Ekran kadından geçilmiyor ama...
Kültürel muhafazakârlığı taşımak için, başın açık ya da kapalı olması hiç fark etmiyor. Erkekler dünyasının zihniyetine sığınmak yeterli
Türk TV’lerini tanımayan, bilmeyen bir yabancı ilk kez
seyrettiğinde oldukça şaşırıyor olmalı. Sabahtan akşam ana haber
bültenlerinin yayınlandığı saate kadar neredeyse hepsini kadınların
sunduğu, stüdyo katılımcılarının çoğunun kadın olduğu, genellikle
canlı yayınlanan türü farklı bir sürü program var. Örnek olsun diye
yazıyorum, bakıyorsunuz bir tarafta izdivaç şovları, öte tarafta
“hak hukuk arama” programları ve daha ötede, bildik yemek hazırlama
programları ve de “yemek yarıştırma” şovları var. Üstelik bu
programları sunan/katılan kadınlar hiç de suskun değiller, aksine
programların asıl aktörleri, konuşan, rahatça fikirlerini beyan
edenleri bizzat kadın katılımcılar. Kadınların ekserisi olmasa bile
çoğunun başı açık, yine de söylenenlerin içeriğine bakıldığında
açığının, türbanlısının benzer bir söylemin içinden konuştukları,
aynı kültürel dili kullandıkları fark ediliyor. Akşam oluyor,
haberleri sunanların önemlice bir kısmı “güzel kadın
kontenjanından” kadınlar. Çok izlenen kanalların haber bültenlerini
şimdilik “eski tüfek kontenjanından” erkekler götürse de,
yaşlarını, başlarını almış “duayenler” ortadan çekildikten sonra
meydanın kadınlara kalacağını öngörmek pek de yanlış olmaz.
Prime-time sonrası yayınlanan söyleşi programlarının hemen hepsinde
“güzel kadınlar” tekrar öne çıkıyor, aralarında büyük bir rekabet
var. Yetenek yarışmalarının çoğu katılımcısı kadınlar, jürilerde
ise mutlaka bir-iki kadın kontenjanı var, hatta tüm yarışmacıları
genç kızlar olan bir şarkı yarışması bile yayınlanıyor. Jürilerin
kadınları genellikle kadın yarışmacılarla uğraşıyor ve sonunda
genellikle erkekler kazanıyor! Belki de tam bu noktada biraz
soluklanmak, ekranda gitgide artan tanınmış/tanınmamış kadın
temsiliyeti üstünde durmak, erkeklik ve kadınlar durumları
arasındaki rabıtalar üstüne biraz daha düşünmek gerekiyor. Ekranda
kurulan kamusal alanda bir şeylerin değiştiği, kadınların yeni bir
pozisyon aldığı, yeni bir kadınlık durumunun resmedildiği ortada.
Bu durum neden önemli diye sorarsanız, Cumhuriyet tarihi ile
kadının kamusal alanda temsiliyeti arasındaki ilişkiye dikkat
çekmek isterim. Netice itibarıyla Müslüman bir toplum olduğumuz
hakikati de tabloya eklenince, kadının kamusal alanda mevcudiyeti
ve temsiliyetinin erken Cumhuriyet yıllarından itibaren sürekli
olarak tartışıldığını bilmeyen olmasa gerek. Tabii ki dönemin kitle
iletişim araçları ile günümüzdekiler çok farklı, yine de örneğin
radyolardan duyulan kadın sesleri ile TV ekranlarından görününler
kıyaslanabilir. Kaba bir karşılaştırma bile kadın temsiliyetinin
yıllar içinde nasıl arttığını, özel yayıncılığın başlamasından
sonra ise tepe bir noktaya eriştiğini gösteriyor. Sürece biraz daha
yakından bakalım.
Özellerle iş karıştı
30’lu yılların eğitimli, meslekli, döpiyesli, kamusal alanda
cinsiyetsiz olarak varolan “Cumhuriyet kadını” ile başlayan bu
sürecin arkaplanında iki kadınlık durumu tarif edildi (“modern” ve
“geleneksel”). Cumhuriyet eliti, “modern” olanı bir
“ilericilik/gericilik” sorunsalında tanımlayıp tercih etti. Konumuz
nedeniyle kendimizi sınırlarsak, kadının iletişim araçlarındaki
temsiliyet biçiminin devletin yayıncılık tekelini elinde tuttuğu
yıllarda pek de değişmediği söylenebilir. Özel yayıncılığın
başladığı 90’lı yıllardan sonra ise işler karıştı, sokaktaki
“türban” ekranda da belirdi. Cumhuriyet kadınının ikonik
temsiliyetinin temelinden sarsılması, gelenekseli modernle
melezleştiren türbanlı kadın temsiliyetinin ekranda görünmesi ile
başladı bile denebilir. Neyse derdim, bu tartışmaları devam
ettirmekten çok, “türbanlı kadının” çok da öne çıkmadığı bir ekran
konfigürasyonunda ortaya çıkan bir başka temsiliyet durumuna işaret
etmek. Özellikle stüdyo programlarında sürekli söz alan, bazıları
kapalı (türbanlı ya da başörtülü), ama çoğu açık katılımcı kadının
konuşmalarına bakmamız gerektiğini düşünüyorum. İçeriğini
düşünmezseniz kolayca yanılabileceğiniz bir “ekran yanılsaması”
var. Öyle ki, örneğin ne söylediklerine kulak kabartmazsanız, ne
güzel, kadınlar rahatça fikirlerini açıklıyor, kendi
perspektiflerinden hayatı yorumluyor, belki de isteklerini ilk kez
açıkça belirterek bireysel iradelerine “özgürce” sahip olmaya
çalışıyorlar diyebilirsiniz. Hatta, daha da coşup Cumhuriyet
modernleşmesinin sonunda amacına eriştiğini, açığından kapalısına
her kadını kamusal alanda özgürce, tüm veçheleriyle var ettiğini
bile düşünebilirsiniz. Ne yazık ki durum hiç de böyle değil.
Konuşulanların içeriğine bakınca, kadınların birbirine karşı nasıl
konumlandırıldığı fark edilince yanılsamanın kapsam ve boyutları
iyice ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan, erkek zihniyet dünyasının
“himmetinde” kurulan kültürel muhafazakârlıktan başka bir şey
değil.
Tanıdık isimler
Önce gündüz yayınlanan stüdyo programlarına bir bakalım, bu
programların sunucuları kendilerine iki mümkün rol seçiyor, ya
“erkek fatmalık” ya seksapeli bol bir “anaçlık” ya da her ikisi.
Yani, ancak “erkeklik” ile tarif bulan bir kadınlık durumunda
sorunların üstüne gidebilen “mert” kadınların, zaten amaçları
hakkı, hukuku tekrar tesis etmek. Bu rolün prototipi Seda Sayan
olmalı. Şu sıralar gözde olan bir diğer rol ise, örneğin
“izdivaçlar kraliçesi” Esra Erol tarafından oynanan “mahallemizin
kızı” prototipi. Burada seksapelin altı alabildiğine çiziliyor ama
boşuna heveslenmeyin, “sahipsiz” de değiliz. Böylece, “çapkın” ya
da “hoppa” bir kız gibi algılanma olasılığı “mahallemizin sahipli
kızı” olma durumu ile dengeleniyor, her fırsatta göbek atan kız,
evlenmek üzere olduğu da söylediğinden, daha evlenmeden
domestikleşiyor, sonunda bir “hayırsever” ikonuna dönüşüyor. Peki,
stüdyonun o esnada “halkı” temsil eden, bir kısmı izleyici, bir
kısmı ise bizzat katılımcı olan o konuşkan kadınları ne işe
yarıyor? Onlar hakimi oynuyor, Amerikan usulü bir hukuk sistemimiz
olsaydı, onlara “halk jürisi” de denebilirdi. Bu kadınların derdi
stüdyoda ortaya çıkabilecek, “normalden” sapabilecek her türlü
ileri geri fikri baskılamak, yoldan çıkabilecek kadınları kültürel
vasata çekmek, mümkün olabildiğince o dairede hapsetmek. Örneğin,
kadınların izdivaç programlarında kendilerinden genç erkeklerle de
evlenebileceklerini belirtmeleri de facto olarak hanımlardan oluşan
“stüdyo zabitanı” tarafından yasaklanmış durumda. Hele bir
söylesinler! Erkek adaylarda durum tabii ki farklılaşıyor. Yeter ki
ev olsun, sürekli bir gelir olsun. Aile çok önemli, anne babaya
saygı, çocukların “efendi” olmaları ve benzeri birçok fikir. Demek
ki, kültürel muhafazakârlığı taşımak, el birliğiyle üretmek için
başın açık ya da kapalı olması hiç fark etmiyor. Erkekler
dünyasının zihniyetine sığınmak yetiyor. Ekranda görünmenin bir
bedeli olmalı. Şimdi bana sorabilirsiniz, peki, prime-time ardından
söyleşi yapan o güzel kadınlar kafilesi ne olacak, onlar da mı
muhafazakâr? Belki değiller ama, onlar da erkek arzu dünyasının
“voyöristik objeleri” olabilirler mi acaba?
ORHAN TEKELİOĞLU: Bahçeşehir Üni.
Radikal