Ertuğrul Özkök istifa edecek…
“Bu, uzun görünen ama bir içimlik su gibi tat veren makaleyi lütfen okuyun” diyoruz…
GAZETECİLER.COM
Ertuğrul
Özkök'ün istifa edeceğini biz
söylemiyoruz…
Yenişafak’ta Dücane Cündioğlu’nun öngörüsü bu…
Cündioğlu,
hiç “okutma hilesi” yapmadan en başından
seslendiriyor bu tespitini.
Önce
sonucu yazmış… Sonra sebebini…
Biz de bu mükemmel “Özkök Analiz”ini, (yazanı
kıskanmadık ama gıpta ettik) makalenin altındaki, “yayınlanan köşe
yazısı/haberin tüm hakları Diyalog Gazetecilik San. ve Tic. Ltd.
Şti.'ne aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı
özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe
yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan köşe yazısı/habere aktif
link verilerek kullanılabilir” yasal uyarısına rağmen aynen alıp
yayımlıyoruz.
Çünkü bu güzelim makaleyi ”lütfen tıklayınız”
diyerek yarıda kesmeye kıyamadık…
Aksine…
“Bu, uzun görünen ama bir
içimlik su gibi tat veren makaleyi lütfen okuyun”
diyoruz…
Kendi Kalesinde Bir Nöbetçi: Ertuğrul
Özkök
Bir kehanetle başlamak istiyorum bu
yazıya.
Eğer, iki saatlik müşahedemin bir kıymet-i
harbiyesi varsa, Ertuğrul Özkök, çok uzun olmayan bir zaman
diliminde, ben'ini tercih edip Genel Yayın Yönetmenliği'nden istifa
edecek!
Neden mi böyle bir kehanette
bulunuyorum?
Şundan: Bu sefer gerçekten çok yorulmuş.
Özgürlüğe ihtiyacı olmalı.
Özgürlüğün özünü ise, bir kez daha
penceremden dışarıya bakmayı becerebildiğim takdirde ele
alacağım.
“Düzenli kaos” çatışkısını şerh ederken
yani.
***
- “Beni bir yılan takip etseydi beli
kırılırdı.”
“Sırf, bu sözü söyleyecek denli kendisini iyi
tanıyan birini dinlemek istediğim için orada olacağım” diye
yazmıştı sanatçı bir arkadaşım, duyuru davetiyesinin
kenarına.
Kasdettiği kişi, Hürriyet Gazetesinin Genel
Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'tü.
Duyurunun konusu ise, Özkök'ün Bersay
İletişim Enstitüsü'de yapacağı “Türkiye, Siyaset ve Medya” başlıklı
konuşmaydı.
Biraz da beni kışkırtmak için uyguladığı bu
yöntem pekâlâ amacına ulaşmıştı. Çünkü 19 Kasım 2009 Perşembe
akşamı BİE'deki küçük topluluğun arasında ben de
vardım.
Özkök'ün, kendisini, arkadaşımın dediği
kadar, iyi tanıyıp tanımadığını merak etmiştim.
Öyle ya, ne büyük bir iddiadır şu kendini
tanımak! Tüm hikmet tarihinin biricik mukaddes gayesi! Gerçekte, en
soylu amaç (gaye-i kusvâ); veya en temel yöneliş (maksûd-ı aslî)...
Son durak yani!
Kendine yontmak değil, bilâkis kendini
yontmak! En sonunda bilinçli bir çabanın mahsulü hâline
gelebilmek... yavaş yavaş, gayretle, tutkuyla, olmaya/tamamlanmaya
çalışmak... dervişler gibi, yolun sonunda, “hamdım, çiğdim, piştim
elhamdülillah!” demeyi düşleyebilmek...
Zor zenaattir, “Kendini tanı!” buyruğunun
gereğini yapmak! Çünkü kendini tanıması, insanın, en nihayet kendi
ihtişam ve sefaletini tanıması demektir. Yani kendiyle
yüzleşmesi... kendi hakikatini bilmesi... Kısaca söylemesi en
kolay, yapması en zor iştir insanın kendini tanıması!
***
O akşam, ne siyaset, ne de medya ilişkileri
umurumdaydı. Bendeniz, medyanın zirvesindeyken asıl, 'insan'dan
nelerin arta kalmış olabileceğini merak ediyordum
sadece.
Konuşmacı, yaşamında zamandan artakalanı
önemsemiş görünüyordu; bense hep yaşamım boyunca insandan
artakalanı önemsemiştim.
Perşembe akşamı, aradaki farkı pekâlâ
yakından görebilirdim. Bir akşamlığına mağaramdan çıkmayı seve seve
kabul ettim bu yüzden.
İÇTEN GİBİ GÖRÜNDÜ
Konuşma yaklaşık 2 saat kadar sürdü. Özkök,
konuşması boyunca içten davranmaya çalıştı, başarılı da oldu. Çünkü
yeterince içten göründü.
Salon çıkışında, yüzümden, intibalarımı
okumaya çalışan sanatçı arkadaşıma, “Seni yormayayım” dedim; “Kendi
hesabıma ben Özkök'ü sevdim, görünen o ki ömrü boyunca nasıl
varolacağına karar verememiş bir zekâ: olmak (être) yoluyla mı,
sahip olmak (avoir) yoluyla mı?”
Arkadaşım hemen yüzünü ekşiterek sözümü
kesti, “Ben hiç etkilenmedim!” dedi, “Samimi değildi çünkü!” Oysa
ben, kimi yorumlarına katılmasam da bilhâssa kendisiyle ilgili
analizlerini pekâlâ içten ve samimi bulmuştum. Kimse kendi
gölgesinin dışına sıçrayamaz. Ben'in bıraktığı izler, kişinin
başkalarına göstermek istediklerinden hep fazladır.
Zannedilenin aksine, hakikatte insanın en iyi
ölçebileceği hâldir içtenlik! İçtenlik kavranılmaz. Kavramı da
olmaz bu yüzden. Fakat hissedilir. (Meselâ düşüncelerimden
kuşkulanabilirim ama sezgilerimden aslâ!)
Buna mukabil, Özkök, medya-siyaset
ilişkilerini açıklamaya teşebbüs ettiği her defasında
inandırıcılığını büyük ölçüde yitiriyordu, çünkü salondakilerden,
'tarafsız' bir gözlemciymiş gibi konuştuğuna inanmalarını talep
etmekten kendini alamıyordu. En büyük hitabet zaafıdır nesnel
gerçeklerden ve yüksek ilkelerden hareket eden 'tarafsız' bir
gözlemciymiş gibi görünmeye çabalamak.
Halbuki bir konuşmacının tarafsız değil,
dürüst davranması, yorumlarına kıymet kazandıracak asıl özelliktir.
Taraf ol, ama yeter ki dürüst ol!
Not: Retorika'yı 'belâğat' kelimesiyle
karşılayıp “belâğat şehveti” şeklinde bir tabir kullanıyorlar ki
tamamen yanlıştır! Retorika'nın karşılığı belağat değil,
hitabet'tir. Bu yüzden belâğat şehveti'nden edebiyat, hitabet
şehveti'nden boşluk hâsıl olur. Özkök'ün konuşmasında belağat vardı
ama hitabet şehveti neredeyse hiç yoktu.
'TARAF'IN İKNA ÇABASI
Burada sorun şu ki taraf olan biri aynı
zamanda ne kadar dürüst olabilir?
Hitabetin başarısı da budur zaten:
Muhatablarını hem taraf, hem dürüst olduğuna
inandırmak!
Özkök, sadece kendi hakkında konuştuğu
anlarda bu iki sıfatı üstlenmekten çekinmiyordu. Çünkü o anlarda,
“Ben benden yanayım!” demekten utanmıyordu. İş, medya-siyaset
ilişkilerine gelince, çarpışan “bizler/onlar” içerisinde 'ben'in
hakikati hemen buharlaşıveriyor ve narsisizm, nefis balonunu
şişirdikçe şişiriyordu.
O balonu kötücül iğnelerden korumanın ne
denli zor bir iş olduğunu bilmeyen heveskârlar, Hürriyet Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni'nin çektiği ızdırabı aslâ
anlayamazlar.
Neredeyse bir ömür boyunca nefis kulesinde
nöbet tutmak zorunda kalmak!.. Bu, hakikaten çok büyük bir
trajedi!
Elleri kan içinde. Neden? Elbette, iğneleme
teşebbüslerine karşı zaman zaman yumruklarını
kullanmaktan...
SEN ZATEN BİR HİÇSİN
Bu trajik hâli iyi bilirim. O nedenle elimde
iğne taşımıyorum.
Yazım bir eleştiri yazısı da değil bu yüzden.
Ömrünü insanı, insandan artakalanı anlamaya/yorumlamaya ayırmış bir
nefsin, kendine zamandan artakalanla yetinmeyi reva gören bir başka
nefisle diyalog teşebbüsü!
Şişinmiş bir nefsin etrafında düşman iğnelere
karşı bir ömür boyu nöbet tutmaya değer mi bu hayat?
Sen zaten bir hiçsin! Tıpkı benim gibi. Bizim
gibi. Herkes gibi. İnsansın çünkü.
GÖNÜL AYNASININ ÖNÜNDE
Özkök'ün hiç bakmamış olduğu bir aynayı
tutuyor değilim elimde! Bilâkis ben kendisinin bu aynaya zaman
zaman baktığına ama onun önünde uzun süre kalamadığına inanıyorum.
Kendi aynasının önünde... yani aklının değil,
gönlünün...
Umre bir fırsattı oysa. Fakat olmak (être)
yerine sahip olmayı (avoir) tercih etti nefis! Mülkiyeti...
başkalarının bakışında kazanılacak yeri... toplumsal
itibarı...
'Mekân' kelimesinin 'kevn' (olmak) kökünden
türediğini, biri hatırlatmalıydı onlara! Kendiyle başı belâda olan
yolculara, insanı insana insanda gösterecek o aynadan haberdar
etmeliydi.
BEDELİN ADI KAYGI
İki saatlik konuşmanın hâkim vasfı
otobiyografikti.
Öyle ki Özkök'ün, konumu gereği,
medya-siyaset ilişkilerini (mevcut gerilim ve çatışmayı) bile
içselleştirmedikçe okumayı beceremediğini düşünüyorum. Meselâ
'siyaset' sözcüğünü iki saat boyunca 'iktidar' (çokluk AK Parti
iktidarı) anlamında kullandı; 'medya' sözcüğünü de “Doğan Medya
Grubu” anlamında.
Bu benmerkezci bakışaçısını yanlış bulduğum
düşünülmesin. Bilâkis doğal olanı budur, elbette olması gereken
de...
Sorun, konuşmacının, konuşma stratejisini
hakikat hiç de böyle değilmişcesine sürdürmek istemesinde. Bu
isteğin gerekçesi malum olmalı: nesnel (objektif) görünmeye
çalışmak.
Niçin?
Şunun için: Özkök, kendi hakkında konuştuğu
takdirde, subjektif davrandığını saklamaya gerek duymuyor; zira bu
tavır, dinleyicilere 'içtenlik' mesajı vermesini kolaylaştırıyor.
“Bence bu böyle kardeşim, işine gelirse!” diyor. Dinleyicilere de
“Ne kadar samimi adam!” demek kalıyor.
Halbuki tartışma medya-siyaset,
ordu-demokrasi, vb. konulara geldiğinde, subjektif olmak
tarafgirlik anlamı kazanıyor. Kendisine taraf olunan hususlar da
pek öyle yüksek hakikatlerle ilgili olmayınca, bu sefer objektif
bir dil kullanmak ihtiyacı başgösteriyor.
İçtenliğinin yara aldığı nokta, kanımca, tam
da burası!
Özkök 'ben' derken ne kadar içten bir görüntü
vermeyi başarıyorsa, 'biz' derken o kadar inandırıcılığını
yitiriyor.
Hele hele 'ben'ini koruma altına almak için,
'biz'e göğsünü siper ettiğinde, teğelleri iyiden iyiye görünmeye
başlıyor. Çünkü sahip olmazsa olamayacağına inanıyor. Kendilik
tasavvurunu sahip oldukları üzerinden kurgulayan her nefsin temel
çelişkisi budur. Tıpkı unvanı elinden alındığında bir 'hiç' haline
geleceğine inanan bürokratlar gibi.
Ütopyası kalmamış Özkök'ün. Yani geleceğe
inanma yetisi.... Yani umudu...
Yaşlanıyor çünkü. Bencilleşmesi kaçınılmaz.
Yolun başındayken 'olmak' yerine tercih ettiği “sahip olmak”
tutkusu, şimdi, bir süreden beri “sahip olduklarını kaybetmemek”
(mülkiyetin sürekliliği) kaygısına dönüşmüş durumda.
Kendilik kurgusunun bu kaygıyı beslememesi
imkânsız. Çünkü nefis kalesinin kapısında sürekli nöbet tutmaktan
yorulmuş bir zihnin ödeyeceği bedelin adıdır kaygı.
Ah tevazu ah! Kibir ve tekebbürün, yani büyük
olmanın değil, güya büyük görünmenin bedeli işte bu doldurulması
mümkün olmayan boşluktur.
Yani korkunun gerçek sebebi!
Evet, korkunun her türü!
[Amiş Efendi'ye kulak vermenin tam sırası:
“Bir şeyin olup olmaması sence eşit değilse henüz olmamışsın
demektir evladım!”]
NEYİNİ KAYBEDEBİLİRSİN Kİ
- “İlkokuldayken elele tutuşup hızla
döndüğümüz bir kızın ellerini aniden bırakıverdim. Kız ellerimden
kurtulunca duvara çarpıp düştü. Bu zengin kızına karşı yaptığım
hareket benim ilk Marksist eylemimdi. Bir daha böylesine büyük bir
eylemim olmadı. Utanmıştım.”
Yoksul bir mahallede oturduğu hâlde zengin
çocuklarının okuduğu bir ilkokula devam etmenin yüreğinde açtığı
yaraları açıklıkla itiraf eden Özkök'ün Perşembe gecesi anlattığı
bu çocukluk anısının bende uyandırdığı dehşeti saklayamayacağım.
Çünkü bu anı parçası bile, tek başına, kendisinin, 'olmak' yerine
“sahip olma”yı seçmesinin duygusal nedenlerinden birini ele
veriyor.
Yoksulluk bir çocuğun içine bu kadar mı
işler?
- “Yüzde 75'imiz hayatımızın sıfırlanacağı
kaygısını yaşamışızdır.”
Hayatının sıfırlanacağı korkusu, Ertuğrul
Özkök'ün en büyük korkusu. Bunu sıklıkla dile de
getiriyor.
Böyle bir duyguyu taşımakta bir beis yok,
ancak bu sıfırlanma korkusunun ekonomik bir mânâyla sınırlanması
hakikaten şaşırtıcı. Hakikatte bir tüccar bile böylesine bir
sıfırlanma korkusu içinde yaşamaz, nerde kaldı ki yüzde 75'imiz bu
korkuyu ebedileştirsin?
Dikkat etmeli, iflas korkusu değil,
sıfırlanma korkusu!
İnsan öldüğünde bile sıfırlanmazken, nasıl
olur da hem de başarılı bir gazeteci bu korkuyla kendini yiyip
bitirebilir?
Neyini kaybedebilirsin ki!
Paranı? Malını? Sağlığını? Canını?
Makam-mevkiini?
Özkök için, görünen o ki, galiba en önemlisi
sonuncusu.
Sahip olmak yoluyla “olma”ya çalıştığı için
bu böyle!
“Ne varlığına sevinirim, ne yokluğuna
erinirim!” dese, sanki sorun hallolacak gibi ama yıllarca dişiyle
tırnağıyla kaza kaza elde ettiği bir konumdan uzaklaşmak her
babayiğidin harcı değildir.
Nereye geldiği kadar, nereden geldiği de
belirliyorsa yaşamını, çaresiz, yaşamın öğretmenliğine bırakacağız
hakikatin idrakini!
ÇİNÇİN BAĞLARI KORKUSU
- “En büyük kabusum sarı ışıklı tabelasında
“Etlik-Çinçin Bağları” yazan minübüs görüntüsüdür. Uçaklardaki o
sarı 'Exit' panosu bile bana bu minübüsü ve çamurlu paçaları
hatırlatır.”
Özkök, nefis kalesinde boşuna nöbet tutmuyor.
Vehimleri var: korkuları....
Etlik-Çinçin bağlarına geri dönmekten
korktukça, çaresiz nöbet tutacak!
Bir defasında şöyle karalamıştım,
tekrarlamakta hiçbir beis yok!
İtaat ve ibadet, özü itibariyle yaşama bir
anlam verme etkinliğidir. İnsan, boyun eğmek suretiyle özgürlüğünü
kazanır. Çünkü boyun eğmek suretiyle yaşama anlamını verir;
bağlanmak ve bağımlı olmak suretiyle…
Bağlılık, bağımlılık, çağdaşlarımız nezdinde
sevilmez kelimelerdir, bilirim. Lâkin yine de itiraf etmek
zorundayız, insanın özgürlüğü bağlılık yetisiyle
koşullanır.
Bir üst ilkeye, bir üst noktaya, bağlanamayan
bireyler, aslâ özgür olamazlar!
Yaşamın çukurları ve tepeleri karşısında
zaman zaman gerilemek, eğilmek ve en nihayet aczini hissetmek,
yaşamın gerçekliğine boyun eğmekten başka ne anlam taşır
ki?!
Gücü kendisinden çıkarsayabileceğimiz bir
zayıflığa ihtiyacımız var; yani bize yaşam karşısında mütevazı
olmayı öğretecek yenilgilere…
Zayıflığı da, gücü de yenilgiler dolayımında
hisseder insan; aynı anda… bir anda…
VE tevazuyu öğrenir; acziyeti ve
bağlılığı…
Artık adım atacaklar için özgürlüğün kapısı
açılmıştır!
Boynunu eğ, ve içeri gir!
Kendisiyle başı belada olan biri
Mahremiyetin kırmızı çizgisini açmak istemem
ama bu hıncın yoksullukla ilgili olduğuna inanmıyorum. Özkök'ün
ailesinin hatırladığı kadar yoksul olduğunu da
düşünmüyorum.
Sorun, sanırım, 'göçmen' (muhacir) bir aileye
mensubiyetle alâkâlı! Yurtsuzluk duygusu! Vatan-anavatan çatışması!
Her defasında ayağın altındaki zeminin kaymasından korkmak!
Mübadele psikozu! Ebedî yabancılık!
Aksi takdirde, “Ekşi Sözlük'te Ertuğrul Özkök
adı altında tasvir edilen o canavar ben değilim!” diye şaşkın
şaşkın kendisine bakabilir mi insan?
Bakabilir elbette. Kendisinden uzaklaştığı
ölçüde başkalarının bakışına ihtiyaç duyar kişi. Sadece kendini
sevmenin bedeli de büyüktür, ızdırabı da. Sevilmek ister insan!
Muhabbet ve hürmet görmek...
Niçin?
Merhamete mazhar olmak için!
Sadece kendilerini sevenler, adalet
duygularını değil sadece, merhamet duygularını da
kaybederler.
EGO HEYKELİNİ YIK
- “Her insanın en büyük tabusu kendisidir.
Ego heykelinizi yıkın!”
Dinleyicilere bu çağrıyı yaptı. Kasdettiği
sanırım kendisinden, çevresinden çok, siyasî iktidarı ellerinde
tutanlardı.
Mesajı açıktı:
- “Bugünün mağdurları yarının zalimleri
olursa, yarının zalimleri de geleceğin mağdurları
olabilir.”
Fakat bu çağrıyı niçin politik alana tahsis
edelim? Gelin hakikaten tabularımızı yıkalım. Egolarımızı.
Putlarımızı.
Kisvelerimizden soyunalım. Bizi bir şey
zannettiren kisvelerimizden, elbiselerimizden. Tasavvuf erbanının
dediği gibi, arayiş-i zahire (dış görünüşe) iltifat
etmeyelim.
İlk fırsat da heba edilmiş gibi. Çünkü
salondakiler Özkök'ün şu sözlerini tebessümle
karşıladılar:
- “İhramı giyip aynaya baktım, berbat
görünüyordum. Sonra beyaz pantolon ve bol gömlek giydim. Sting'e
benzemiştim. Ben de Kâbe'yi bu kıyafetle tavaf ettim.”
Herkese Kâbe'yi bir kez olsun muhakkak
görmelerini tavsiye etmekten kendini alamayan Özkök, ilk kez orada
bir “düzenli kaos”a rastladığını söyledi.
Hem kaos, hem kozmos! Mescid-i haram için
uygun bir benzetme gibi görünüyordu ama ben yine de bu benzetmenin
Özkök'e de yakıştığını düşünmekten kendimi alamadım.
ALTAYLI GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ
Konuşmanın büyük bir kısmını bile bile ihmal
ettiğim fark edilmiş olmalı. Yazmadım. Yazmayı da
düşünmüyorum.
Ancak kendi hesabıma, Ertuğrul Özkök'ün
çizdiği portreyi, meselâ Fatih Altaylı'dan daha derinlikli, daha
neşeli buluyorum. Özkök'ü önemsiyorum, çünkü her şeye rağmen
kendiyle başı belâda, kendiyle sorunu var en azından. Oysa
Altaylı'nın kendisiyle hiçbir sorunu yok! Dümdüz.
Olduğu gibi. Göründüğü gibi.
Üstelik hep haklı.
Ne diyeyim Hak yardımcısı olsun!