Ertuğrul Özkök: Hayatımda hiç olmadığı kadar öfkeliyim
“Hayatımda hiç olmadığı kadar öfkeliyim ve bu yüzden sık sık ülkemden kaçıyorum. Öfkemi dindirmek, o sesi duymamak için kaçıyorum.”
Ertuğrul Özkök, Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikayesi adlı romanın ardından yeniden medyanın dikkat çemberine girdi. Hürriyet gazetesinin ek olarak verdiği Radikal Kitap'ın son sayısına kapak olan Özkök, kitabı kadar medya ve son dönemdeki hayata bakışını da Çağlayan Çevik'in ses kayıt cihazına anlattı. İşte o sohbetten çarpıcı bölümler:
Aslında daha gazeteciliğe başlamadan önce Ankara
yıllarında edebiyat dergilerine yazdığınız yazılar olduğunu
biliyoruz. Gazetedeki birçok yazınız da Ertuğrul Özkök ne yazmış
diye değil, neden yazmış diye okunuyor. Peki Ertuğrul Özkök neden
bir roman yazar?
Başka zaman da söylemişimdir, şimdi de tekrar edeyim; ben kendimi
hiçbir zaman gazeteci olarak tanımlamadım. Yazılarımda da
gazetecilik yapmıyorum ben. Bir övünme sözü gibi anlaşılmasın
Gazeteciler Cemiyeti’ne de üye değilim mesela. Elbette bulunduğum
yere ve kurumlara saygım sonsuz. Ancak ben akademik olarak
sosyoloğum. Yazıları kaleme alış biçimimle de hikâye anlatıcısıyım.
Ben hikâye yazmayı anlatmayı seven bir insanım. Daha doğrusu bir
şeyin hikâyesini anlatmayı seviyorum. Ben siyaset yazılarımda da
aslında bir hikâye anlatıyorum. Gazetecilik kariyerimi ekonomik,
siyasi yargılarda bulunarak, haber vererek, fikrimi anlatarak
değil, bir şeyin/olayın hikâyesini anlatarak yaptım. Yavuz Gökmen,
Özal dönemi ile ilgili bir kitap hazırlarken söylemişti, Özal
döneminin en güzel tarihi senin yazılarından çıkıyor diye
belirtmişti. Çünkü birinci elden hikâye ediyordum.
Artık zamanı geldi veya benzer bir düşünceyle
yaklaşmadınız yani...
Samimiyetle söylüyorum bakın, benim hayatım hesaplı değildir.
Hiçbir zaman hiçbir şeyin hesabını yaparak davranmadım. İçimden
nasıl geliyorsa öyle davrandım. Hâlâ da öyle yaşıyorum. Romandaki
Ahtapot karakteri gibi, biraz tek hücreli, omurgasız. Hayat nereye
götürürse oraya giden bir insanım. Elbette bu zamana kadar okuduğum
yazarlar gibi veya adları edebiyat tarihine geçmiş adlar gibi bir
romancı olma iddiam yok. Ama zaten artık romancı diye bir kategori
kalmadığını da kabul etmeliyiz. O bildiğimiz ifadeyle edebi
kategori veya mesleki sınırlandırma kalmadığına inanıyorum. Herkes
bir şekilde bir hikâye yazıyor, bir şeyler anlatıyor. Artık herkes
kendi hikâyesini, romanını yazıyor. Yazmalı da. Ve bence bu
romanlardan, bir toplumun romanı da çıkıyor ortaya.
Tuhaf adlı kitabınızdaki gibi, gerçek-hayal belirsizliği
var bu kitabınızda da...
Doğru. Bu sefer iki ayrı roman karakteri üzerinden yapmaya çalıştım
bunu. Borges’i ilk okuduğum yıllardan beri; gerçekle hayalin
birbirine karıştığı, iç içe girdiği, neyin gerçek neyin hayal
olduğunun belirsizleştiği hikâyeler beni her zaman çok
etkilemiştir. Çünkü dünya biraz böyle şekillendi bugüne kadar.
Okuduğumuz tarihleri veya dini hikâyeleri düşünün; Hz. Muhammed’in,
Hz. İsa’nın hayatına dair neyi tam biliyoruz ki. Bize daha farklı
anlatılsaydı öyle bilecektik. Daha sonra havari olarak anılan
birileri böyle anlattılar böyle biliyoruz. Ama bunlar hayatımızda
birer gerçek olarak duruyor. En beğenilen hikâye yılın şampiyonu
olarak karşımıza çıkıyor ve “din” diyor birileri...
Katip prensipleriyle, Ahtapot da prensipsizliğiyle kendi
dinini kurup onu yaşayan insanlar aslında. Biraz Tuhaf’ta
değinmiştiniz buna. Başka yazılarınızda ve bu kitapta da büyük
günahlara dair sözler ediyorsunuz. Hatta cinsellik meselesini de
şehevi durumu kadar “günah”a girmenin cezbesi üzerinden ele
alıyorsunuz...
Çünkü dinle meselesi olan bir insanım. Ancak, bütün insanlığın
meselesi dinle ilgilidir. Hele hele bugün dünyaca; İbrahim’in,
Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in döneminden çok daha fazla dinlerle
mesele içinde olduğumuz bir dönemdeyiz. IŞİD’i başka nasıl
açıklayabiliriz, 21. yüzyıla gelmişiz hâlâ Hıristiyan, Müslüman,
Yahudi diye ayrımlarla hatta kendi içlerindeki mezhep gerilimlerini
nasıl açıklayabiliriz başka?
Ne yazık ki dinlerle olan meselemizi hâlâ “terör”
üzerinden konuşuyoruz bu zamanda bile!
Çünkü bizim şahsi hayatımızın dinlerle sorunu var. Dinler bizim
adımıza bir ahlak kitabı yazıyorlar ve buna mutabık kalmamızı
emrediyor. Peki mutabık olduğunu söyleyenler bile neden “zina”
yapıyorlar. Mutabıksak niye hâlâ dinin haram dediği şeyleri yapan
ve kendini dindar olarak adlandıranlar var? Yolsuzluklar
hırsızlıklar neden var? Siyasete girmeyeyim diyorum ama, ayakkabı
kutuları hâlâ ortada. Aslında bilinçaltımızda dinle mutabık
olmadığımızın göstergesi bunlar.
Başlarda, kahramanınız Ahtapot gibi hayat nereye
sürüklerse öyle davrandığınızı söylediniz. Kitabı okuyanlar sizi
muhakkak satır aralarında arayacaklar. Çünkü; siz yazılarınızda da
“ben”i anlatan bir yazarsınız...
Kitapta benim hikâyemi arayacak olanlara samimiyetle söyleyeyim, bu
benim hikâyem değil. Bunlar benim başımdan geçen olaylar değil, ama
benim korktuğum olaylar var bu kitapta elbette. Benim aklımdan
geçen meseleler var. Kitaptaki hissiyat, kahramanların korkuları,
kimi küçük üçkâğıtlar... evet onlar benim. Hissiyat itibariyle her
iki kahraman da benim, ama bu olaylar benimle ilgili değil.
Diğer taraftan, evet “ben” diye konuşmayı seven bir insanım.
Bununla ilgili de çok eleştiriliyorum, bunun da farkındayım. Ama bu
toplumun en büyük sorunlarından birisi “ben” diye
konuşamamaktır. Biz “ben” diye konuşamayan bir nesillere sahibiz.
Hepimiz öyleyiz. Tam ben diye konuşabilmeye başladığımıza
inandığımız, daha doğrusu başlayacağımızı sandığımız dönemde
birileri çıktı ve “ben” diyemezsiniz efendim diye bağırmaya başladı
hepimize. Fethullah Gülen’in bir yazısında okumuştum; “biz” diye
giriyordu söze; “biz duvardaki tuğlalardan biri olduğumuz zaman
gerçek anlamda insanlık halimize geçeriz,” diyordu. Ben de tam
tersine inanıyorum, o duvardaki tuğlalardan biri olmayı
reddettiğimiz anda her birimiz kendimiz olabiliriz. Aramızdaki
temel anlaşmazlık burada başlıyor. Siz ona cemaat diyorsunuz bizse
orada baskıcı beraberliği görüyoruz. Dinler “ben” olanı öldürmek
üzere bir cemaat duygusu getiriyorlar ortaya. Ama bunu sadece
dinler getirmiyor. Yıllar boyunca biz, 60’larda ve 70’lerde “ben”
diye konuşmayı yasaklayan sol ideolojinin müstebit gölgesinde
yaşadık. Ben diye konuşanlar ayıplandı, dışlandı. Ben diye
yaşarsın, ben diye ölürsün. Tek yumurta ikizi bile olsan herkes
ayrı zamanlarda ayrı sıralarda ayrı benliklerde doğuyorken hangi
duvardan ne tuğlasından söz ediyoruz? Bu kitapta kahramanlar ben
değilim, ama beni anlatıyorum tabii ki.
Hangi hisler, korkulardan söz ediyorsunuz?
Ben prensipleri olmayan bir insanım ve prensipleri olanlardan
korkarım. Dünyanın prensiplerine en bağlı insanlarından birisi
Hitler’di. Prensip intikam doğurur. Katip’in prensiplerinin mümkün
olduğunca manasız olmasını özellikle istedim. Gerçekten öyle bir
dönemdeyiz. Ben askeri darbelerden sonraki yönetimlerde bile bu
kadar baskı uygulandığını görmedim. Prensibi olanlar karşılarındaki
insanlar üzerinde baskı kurarlar. Askerler de böyleydi, bugünkü ara
rejim insanları da böyle. Kendi prensipleri var birilerinden
intikam almak istiyorlar. Bir türlü bitmiyor bu hesaplaşmaları.
Sürekli yenileri ekleniyor. Bir tanesi laiklik uğruna gidiyordu
şimdi de milli irade diyorlar. Çelişkiye bakın; sizi seçenler milli
iradeyi temsil ediyor da size oy vermeyenler herhangi bir iradeyi
temsil etmiyor mu? Diğer vekiller bir iradenin yansıması değil
mi?
Türkiye’nin en baskıcı ortamını yaşıyoruz. 68 yaşıma girdim,
ülkenin en baskıcı dönemini ve kişisel olarak da en isyankâr
yıllarımı yaşıyorum. Hiçbir döneminde hayatımın bu kadar isyankâr
bir ruhla gezmedim ortalıkta ve bu isyankar ruhumun insanlara da
bulaşmasını, sirayet etmesini istiyorum. Çünkü, 21’inci yüzyılda ve
700 yıllık bir imparatorluğun torunları olarak buna layık değiliz.
Bir kişi gelecek bizi burnumuzdan tutup, kulağımızdan çekip bir
yerlere sürükleyecek? Hayır. Biz buna layık değiliz. Buna artık
isyan etmemiz gerekiyor. Hayatımda hiç olmadığı kadar öfkeliyim ve
bu yüzden sık sık ülkemden kaçıyorum. Öfkemi dindirmek, o sesi
duymamak için ülkemden kaçıyorum. Yaşayamıyorum ben artık o sesle.
Ama bildiğim bir şey var yaşamak zorundayım. Neticede evet, seçimle
geliyor. Umut ediyorum. Birgün yine seçimle gidecek o ses.
“Milli görüş gömleğini çıkardık diyorlardı”
Konu bu kadar politikaya dayanınca, sormadan edemiyor insan.
2007’de açıkça desteklediniz. Korkmayın, benim de kızım var, kimse
kimseyi zorlamıyor, demiştiniz?
Evet, destekledim, öyle dedim, yazdım. O zaman o kadar çok
inanmıştım ki bugünkü düş kırıklığımın bu kadar büyük olmasının
sebebi bu. Samimiyetim de buradan geliyor zaten. Benim bir
menfaatim yoktu desteklerken. Herkes Hürriyet’in genel yayın
yönetmeni olduğun için bunları yazıyor dedi. Hayır, ben o zaman
öyle hissediyordum. İnanın bana samimiyetle, Türkiye’nin bir barış
ve hoşgörü ortamına girdiğine inanıyordum. Milli görüş gömleğini
çıkardık, diyorlardı.