Ekranın dişi kurmayları!..

Dün gece CNNTÜRK’te Şirin Payzın’ın moderatörlüğünde yayınlanan “Ne Oluyor” isimli tartışma programını izledim…

ADNAN BERK OKAN

 

Dün gece CNNTÜRK’te Şirin Payzın’ın moderatörlüğünde yayınlanan “Ne Oluyor” isimli tartışma programını izledim…

İki emekli diplomat (Biri Dışişleri eski bakanı Yaşar Yakış, diğeri emekli büyükelçi Uluç Özülker.), bir akademisyen (Dr. Nihat Ali Özcan) ve bir gazeteci (Fehmi Koru), çok da “yönlendirici” olmamaya çalışarak görüşlerini belirttiler…

Ama…

İlle de iki kadın konuk (Amberin Zaman, Ceyda Karan) öylesine “bilgi kirliliği” ürettiler ki; Memduh Bayraktaroğlu’nun Arkaplan Yayınevi tarafından 2007’de yayımlanan “Derin Kıyamet” isimli romanının kapağında yer alan bir “hüküm cümlesini” hatırladım:

“Bilgi bilmeniz istenen şeydir”…

Bu kadar “gerçekçi” bir “bilgi” tarifi de zor bulunur hani…

“Bilgi bilmeniz istenen şeydir”…

Ve biliyorsunuz…

Bütün dünya siyaseti aslında bilginin işte bu tarifi üzerinden şekillendiriliyor.

Meselâ ben şimdi size:

“Suriye konusunda ne biliyorsunuz?” diye sorsam ne cevap verirsiniz?..

“Ne” cevap vereceğinizi bilemem ama “nasıl” cevap vereceğinizi tahmin edebilirim…

Çünkü…

Vereceğiniz cevap “bilgi kaynağınız” ile örtüşecektir…

Tıpkı Amberin Zaman ve Ceyda Karan’ın verdikleri bilgilerde olduğu gibi…

Tabii ki aynı şey medyamızın geneli için de geçerli…

Hükümete yakın ve destek veren medyayı okuyorsanız başka olacaktır cevabınız…

Hükümete muhalif medyayı izliyorsanız çok daha farklı bir yanıt vereceksiniz…

 

Çünkü…

Bayraktaroğlu’nun dediği gibi; “Bilgi bilmeniz istenen şeydir”…

Çünkü okuduğunuz, izlediğiniz medya organları sizden, kendilerinin istediği şekilde düşünmenizi, onların bilmenizi istediklerini bilmenizi istiyor…

O nedenle bir tarafın medyalarındaki yazarlar; karşı tarafın medyasındaki yazarlara çatıyor, fikirlerini ve kişiliklerini itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar…

Emin Çölaşan neler anlatıyorsa köşesinde, onun anlattıklarının tam tersini Hasan Karakaya’nın sütunlarında okuyorsunuz…

 

Meselâ…

Bundan on yıl önce bilmemiz istenen bilgi şuydu:

“Saddam kitle imha silahı kullanarak kendi halkını öldürdü. Şimdi de nükleer silah üretimi yapıyor”…

Ve inandık…

ABD ve koalisyon güçleri (Çünkü Rusya ve Çin, Irak’ta nükleer silâh üretildiği iddiasının henüz doğrulanamadığına inandıkları için BM’den ortak operasyon kararı çıkarılamamıştı) işte o haber üzerine Irak’a askeri operasyon başlattılar…

Bir milyondan fazla Müslüman Iraklı öldürüldü; Irak’ın bütün şehirleri yakıldı, yıkıldı…

Irak yıllardır iç savaş yaşıyor…

Aradan bir süre geçince Pentagon açıklama yaptı:

“Irak’ta nükleer silah yapıldığı, kimyasal kullanıldığı konusunda yanıltıldık”…

Yani atasözü gerçek oldu:

“Ba de harab-ül Basra”…

Basra harap olduktan sonra…

 

Geleyim bugüne…

Hükümete yakın gazetelerde ve TV kanallarında ve yazarların köşelerinde şöyle veriliyor haber:

“Esed kendi halkından bin dört yüz kişiyi kitle imha silahıyla öldürdü”…

Dikkat!...

Sonuç kesin…

Yani…

BM araştırma yapmış ve tarafsız bilirkişi rapor sonucunu açıklamış:

“Esed kendi halkından bin dört yüz kişiyi kitle imha silahıyla öldürdü”…

 

Oysa…

Normal habercilik kuralı bu haberin şöyle olmasını gerektiriyor:

“Suriye Devlet Başkanı Esed’in kendi halkından bin dört yüz kişiyi kitle imha silahıyla öldürttüğü iddia ediliyor”…

Neymiş doğrusu?..

“İddia ediliyor” demekmiş…

İyi ama…

“İddia ediliyor” denildiğinde haberde bir “şüphe” olmuyor mu?..

Elbette oluyor…

Oysa sizden bilmeniz istenen bilgiye göre “şüphe” asla olmamalı…

İşte o nedenledir ki haber:

“Esed kendi halkından bin dört yüz kişiyi kitle imha silahıyla öldürdü” diye veriliyor…

 

Yine tarafların medyalarında iki tez çarpışıyor:

Hükümete yakın medyalar ve yazarları:

“Batı müdahale etsin, Esed devrilsin” istiyorlar…

Hükümet muhalifi medyalar ve yazarlarının talebi ise şöyle:

“Batılı ülkeler ve Türkiye Esed muhaliflerini silahlandırmaktan vazgeçsinler”

Yahu şunun ortası yok mu?..

Hani İslâm’da genel geçer kural; “hayr-ul umuri evsatuha” idi?..

Yani; hani her şeyin ortası hayırlı idi?..

 

Demek istediğim o ki…

“El ele verip su savaşı bitirelim” diyen yok…

“Ne yapalım da bu iç savaşı daha da kızıştıralım… Bunu yaparken hangi tarafın yanında yer alalım” tartışması var…

İşte aklımın almadığı bu:

Batılılar ve Türkiye, savaşan taraflardan birinin yanında yer alma yerine iki tarafı da “uzlaştırmaya, barıştırmaya, adil paylaştırmaya” çalışsa daha iyi değil mi?..

Bu iç savaş deyin ki öyle veya böyle bitti?..

Sonra ne olacak?..

Kazanan taraf sadece bir taraf olursa; kaybedenlerle el ele, gönül gönle yaşayabilecekler mi?..

Tabii ki yaşayamayacaklar…

Tıpkı Irak’ta yaşayamadıkları gibi…

 

O halde?..

İki tarafın da egemenleri, neden tarafları savaştırıp birini “nihai galip”, diğerini “nihai mağlup” yapmak yerine tarafları barıştırmayı düşünmüyorlar?..

Yani; aynı ülkenin insanlarını, yani; “tasada ve kıvançta bir” olması gereken bir milleti birbiriyle barıştırmak savaştırmaktan daha mı zor?..

İç savaş yaşayıp da “bütün” olarak kalmış ülke var mı?..

Yok…

O halde Türkiye ya da Batılı ülkeler ne istediklerinin farkındalar mı?..

Yoksa bilerek iç savaşı daha da azdırıp, Suriye’yi bölmek mi amaçları?..

 

Hâsılı…

Geriye dönüp baktığımda Suriye konusunda doğru politika yapmadığımıza daha çok inanıyorum…

En başından beri Başbakan Erdoğan'ın Suriye konusunda çok iyi niyetli olduğunu düşünüyorum…

O nedenle...

Müzmin muhalifleri gibi “baştan Esad ile can ciğer kuzu sarmasıydınız da sonradan neden kan girdi aranıza?” diye soracak değilim…

Çünkü…

Bir devlet adamının böylesi önemli dış politika konularında ağzını açtığı son saniyeye kadar fikrini değiştirme hakkı olduğuna inanıyorum…

Başbakan Erdoğan bir diplomat değil…

Davutoğlu gibi “uluslararası ilişkiler konusunda profesörlük tezim var” iddiasında da hiç olmadı…


Erdoğan bir lider…

Doğru adamları seçtiğine, sezgilerinin gücüne inanan bir lider…

Keşke her zaman “doğru” yapmış olacağından bu kadar kesin emin olmasaydı…

Keşke Suriye’deki rejim muhaliflerine destek vermeden önce bir süre daha bekleseydi…

Dış politika işte böyle bir şey…

Bakın; Amerika, İngiltere ve Fransa 2.5 yıl beklediler…

Ve halen müdahalenin yöntemi ve zamanlaması konusunda kesin karar vermiş değiller…

Yani…

Bir süre daha bekleseydik; belki üç yüz, bilemediniz beş yüz kişi öldükten sonra her şey durulacaktı…

Bekleyemediğimiz için iki buçuk yılda yüz elli binden fazla Müslüman’ın birbirlerini öldürmüş olma ihtimali içimi bir burgu gibi deliyor…

 

Cemel Savaşı’nı hatırlıyorum…

Savaştan önce; Hz. Ayşe ve taraftarlarının konakladıkları Haveb’de köpekler uluduklarında Hz. Ayşe, sevgili Peygamber Efendimizin bir uyarısını hatırlamıştı…

O uyarısında Efendimiz, eşlerine, “bilmem ki Haveb köpekleri hanginize uluyacak” dedikten sonra bakışlarını Hz. Ayşe’ye çevirmiş, “Ey Humeyra sakın o kadın sen olmayasın” diye sevgili karısını adeta uyarmıştı…

Sabah olduğunda konakladıkları yerin Haveb olup olmadığını sorduğunda sahabeden Hz. Talha’nın oğlu Muhammed; konakladıkları yerin “Haveb” olduğunu söyleyince; Peygamber Efendimizden dinlediği o uyarıyı hatırlatıp “dönelim” demişti…

Daha sonra araya girenler; Muhammed’in yanlış bildiğini konakladıkları yerin “Haveb” olmadığını söyleyerek Hz. Ayşe’yi yanıltmışlar ve savaş kafilesi yola koyulmuştu…

Sonuçta on binlerce Müslüman birbirlerini öldürmüşlerdi…

O savaşta on binlerce Müslüman’ı birbirlerine kırdıran sözde Müslümanlardan ahrette nasıl hesap sorulacaksa…

Suriye’de tarafları barıştırmak yerine birbirine kırdıranlardan da aynı hesap sorulacaktır…

 

adnanberkokan@gmail.com