Ertuğrul Mavioğlu Bakur belgeselinin sansür serüvenini anlattı
Tüm bunlar yaşanırken ne olduğunu, ne yaşandığını anlatmaya çalışan filmin yönetmenlerinden Ertuğrul Mavioğlu, t24 yazarı Hasan Cemal'e yazdığı mektup ile süreci bilmeyenlere aktardı.
İstanbul Film Festivali'nde gösterileceği sırada Kültür Bakanlığı'nın izin belgesi olmadığı gerekçesi ile gösterilmesini engellediği "Bakur" (Kuzey) isimli belgesel son günlerde kültür sanat gündemini tartışma ateşinin içine attı.
PKK'nin Türkiye'deki kamplarında çekilen "Bakur" belgeselinin gösterimi yasaklanınca 23 film yönetmen ve yapımcıları tarafından protesto amacı ile Festival'den çekildi. Bu arada Festival'in sponsorlarından Radikal ve Uluslararası Film Jürisi de festivalden çekilirken, Festival yönetimi de Bakanlığın, film yönetmeliğini yeniden gündeme alması için kapanış töreni ve yarışma bölümlerini iptal ettiğini açıkladı.
Tüm bunlar yaşanırken ne olduğunu, ne yaşandığını anlatmaya çalışan filmin yönetmenlerinden Ertuğrul Mavioğlu, t24 yazarı Hasan Cemal'e yazdığı mektup ile süreci bilmeyenlere aktardı.
Hasan Cemal, "Bugün köşemi Ertuğrul Mavioğlu’na bırakıyorum. Sevgili meslektaşım, Çayan Demirel’le birlikte çektikleri Bakur (Kuzey) belgeselinin ve devlet sansürünün hikâyesini anlatıyor aşağıdaki mektubunda." dedi ve o mektubu yayımladı.
İşte gazeteci Ertuğrul Mavioğlu'nun uzun fakat meseleyi oldukça net anlatan o mektubu:
Sevgili Hasan abi,
Seninle bir
zamanlar çalıştığımız gazetelerin asansör ya da yemekhanelerinde
karşılaşmak pek enteresan değildi belki ama dağdaki karşılaşmamız
için aynı şeyi söyleyemiyorum.
2013
Newroz’undan
sonraydı.
PKK, Türkiye topraklarından geri çekileceğini
duyurmuştu.
Hatta ilk gerilla grubunun
Hakkari’den
sınırı geçerek Metina’ya gelişine birlikte tanıklık
etmiştik.
Birlikte
tanıklık?
Yok, yok;
hayır…
Yanlış
anımsadım, öyle olmamıştı.
Gerilla grubunun başında sen vardın, biz ise
küçük bir gazeteci grubu olarak sizin sınırdan geçişinizi izliyor,
‘Hasan
abi hepimizi atlattı yine’
diye aramızda konuşuyorduk.
Anımsıyorum, elinde bir gopal taşıyordun.
Ucunda sivri, mızrak gibi bir demir parçası da
olan o meşhur Şırnak bastonundan…
Sonra birkaç gün Heval
Umut’un noktasında
kalmıştık, hani şu benden de uzun, iri yarı gerilla komutanı
Umut…
Telefon
şebekesini yakalamak için, ihtiyaç hasıl olduğunda tepeye doğru
uzun bir yürüyüş yapmak zorunda kalıyorduk.
Zira bizim
ceplerimizdeki akıllı telefonlar, dağ ortamında her ne hikmetse
alıklaşıyordu.
Buram buram mazot
kokan
minibüste yaşadığım
heyecan
İşte Hasan abi, Metina’da kaldığımız o günlerde sadece geri çekilme
hikâyesinin ya da Bahoz Erdal ile röportaj yapmanın peşinde
değildim açıkçası.
Çok daha uzun
vadede tamamlanacak başka bir çalışma için hazırlık yapıyordum,
durmaksızın.
Gerillalar genellikle Kandil, Metina, Zap, Gare gibi, PKK’nin Medya Savunma Alanları
dediği Güney
Kürdistan’daki bölgelerde
görüntülenmişti.
Oysa benim
amacım gerillayı mücadelelerinin tam merkezinde yani Türkiye
topraklarında kurdukları kamplarda izlemek, görüntülerini kayda
almak ve bunu bir belgesele dönüştürmekti.
Belki bu biraz
gazetecilik mesleğinin getirdiği bir merak etme
hastalığı…
En kapsamlısı
olsun, herkesin yaptığından daha iyisi olsun, herkesten önce
duyurulsun istiyorsun ve bunun için sürekli
çabalıyorsun.
Nihayet, talebimi Bahoz Erdal
ile yaptığımız söyleşi sırasında
dile getirdim ve kesin bir yanıt vermemekle birlikte aldığım ilk
işaretler olumlu yönde oldu.
Seninle birlikte Türkiye’ye dönüş yolunda
bindiğimiz Güney Kürtlerinin Merziye adını taktıkları çift kabin arazi aracının
içinde ve Zaho’da buram buram mazot kokan minibüste, saatler
boyu sınırda beklerken yaşadığım sabırsızlığın ve heyecanın nedeni
de bundandı.
'Çayan, hemen
buluşmalıyız'
Sonra
memlekete hoş geldik, evlerimize dağıldık.
Aradan bir hafta
ya da on gün geçti, bir telefon aldım.
Haberler
iyiydi.
“En kısa zamanda
sizi bekliyoruz,” diyordu karşıdaki ses.
Telefonu kapattığım gibi hemen
Çayan
Demirel’i
aradım.
Gezi
Parkı’ndaydı.
Direniş devam
ediyordu ve gaz kokusu derilerimizin gözeneklerine kadar işlemişti
hepimizin.
“Hemen
buluşmalıyız” dedim ve sürdürdüm:
“On dakika sonra Çapulcu
Kafe’nin hemen girişinde,
uyar mı?”
Çayan lafı
uzatmadı:
“Tamamdır,
geliyorum,” diyerek telefonu kapattı.
On dakika sonra
Çapulcu Kafe’nin girişinde buluşmuş, yanımızda getirdiğimiz bir
paket çayı vermiş, karşılığında taze demlenmiş iki bardak çayımızı
alıp yan yana yürümeye başlamıştık bile.
“Müthiş bir şey
oldu” diye söze
başladım:
“PKK’nin Türkiye
topraklarındaki kamplarına giriş izni verdiler. Bir ekip oluşturup
en kısa sürede yola çıkmamız lazım.”
Çayan her
zamanki soğukkanlılığıyla “Önceden konuşmayacak mıyız?” diye
sordu.
“Elbette”
dedim:
“Metina’ya birlikte gitmeli, konuyu ayrıntılı bir
biçimde konuşmalıyız. Zaten en kısa zamanda bizi
bekliyorlar.”
Yol mu asıl olan, yoldaş mı?
Ne
diyorduk?
Yol mu asıl
olan, yoksa yoldaş mı?
Çayan’la
yoldaşlığımız, sadece
birlikte yola çıktığımız için değildi. Tanışıklığımız ve sonrasında
dostluğumuz yıllar öncesine dayanıyordu.
Birbirimize
hiçbir çıkar ya da karşılık beklemeden destek olmuşluğumuz
çoktu.
Dolayısıyla,
böyle meşakkatli ve sağlam akıl gerektiren bir projede yola
çıkılabilecek en doğru isimlerin en üst sırasında Çayan’ın adı
yazılıydı benim açımdan.
Dersim 38’i çekmiş, sansürlenmiş, yasaklanmış, dik
duruşundan bir nebze olsun taviz vermemişti.
Sonra Diyarbakır 5 No’lu
belgeselini çekmiş, devletin değil
ama devletten gördüğü zulüm sonucunda en az devlet kadar zulümkâr
olmayı başarmış bir başka sansür ve tehdit mekanizmasıyla baş
etmesini de bilmişti.
Nasıl ki pek çok insan 1938 yılında
Dersim’de ne yaşandığını en doğru cümlelerle
Çayan’ın
belgeseli sayesinde öğrenmişse; Diyarbakır
Cezaevi’ndeki
‘vahşet
yılları’na dair gerçeküstü
gibi duran hikâyeler de yine onun çektiği belgesel sayesinde
ayakları üzerine bastı, ete kemiğe, söze büründü.
Dersim 38 belgeselinden,
içinden çığlık gibi yükselen çırılçıplak katliam gerçeği nedeniyle
korktular.
Yalanları
iskambil kâğıdından şatolar gibi darmadağın olmasın diye de acilen
yasakladılar.
“Yasak” diyerek
yasaklamadılar.
Laflarını eğip
bükerek, sanki kendileri çok anlarmış gibi, “Bu belgesel değil”
diyerek yasakladılar.
Dersim 38’in DVD’sini çıkarmak istiyordu
Çayan.
Şimdilerde İstanbul Film
Festivali’ndeki sansür
nedeniyle artık herkesin duyduğu ‘eser işletme belgesi’ ya da
‘kayıt,
tescil’ için başvurmak
zorundaydı, başvurdu.
Kültür
Bakanlığı’ndaki kurula
girdi, belgeyi alamadı. Mecburen üst kurula gitti, orada da
emniyetçisinden MİT'çisine kadar ne ararsan
vardı.
Üst Kurul da
‘hayır’ dedi.
Çayan bunun üzerine Danıştay’a dava açtı. O dava ki tamı tamına yedi yıldır
sürüyor, bir türlü elleri karar yazmaya gitmeyen hâkimler, biraz
daha gayret etseler hukuksuzluğun destanını
yazacaklar.
Çayan'ın kalbi dağlara dayandı
da,
bu dert yığınına
dayanamadı
Sonra Dr. Şivan’ı çekti Çayan.Türkiye KDP’sinin liderlerinden Sait Kırmızıtoprak’ın hikâyesini:
İki Sait’in yani Sait Kırmızıtoprak ile Sait Elçi’nin, muhtemelen Türk MİT’i ile dirsek temasını hiç koparmayan KDP’nin entrikalarına kurban gidişini…
Bunların hepsi çok cesaretliydi lakin sahibini zengin edecek türden işler değildi. Bu işlerin altına ancak bu memleketin mevzularıyla bir derdi olan elini sokardı.
Evet, Çayan’ın da derdi vardı bu memlekette; yalanlarıyla derdi vardı, sansürüyle, zorbalığıyla, hoyratlığıyla…
Dersim katliamında ailesinden kayıplar vermişti.
Hormekli olmakla övünürdü. Kökleriyle bağlarını sağlam kılmak için Zazacayı sonradan öğrenmişti.
Evet. Çayan’ın bir değil çok fazla derdi vardı ve muhtemelen kalbi, birlikte gezindiğimiz ve Munzurlar'dan Kato’ya uzanan dağlara dayandı da bu dert yığınına dayanamadı.
Tekledi Çayan’ın o güzel yüreği bir süreliğine de olsa durup dinlenmek istedi belki.
Filmi bitirdikten sonra oldu tüm bunlar.
Tam da rahatlama mevsiminde….
Ahh içim acıyor Hasan abi.
Henüz 38 yaşında, ne büyük talihsizlik...
Neyse ki hastanenin yoğun bakım servisinden her gün bir öncekinden daha iyi haberler alıyoruz.
Öğrenmiştim Çayan’dan:
“Belgeselcilik ile televizyon programcılığı, güzel bir restoranda dost meclisi kurup, muhabbet eşliğinde yenen bir yemekle, öğle arası ayaküstü ağza tıkıştırılan hamburgerler arasındaki farka benziyordu bir bakıma…”
Çayan’ın iyileşmesi de belgeselcilerin ağır kanlılığından mı uzun sürecek?
Yine de umudumuz güçlü, zira 18 Mart’tan bu yana, her gün bir öncekinden daha iyi.
Tıpkı montaj masasındaki filmler gibi…
Her gün bir öncekinden daha iyi, daha olgun, daha gelişkin…
Yürümeyi yeniden öğrendik
,
ama içimize sızan tırtıllara
alışamadık
Sözü
uzatmayayım.
Yoldaş,
yoldaşını buldu ve yola çıktık nihayetinde.
İlk giriş Dersim’den oldu.
Bize, “Dersim’den başlarsınız.
Kürdistan’ın kapısı orasıdır” demişlerdi.
O
yüzden Türkiye topraklarındaki gerilla kamplarında ilk
karşılaştığımız komutan Atakan Mahir
olmuştu.
Sorularımızın
ardı arkası gelmiyordu. 40 yıldır birikmiş meraklar, bir çırpıda
giderilemiyordu.
Bu nedenle
anladık ki, çok yol kat etmemiz gerek.
Sonra yürüyüşler
başladı.
Dersim’in
patikaları eğimliydi. Aşağıda Munzur vardı ve ayağı kayanın parçası
kalmazdı. Yürümeyi öğrendik orada yeniden.
Dağda börtü
böcekle baş etmenin zaman işi olduğunu da. Gece ateş yakmak yoktu,
ışık yoktu. Hava akşam olunca hızla çöküyor, ormanlık alanda tam
bir zifirin içinde hissediyordu insan kendini.
Hiç durmayan
cırcır böceklerinin sesine hemen alıştık da, içimize gizlice sızan
tırtılların yarattığı alerjiye alışamadık.
Akşam karanlık
çökünce sohbetler bir süre daha devam ediyordu. Sabah gün doğumunda
‘rojbaş’ ile kaldıracaktı hevallerden biri.
Ertesi günü
uykusuz geçirmek de vardı bazen kaderde.
Sonra hayatımız
oturdu biraz daha.
Akşam 21.00
şevbaş!
Sabah 04.30
rojbaş!
Bu böyle böyle
sürdü.
Matın üzerinde
uyuyarak, haftaları devirdik.
Dersim’de uzun
yürüyüşler yapıyorduk birlikte, Munzur’u geçtik, kimimiz yüzerek,
kimimiz botla.
Bütün ekibin
bacaklarına ağrılar girdi, ama kimse vazgeçmeyi aklına bile
getirmedi. Farklı bir dünyaydı burası, iyice sindirmek
gerekti.
Dersim’in biraz
oyun bahçesine benzediği, Çayan, ben, Koray Kesik ve Ahmet Bawer
Aydemir’den oluşan ekibimizin ortak görüşüydü. Misket oynuyorlar,
suyun içinde güreşip şakalaşıyorlar, gizli gizli yazılmış şiir
defterlerini açıp, okuyup her mısrasına ayrı bir espri
patlatıyorlardı.
Sonra Amed’e geçtik.
Dersim’den çok
farklıydı ve her yer açıklık ve uçsuz bucaksız dümdüz bir
araziydi.
‘Zozanlık buralar’ diyorlardı.
Ağaçlar bodur,
toprak susuz ve çatlaktı.
Gerilla
sahasıyla askerin denetlediği bölge arasında epeyce bir mesafe
vardı. Her iki taraf da birbirlerinin alanını biliyor ve orası her
neresiyse girmiyordu.
Eğer
girerse?
Amed’teki komutan
yanıtladı:
“Eğer girerse,
önce uyarılır, ısrarlı olursa da enterne edecek yöntemler artık
meşru sayılır. Ama tabii bu istenen bir durum değil. Ateşkese onlar
da uyuyorlar.”
Amed için başkent diyenler de var ama gerilla
açısından siyasetin
merkezi.
Botan ise askeri merkez olarak kabul
ediliyor.
Şırnak, Hakkari, Beytüşşebap,
Şemdinli, Uludere… Tüm bu kent ve kasabalar Botan’a dahil, tabii
ki çıktığımız Kato Jirki
de….
Kato Jirki,
Jirki aşiretinden almış ismini. Koçerlerin yazın sürülerini
otlatarak geçirdikleri Jirki yaylasından doğru
çıkılıyor.
Sırtımızda
çantalar vardı ve tırmandıkça nefesimiz kesiliyordu.
Belki bir gün sen de çıkmayı
denersin abi,
kendine mukayyet
olasın diye anlatıyorum.
Yükseklerde
oksijen azalıyor, alışmayan bir vücudun dayanması hayli zor. Zaten
yarı yolda pek çok mola vermek zorunda kalmamız bu
sebeptendi.
Kato’nun
kayaları da pek yaman; bıçak gibi keskindi.
Ahmet, üç
pantolon yırttı o kayaların üzerine oturmaya çalışırken. Benim de
ayakkabılarım parçalandı. Oysa süper dağ ayakkabılarıydı, yazık
oldu.
Kato’da bir süre
kalıp, kaldığımız süre içinde de dağın tepesinde erimemiş karların
sularından içerek, çekimlerimizi yaptık.
Ondan sonra istikamet Besta’ya döndü.
Orada PKK’nin kadın ordusu YJA
Star’ın misafiri olduk.
Artık neredeyse
sonlara yaklaşmış durumdaydık ve kadın gerillaların bölgesi, bize
yeni sorular sorup yanıtlarını alabilmemiz için önümüze çıkan bir
fırsat demekti.
Bizim için
tuvalet kazmışlardı.
Hayli
özenliydiler.
Akşam olunca
yeni bir sürpriz daha vardı:
Kurulan çadırın
içine cibinlik de gerilmişti. Dersim’in, Amed’in kana zehir
bulaştıran sivrisineklerinden sonra, kadınların bu müthiş jestinden
ötürü mutlu olmamak elde değildi.
Sonra veda vakti
geldi.
Ayrılırken, “Yapacağınız belgeseli çok
merak ediyoruz” dediler.
Çayan’la birbirimize baktık önce.
Sonra da filmi
vizyona soktuktan sonra uygun bir zamanda gösterim yapabilmeyi
dileyerek gittik.
Gösterime bir gün kala
yalanlar eşliğinde
yasakladılar
İşte böyle
Hasan abi.
Biz Bakur için vizyon hayalleri kurarken, meğer birileri
kapalı kapıların ardında bu filmi nasıl sansürleyeceklerinin
planlarını yaparlarmış.
Festivalde
gösterime bir gün kala yasakladılar; hem de bir dizi yalan
eşliğinde yaptılar bunu.
Hatta Kültür
Bakanlığı’ndan yapılan
yazılı açıklamada, İstanbul Film
Festivali yöneticilerine
yaptıkları baskıyı inkâr ettikleri gibi henüz izlemedikleri film
için ‘terör
propagandası’ deme
cüretinde de bulundular.
Bu nasıl bir
haddini bilmezliktir, merak ediyorum ama karşımızda bir muhatap
yok.
Evet, sansür ve yasaklar
cumhuriyetinde hepimiz alıştık
bunlara ama yine de yüreğim kabul edemiyor bu
yaşananları.
Yeni olan
tepkiyle karşılanır.
Farkındayım
elbette.
Ama yine de
sansürü kabullenmek istemediğimiz, kanıksamayı reddettiğimiz için
bunca öfkemiz.
Bitmiş filme sansür işlemez
Bakur’un sansürlenmesinden sonra sinemacıların
topluca protesto ederek festivalden çekilmesi biraz olsun içimize
su serpti.
Şimdi yeni bir
hayal kuruyorum.
Film her nerede gösterilecekse
Çayan
Demirel de olacak
aramızda. O yüzden hemen iyileşsin çünkü bitmiş film
beklemez.
Ve tabii bitmiş
filme sansür de işlemez.
Zira her su
kendi çatlağını bulur ve illaki akar, durmadan akar…
Sevgi ve
selamlarımla….
Ertuğrul Mavioğlu