alırsınız" nasihatiyle.

Beş çocuklu, erken yaşlandırılmış, inatçı, Türkçeyi mahkemelerde öğrenmiş bir Kürt annesi.

Onandı karar, dosya kapandı.

Anayasa Mahkemesi, geçen hafta o dosyayla ilgili kararını açıkladı.

"Eziyet" kesindi, verilen bu karar da sadece bu niyetteki kamu görevlilerini cesaretlendirirdi.

Yeniden yargılanmayacak sanıklar, devlet tazminat ödeyecek yerlerine.

Telafi dersleri gibi tıpkı, tazminatla giderilemeyen yaralar ise mühürlü derisinde.

6 aylık bebeklerin ölümüne bile "ama" denilen bir coğrafyada Resmi Gazete'ye kadar geliyor öyküler bir tarihte, ne kadar üzerinden geçilmek istense de.