Genelev duvarından atlayan Başbakan kimdi?..

Meselâ bir devlet adamımızın gençliği bile ne kadar “sulu, neşeli, şen, şakrak” geçerse geçsin.....

Dilek Yaraş’ın “Köşe yazarlığı ciddi bir 'iş’tir” deyişi aklımı başıma getirdi…
Aslında ne kadar doğru ama bir o kadar da “acı” bir gerçek…
Çünkü “ciddi” iş demek bizim milletimiz için “asık suratla” yapılan iş demektir…
Örneğin dans etmek “ciddi bir iş olmadığı için”, bizim devlet adamlarımız, bürokratlarımız dans ederken hiç gülmezler…
Yine meselâ bir devlet adamımızın gençliği bile ne kadar “sulu, neşeli, şen, şakrak” geçerse geçsin, ilerleyen yıllarda "koyu lacivert elbiseli olarak" anlatılır...
İsterse “çiçek çocuk olsun”…
Turgut Özal merhum, delikanlılık yıllarında İzmir kerhanesinin duvarından arkadaşlarıyla birlikte nasıl atladıklarını anlatmıştı da az daha “linç” edilecekti kimi siyasi muarızları (bilhassa “muarız” yazdım) ve muhalifleri tarafından…
Yahuuu…
Madem ayıp o kerhaneler neden her köşe başında açılmasına izin veriyorsunuz?..
Neden oralardan aldığınız vergilerle (ki o evlerden birinin sahibi yıllarca “İstanbul Vergi Rekortmeni” olmuştu) camiiler, okullar yapıp, imamlara ve öğretmenlere maaş ödüyorsunuz?..
Ne yani?..
Kerhanelerden toplanan vergilerin üzerinde “işbu vergi bilmem nere kerhanesinden alınmıştır” mı yazıyor?..
Yooo…
Şimdi aklıma geldi…
 
[page_end]
 
Neyzen (Tevfik tabii, başka hangisi olacak) içkiyi bıraktığına dair İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Fahrettin Kerim Gökay’a söz vermişti…
Neyzen bu…
Rahat durur mu?..
Yine içti ama kaçak olarak…
Bir gün akşamüstü Saraçhanebaşı’nda minik Vali Gökay’a yakalandı, koltuğunun altında bir büyük rakı ile…
Saklayamadı da…
“Ne o Neyzen?”
“Rakı muhterem Vali Bey.”
“Hani içmiyordun?”
“Arkadaşla beraber ortak alalım dedik de…”
“O halde sen kendi payını dök bakalım.”
“Dökemem.”
“Neden dökemezmişsin?”
“Benim payım şişenin alt yarısında da…”
Bizim kerhane vergileri de o hesap olsa zahir…
Neyse…
 
[page_end]
 
Farkındasınız…
Köşe yazarlarımız içinde kendiyle dalga geçebilen de çok az…
Bazen Ahmet Hakan yapamaya çalışıyor…
Gelin görün ki başkası yapınca buna çok kızıyor…
Yani kendine karşı hoşgörülü sadece…
Ankara valilerinden Nevzat Tandoğan demişti ya “Komünizm gerekirse onu da biz getiririz” diye…
Ahmet Hakan da o hesap:
“Benimle kafa bulunacaksa onu da ben kendim yaparım size ne?”…
(Sahi… Ne oldu şu ameliyat durumu… Bilgi verse de öğrensek).
Neyse…
Nazım Hikmet, “şair” olarak bilinir ama “köşe” yazmışlığı da çoktur…
Ve kendiyle "kafa bulduğu" da...
 “Beni karikatürize etmek çok kolay” demişti bir gün. “Bir patates al eline; yukarıdan iki kürdan batır, iki de aşşağıdan, tamam!"
Hadi bakayım kendini böyle tarif edecek birini bulun bu gün…
Pardon…
Eğer “Köşe yazarı” sayılırsam ben de bir analizimde “yüzüne bakılmayacak kadar çirkin olduğum için fotoğrafımın yayımlanmasına izin vermediğimi” yazmıştım…
Ama…
Ben yüzümü yakından ve günde defalarca gördüğüm için o tarifim “gerçekçi” idi…
Kendi tipimle “alay” etmemiştim yani…
Yoksa ben de, benimle kafa bulamam…
Bulana da öfkelenirim…
İnanmayan, öfkeme hedef olanlara sorsun…
Hâsılı…
Büyük Usta Nazım Hikmet’in yaptığı (ki çok yakışıklı bir adamdı ve yüzü son derecede biçimliydi) “sıfır kompleks” ti…
Hıncal Uluç meselâ…
Kendini dünyanın en yakışıklı adamlarından biri olan Sean Connery’ye benzetir...
Ama…
 
[page_end]
 
“Yok yaaa… Sen daha ziyade Tely Savalas’a benziyorsun” deseniz kırılır, yüzünüze bakmaz bir daha…
Hoşgörülü de değiller günümüz köşe yazarları…
Karşılıklı atışırken zekâlarını kullanmak yerine “kaba bir dil” kullanmayı tercih ederler…
Orhan Veli, kendisini eleştirdiği iddia edilen “Elit Çevre Komünisti Nazım Hikmet”e şöyle cevap vermişti…
 
Uyuşamayız yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslanağzında;
Sen aşk rüyaları görürsün, ben kemik.
 Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü…
 
Söylemeye gerek var mı?..
Ciğercinin kedisi varlıklı bir aileye mensup olan Nazım Hikmet’ti…
Ama…
Aynı Orhan Veli, Nazım Hikmet'in tahliye edilmesi için “açlık grevi” yapmıştı…
Allah korusun ama yarın bir gün Ertuğrul Özkök yazılarından dolayı cezaevine düşse, karşı mahalleden hangi yazar Özkök’ün tahliyesi için açlık grevi yapar?..
Aman ha…
Sanmayın ki Fehmi Koru’nun başına gelse aynı şey,Bekir Coşkun ortalığı ayağa kaldırır…
Yok canım…
Bir de kafa bulur üstüne üstelik…
Demek istemem şu…
 
[page_end]
 
Nazım ve Orhan Veli karşılıklı olarak çok atışmışlardı ama ikisi de birbirine saygıda kusur etmemişlerdi…
Ne Orhan Veli, “Vatan Haini” demişti Nazım için…
Ne de Nazım, Orhan Veli’ye “Halk Düşmanı” demeyi akıl edebilmişti(!)…
Orhan Veli, sürekli “Hürriyet” diye çırpınan Nazım’a şöyle takılmıştı bir şiirinde:
 
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere.
 
Nazım yıllar sonra “Oğlum” diye seslenmişti Orhan Veli’ye:
 
Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda çıplak bir adam
durmuş düşünür.
Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.
 
Bir de bu güne bakar mısınız?..
Nasıl da küfür kâfir girişiyorlar birbirlerine…
Oysa Dilek Yaraş haklı…
Köşe yazarlığı çok ciddi bir “iş”tir…
Hem de kendisiyle alay edebilecek kadar…
Başkalarının alaylarını hoşgörüyle karşılayacak kadar…