Erdal Beşikçioğlu: 'İdeolojik simge değil oyuncuyuz'

Yeni filmi ile izleyici karşısına geçen Erdal Beşikçioğlu, Türkiye’deki sinema ve tiyatro dünyası ile siyasi havayı yorumladı

“Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” filmiyle beyazperdede izleyici ile buluşan Erdal Beşikçioğlu, “Bizi bir sınıfın içine koyduğunuzda özgürlüğümüzü yitiriyoruz. Oysa her sanatçı kendi içinde bir karşı çıkıcıdır. Kendi politik tavırları vardır. Aşk filmlerinin ya da siyasi filmlerin unutulmaz oyuncusu gibi şeyler yok. Biz oyunculuk mesleği üzerine eğitim aldık” dedi.

Hürriyet gazetesinden Hakan Gence’nin sorularını yanıtlayan Beşikçioğlu, Türkiye’deki sinema ve tiyatro dünyası ile siyasi havayı yorumladı. İşte Gence’nin “Aşk, rüzgârı kendinden menkul bir uçurtmadır” başlığıyla yayımlanan söyleşisinden çarpıcı bölümler:

OYUNCULAR İDEOLOJİK BİRER SİMGE DEĞİL

Behzat Ç. ve Dayı karakterlerinin ardından ters köşe yapıyor ve ilk kez romantik bir filmde oynuyorsunuz. O siyaset karmaşasından sonra bu tarz sizi rahatlattı mı?

E.B.: Çok. Özellikle son zamanlarda oyuncuların ideolojik birer simge yapılmak yolundaki tutumlardan sonra bir aşk filminde oynamak inan iyi geldi.

Röportajlarınızda “Yaptığım işlerin söyleyecek bir lafı olmalı” dersiniz. Peki bu işin derdi ne?

E.B.: “Ben âşık oldum” dediğin zaman aşkın ne demek olduğunu anlatacak kelime bulamıyorsun. Aslında bir soruya âşık oluyorsun. Bu filmde de “Aşk nedir” sorusunu soran bir yazar var. Seyirciyle birlikte film sürecinde bunun cevabını arıyoruz. Yani bu film biraz daha bireyin asal derdiyle ilgili.

Peki işin sonunda sizce aşk nedir?

E.B.: Rüzgârı kendinden menkul bir uçurtma.

SANATÇI KENDİ İÇİNDE BİR KARŞI ÇIKICIDIR

İdeolojik birer simge gibi algılanan rollerin ardından bu sefer ‘romantik filmlerin jönü’ klişesiyle yeni bir sınıflandırmaya maruz kalır mısınız?

E.B.: İşte bunu anlamıyorum. Bizi bir sınıfın içine koyduğunuzda özgürlüğümüzü yitiriyoruz. Oysa her sanatçı kendi içinde bir karşı çıkıcıdır. Kendi politik tavırları vardır. Aşk filmlerinin ya da siyasi filmlerin unutulmaz oyuncusu gibi şeyler yok. Biz oyunculuk mesleği üzerine eğitim aldık.

Behzat Ç. ve Dayı karakterleriyle tam da buna maruz kaldınız...

E.B.: Ama ben bu simgeleri oynayan bir oyuncuyum. İdeolojik tarafım tutar ya da tutmaz. Nihayetinde ortada bir karakter var. Ve onun bir hikâyeye hizmet etmesi, bunun da en iyi şekilde yapılması gerekiyor.

Türkiye’de rolünden bağımsız düşünülmek ve özgür olmak zor mu?

E.B.: Zor. Çünkü öyle bir dönem yaşandı ki sadece oyuncuları ideolojik birer simge haline getirmeleri nedeniyle birçoğu ülke dışına kaçtı. Yeşilçam dediğimiz hikâye seks filmleri çekmeye başladı. Bunun tehlikesini fark edip bu mesleğin; yazarıyla, çizeriyle, eleştireniyle değerlendirilmesi gerekiyor.

Rol seçerken artık daha tedirgin ve tedbirli misiniz?

E.B.: Sinema ve tiyatro vazgeçilmez etmenler ama televizyon dizisine karşı biraz mesafeli bakmaya başladım.

ESKİ TÜRKİYE GİTTİ YENİ TÜRKİYE GELDİ

Neden?

E.B.: Televizyonda hakikaten iyi para kazanabiliyorsunuz. Ancak nitelik, nicelik kavramları üzerinde durmuyorlar. Düşünsene başrol oyuncusu 48 saat uykusuz bir hikâyeyi yetiştirmeye çalışıyor. Bu ne kadar değerli olabilir? Oysaki duygularımız bizim için çok değerli. Sistemin değişmesi gerekiyor. İki saati bir haftada hazırlayıp sunamazsınız. O zaman kirlenirsiniz. Burada da bahsettiğim ruhen bir kirlenme. Bazı köşe yazarlarının çıkıp aymaz aymaz konuşmasının bir manası yok. Söylediklerim; “Kirlendiyse sabunu alıp temizlensin” gibi espriyle karşılanacak şeyler değil.

Son görüşmemizde epey siyaset konuşmuştuk. Bu sefer yeni filminizle romantizm fırtınasına kapılıp biraz gündemden uzaklaştınız mı?

E.B.: Bir insan eğer ayaklarının üzerinde durabiliyorsa, onu sağlam ve devamlı kılan düşünceleridir. O düşüncelerinden vazgeçemezsin, sadece geliştirebilirsin.

Peki son beş ayda sizce Türkiye’de neler değişti?

E.B.: Eski Türkiye gitti, yeni Türkiye geldi. Din dersleri zorunlu kılındı. Osmanlıca tartışılmaya başlandı... Değişim derken oldukça ilerleme kaydettik yani.

Yeni Türkiye tanımınız var mı?

E.B.: Eskisini aratmasın da!

TELEFON DİNLEMESİ İLE MAHREMİME GİRDİLER

Telefon dinlemeleri de ayyuka çıktı. Siz de bu işten dili yananlardansınız. Bunu öğrendiğinizde en acıtıcı olan hangi konuşmalarınızın dinleniyor olmasıydı?

E.B.: Eşim Elvin’le yaptığımız özel telefon görüşmelerinin üçüncü dördüncü şahıslar tarafından dinlenmesi yenir yutulur gibi değil. Senin aile bütünlüğüne yönelik dışarıdan gelen bir tepki ve müdahale. Buna ne gerek var? Benim siyasal bir kimliğim yok, hiçbir dernek, topluluk ve kuruluşa üye değilim, bireysel olarak kendi hoşuma gitmeyen, bana yanlış gelen duygu ve düşüncelerimi sizler aracılığıyla aktarıyorum sadece. Bu durumda benim mahremime girmeye nasıl bir hak görüyorlar? Bunu hazmetmek çok güç.

Bunların sonunda “Düşüncelerimi söylemeyeyim” dediğiniz oluyor mu?

E.B.: Neden söylemeyeyim. Ben konuşmazsam yok olurum. Bunun için varım. Bunun için okuyoruz. Bunun için birtakım senaryolar yazılıyor. Bunun için birtakım karakterler canlandırılmaya çalışıyor.

Geçen hafta Orhan Pamuk “Türkiye’de düşünce özgürlüğü yerlerde sürünüyor” dedi. Katılıyor musunuz?

E.B.: Tabii. Televizyon kanallarında istediğiniz işi yapamıyorsunuz. RTÜK’ten önce birçok sansüre takılabiliyor. Mesela, en son Antalya Film Festivali’nde Gezi için hazırlanan belgeselin çıkarılması... Bunlar korkunç hamleler.

Korkutmuyor mu sizi?

E.B.: Hayır. Sadece bizim daha fazla yorulmamıza neden oluyor. Çünkü bunu yasakladıkça yasak olana karşı bizim mücadelemiz ister istemez artıyor. Mesela bir köpeği köşeye sıkıştırırsınız, sizi ısıracağı yoktur ama üzerine giderseniz ısırıverir. Bu, bir reflekstir. Bu da bizim refleksimizdir.