Fatih Altaylı'nın suçu ne?..

'Yiğitsin derler candan ederler. Cömertsin derle maldan ederler'…

ADNAN BERK OKAN

Yazının başlığı bir dizi film başlığını çağrıştırıyor biliyorum ama o başlıktan daha "anlamlısını" bulamadım...

Fatih te diyor ya; "Tecavüzcünün hiç mi suçu yok?" diye, aynen öyle...

Ben tecavüzcüyü suçlayanlardanım...

Efendim...

Shakespeare;

"En büyük güven, korkularda gizlidir" der...

Çevrenize bakar mısınız lütfen?..

Siyasetçilere…

İşadamlarımıza…

Ve en çok da medyamıza…

Kamuoyu araştırmalarına göre her yüz kişiden sadece on dokuzunun “güven duyduğu” medyaya…

Hemen herkes güvenini korkularına gizlemiş…

Ve hemen herkes, bir şeylerden korkuyor...

Korkuyor ve bu korkularının sonucu alınan/aldığı önlemlerden güven duyuyor... Ya da; güven duyduğunu sanıyor...


Dikkat edin lütfen…

O hale geldi ki korkularımız…

İnternet yasaklarından sonra şimdi de taksicilere “dedikodu yasağı” getiriliyor…

Neden?..

Çünkü her taksici aynı zamanda bir propagandist…

Çok kişi memlekette olan biteni bindiği taksinin sohbet sever şoföründen öğreniyor…

Yani…

İnternette yasaklansa bir yolsuzluk haberi, taksici onu ballandırarak anlatacak yolcusuna…

 

Geleyim yine medyanın güvenilmezliğine…

Peki…

Kamuoyunun güven duymadığı bu medyanın güvenilmezliğinde okurun hiç mi kusuru yok?..

Siyaset baştan ayağa masum mu?..

İşadamlarımız sütten çıkmış ak kaşık mı?..

Sözü Cüneyt Özdemir’in 5N1K’sına ve haliyle dün geceki konuğu Fatih Altaylı’ya getireceğim.

Bir dönemler, hem de medyada en çok sevdiğim, değer verdiğim, dürüst, özü sözü bir bulduğum halde en çok eleştirdiklerimin başında Fatih Altaylı geliyordu…

Neden mi?..

Çünkü benim medyada tanıdığım, tanıştığım ilk genç gazetecilerden biri olan o dobra dobra Fatih gitmiş yerine idare-i maslahatçı Fatih gelmişti…

Bir gün çok sevdiğim, saygı duyduğum ve güvendiğim bir ortak dostumuz; “haksızlık ediyorsun Fatih’e” dediğinde tabii ki ağzımdan ilk çıkan kelime; “neden?” oldu?..

“O gazeteyi hangi şartlarda çıkardığını, nasıl yayıma verdiğini bilsen onu o zaman çok iyi anlardın” diye verdi cevabını...

"Anlat o halde" dedim...


Ve anlattı…

Anlattıklarını o günden sonra dün gece ve “kısmen” Fatih’ten dinledim ilk kez…

Cüneyt sordu, Fatih gazetecilikle ilgili olan kişisel dertlerinin sadece bir kısmını dökebildi…

Neden tamamını değil?..

Eğer tamamını dökseydi işte o zaman daha çok eleştirirdim Fatih’i..

Nedenini sormayın…

Çünkü Fatih'in patronu da köhnemiş sistem gereği, sahibi olduğu bütün şirketleri siyasal iktidarın iki dudakları arasında kürdan gibi oradan oraya gezdirilen işadamlarından...

Bir kanun maddesi...

Ya da üç - beş vergi denetçisi...

Birkaç milyar lira vergi cezası bitti...


"Yok canım, daha neler?" demeyin...

Aydın Doğan'ın başına geleni hatırlayın...

Ve...

Sahibi olduğu Divan Oteli'nin yöneticileri Gezi Parkı protestocularına yardım ettiği için KOÇ'a yazılan bir milyara yakın vergi cezasını anımsayın...


Şimdi de...

Fatih'i neden çok iyi anladığıma geleyim...

İnsanı insan yapan değerlerden biri sorumluluk duygusudur

Bilhassa devlet ve şirket yönetiminde “sorumluluk” duygusu yoksa ortada hiçbir değer yoktur…

Bir devlet adamı bazen ülkesinin içinde bulunduğu koşullarda öyle kararlar alır ki...

Sorsanız kendisi bile sebebini anlatacak kelimeleri bulamaz..

Oysa...

Ortada sadece kendi kişisel kaybı olsa çekip kapıyı gideceği andır o an…

Ama gidemez…

Dokuz kere yutkunur ve sorumluluğunu yüklendiği milyonlarca yurttaşının geleceğini düşünür…

O anda kişisel gururunun yok edilmesi umurunda bile değildir…

Değerli olan yurttaşlarının geleceğidir…

Burada "devlet adamı" yerine bir "Üst düzey yönetici" yazın bir şey değişmez...
 

Tarihimizden bir örnek vereyim…

Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey her kürsüye çıkışında Mustafa Kemal’e hücum ediyor, gururunu kırıyordu…

Neden mi?..

Misak-ı Milli sınırları içinde kaldıkları halde Musul ve Kerkük’ün geri alınması için orduyu görevlendirmeyişine kızıyordu Ali Şükrü Bey…

Mustafa Kemal’i cesaretsizlikle suçluyordu…

Mustafa Kemal ve korkaklık…

Normal şartlarda yan yana getirilemeyecek iki kelime…

Ama susuyordu Mustafa Kemal…

Başkomutan olduğu halde orduya “hücum” emri vermiyordu…

Bir gün dayanamadı kürsüye çıktı…

“Askerin ayağında postal, sırtında palto, matarasında su yok” dedikten sonra bir süre Ali Şükrü Bey’in yüzüne baktı ve sonra devam etti:

“Ve atacağı mermisi yok… Bütün bunlara rağmen Yüce Meclis ordumuza emrederse yarın Musul ve Kerkük’ün üzerine yürürüz…”

Mebuslar Mustafa Kemal’in bu açıklamasını alkışlarla karşıladı.

Ali Şükrü Bey’in macera hevesini ise kınadı…

 

Bu olayı neden mi anlattım?..

Açayım…

Fatih dün gece konuşmasının bir yerinde şunları söyledi:

“Ben bırakırsam ne olur? Ben bu çocukların ev taksitlerini biliyorum, masraflarını biliyorum. Benle kader birliği yapmış 400 tane arkadaşımın sıkıntılarını nasıl karşılayacağım? Benim yerime Mehmet geldi. Ben bu arkadaşla çalışmam dedi. 400 tane onurlu, şerefli, düzgün gazeteci işsiz kalmayacak mı? Yoksa elbette bırakmak kolay….”

Evet…

Bir yönetici kişisel gururunu tatmin etmek, kibirlerinden taviz vermemek için bazen vurur kapıyı gider…

Peki ya sonrası?..

Sonrasında neler olacağını hesaplamayan, öngöremeyen birine “sorumlu kişi” denir mi?..


Gazetecilik “Ekip İşi”…

Medya yöneticileri bir gazeteden/TV’den diğerine en güvendikleri çalışma arkadaşlarıyla birlikte giderler…

Medya dünyamızda güvendiği bir genel yayın yönetmeniyle gidip onun beceriksizliği ya da kişisel ihtirası yüzünden beş – on yıldır işsiz dolanan gazeteciler var…

Yani…

Bir gazete yöneticisinin çekip gitmesi o kadar da kolay değildir.

Bütün medya dünyası bilir ki Fatih, babası merhumdan kalan servetle torunlarının bile hayatını garanti altına almıştır…

Bugün çekse gitse, patronuna da diğer patronlara da ihtiyacı yoktur…

Hatta bazen çekip gitmiştir de…

Ama…

O gittiği gün kendisinden başka hiç kimsenin sorumluluğunu taşımadığı gündür…

Oysa bugün, o gün değildir…

Bugün çalışma arkadaşları ve bir ailesi var Fatih’in…

Ve…

Bütün baskılara rağmen, Başbakan’ın uçağına alınmayacak kadar “objektif” gazetecilik yapabildiği gerçeği…

Doğrudur...

İstifa ederse yerine gelecek olan arkadaş mutlaka Başbakan'ın uçağında baş köşede yeri olanlardan biri olacaktır...

Ama...

İğneyle kuzu kazılarak, büyük mücadelelerle kazanılmış o muhteşem marka Sabah'ın durumuna düşecektir...

Bence bunu sadece Fatih değil Ciner de göze alamaz...

Dünyanın en meşakkatli işlerinden biri "Marka" yaratmaktır... 


Bugün Fatih’i eleştirenler…

“Bas git” diyenler bir de bu pencereden baksınlar olaya…

Sorumluluk sahibi bir yöneticiye "bas git" demek kolay...

Ama...

Sorumluluk sahibi bir yöneticinin basıp gitmesi o kadar kolay değildir...

Yani "bas git" diyenlerin “Bekâra karı boşamak kolaydır”
atasözünü kanıtlamalarına ihtiyaç yok...

Çünkü bekâra karı boşamak kolaydır…

Ama bunu gidin bir de evlilere sorun…

Takma kafana Fatih…

İnsanoğlunun en değişmez özelliğidir egoizm, bencillik, sadece işine yarayanı kabullenmek...

"Önce ben" diyenlerin sayısı “empati yapanların” sayısından kat ve kat fazla bu âlemde; ne yazık ki...

"Önce ben" diyenler dünyanın merkezi olarak kendilerini görüyorlar...

"Önce can, sonra canan" atasözünde olduğu gibi…

Ama…

Sıra başkasına geldi mi; aslan kesiliyor mübarekler…

Son sözüm şu Fatih

80 gün hapis yattığım (Ben 80 gün yattım, Başbakan Erdoğan 120 gün) Pınarhisar Cezaevi’nde bizim koğuşun duvarına şöyle bir yazı asmıştı mahkûmun biri:

“Yiğitsin derler candan ederler. Cömertsin derler maldan ederler”…

Aldırma kardeşim yoluna devam et…


Haaaa…

Birileri utanmalı mı gazetende ve sizin televizyonda bu yaşananlardan?..

Evet, utanmalı elbette ama…

Unutma ki utanması gereken o kişi sen değilsin…

Bırak asıl utanması gerekenler utansın…

Bırak, mesleği gazetecilik olmadığı halde maaş bile almadan medya yöneticiliği yapanlar çekip gitsin…

adnanberkokan@gmail.com